SİYER-İ NEBİ / Peygamberimizin -asv- Yahudilerle İlişkileri
SİYER-İ NEBİ
Peygamberimizin -asv- Yahudilerle İlişkileri
Gülistan Dergisi Araştırma
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye hicret ettiği zaman halkın yarısına yakınını buraya yerleşmiş olan yahudi kabileleri oluşturuyordu.
Yahudiler, tarihin çeşitli dönemlerinde kendi yurtlarından sürgün edilmişlerdi. Bu olaylardan birinde birkaç Yahudi kabilesi kaçarak Arap Yarımadası’na gelmişler, bölgenin Hicaz, Vadi’l-Kurâ, Hayber, Teyma, Yesrib ve Eyle gibi muhtelif yerlerine yerleşmişlerdi.
Yahudiler bulundukları yerlerde ziraatla, el sanatlarıyla, ticaretle uğraşırdı. Bunun yanında kuyumculuk işleri yapar, faizle borç verirlerdi. Bölgede düzenlenen panayırlara katılırlardı. Çoğu zenginleşmişti ve iktisadi düzeni ellerine geçirmişlerdi. Servetlerini korumak için yüksek duvarlı kapalı çarşılar ve kaleler inşa etmişlerdi.
Dinî hayat yönünden hahamlarına bağlılık gösteren ve cemaat bağlarına sıkı sarılan Yahudiler, İslam gelmeden önce Araplara üstünlük sağlamış durumdaydılar. Öyle ki bir dönem Evs ve Hazrec kabileleri Yahudilere haraç vererek hayatlarını sürdürür hale gelmişlerdi.
Yahudi zulmü had safhaya varınca Gassanilerden yardım alan Evs ve Hazrec kabileleri başkaldırmış, böylece şehirde Yahudi hakimiyeti sona ermişti. Ancak Yahudiler birçok zaman bu iki kabileyi birbirine düşürür ve savaş çıkarırlardı.
Bunun yanında adaletsizlikleri sebebiyle yahudi kabileleri de birlik içinde değildi. Kendilerini diğer Yahudi kabilelerinden üstün gören Benî Nadir kabilesi, kendilerinden biri öldürülürse tam diyet alıyor, fakat kendileri diğer yahudi kabilesine diyet ödemek zorunda kalırsa yarım diyet ödüyorlardı. Evs ve Hazrec arasında başlayan üstünlük tartışması savaşa dönüşerek (Sümeyr Harbi) bölünmeye yol açmış ve bu savaşta Yahudi kabilelerinden Benî Kureyza ile Benî Nadir, Evs’in yanında yer alarak Hazrec’i yenilgiye uğratmışlardı. Birbirlerine karşı da savaşarak kendi dindaşlarını esir alıyor, kanlarını akıtıyor, yurtlarından çıkarıyorlardı.
Araplar yahudilere tam olarak güvenmeseler de onlardan etkilenirlerdi. Mesela çocuğu olmayan kişiler, eğer çocuğu olursa onu yahudi olarak yetiştireceğine dair adak adardı. Ehl-i kitap olmalarından dolayı onlara itibar edilirdi. Bu durum sebebiyle Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam risalet vazifesiyle gönderildiği zaman onların iman edip etmemesi toplumda büyük etki yapacaktı.
Medine Vesikası
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin yahudilerle ilişkilerinin birinci safhası, onlarla barış yapması, yumuşak davranarak gönüllerini kazanmaya çalışmasıdır.
Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam çoğu zaman yahudilere uyum gösterir, onlarla ortak olan yönlere vurgu yapardı. Böylece yumuşak sözlerle İslam’a davet ederdi:
“De ki: “Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin.” Eğer yine yüz çevirirlerse, “Şahit olun ki biz Müslümanlarız” deyin.” (Al-i İmran 64)
Hz. Peygamberin takındığı bu olumlu tavırlar karşısında, sayıca az da olsa, bazı Yahudiler müslüman olmuş, bazıları da müslüman olmasalar bile en azından Hz. Peygamber’e cephe almamışlardı. Hatta bazı din bilginleri kendilerine danışanlara “Evet o hak peygamberdir ona uyun,” diyorlar ama kendileri müslüman olmuyorlardı. Çünkü kavimleri içindeki mevkileri sayesinde hediyeler alıyorlar, itibar görüyorlardı. Müslüman olarak bunu kaybetmek istemiyorlardı. Allah-u Zülcelâl onlar hakkında şu ayet-i kerimeyi indirdi:
“(Ey Yahûdi’ler), insanlara iyilik emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki Tevrat’ı okuyorsunuz; artık çirkin hareketinizi anlamaz mısınız?” (Bakara; 44)
Buna rağmen Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam Yahudiler’e karşı sabırlı davrandı ve onlarla anlaşma arzusunda olduğunu izhâr etti. Böylece aralarında Medine Vesikası ile barış sağlandı.
İnatlaşma ve İnkar
Ehl-i kitap oldukları için dinî yönden de kendilerini ümmi Araplardan üstün gören Yahudiler, eğitim, öğretim ve hukuki işlerini yürüttükleri “Beytü’l-Midras” isimli bir müesseseye sahiptiler. Dinî törenlerini, çocukların eğitimini burada yapıyorlar, suçluları burada yargılayıp cezalandırıyorlardı. Tam adaletli olmasalar ve dinlerine tam riayet etmeseler de en azından bir hukuk sistemine sahiptiler.
Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam anlaşma ile şehirde birlik ve sulhu temin ettikten sonra, İslâm’ı tebliğ vazifesine ağırlık vermişti. Bu çerçevede zaman zaman Yahudilerin Beytü’l-Midrâs adını verdikleri toplantı yerlerine gitmiş ve onları İslam’a davet etmişti. Onlar ise duymazdan gelip yüz çeviriyorlardı.
Bir gün Hz. Peygamber Beytul-Midrâs’a gitti ve Yahudilere, içlerinden en âlim olan kimseyi karşısına çıkarmalarını istedi. Yahudilerden Abdullah b. Sûriyâ çıkar. Hz. Peygamber ona, Allah’ın, geçmişte Beni İsrail’e verdiği nimetleri hatırlatarak, “Benim, Allah’ın Rasulü olduğumu bilmiyor musun?” diye sordu. Sûriyâ:
“Allahümme, Evet, benim kavmim de şu bildiklerimi ve senin durumunun, sıfatlarının Tevrat’ta beyan edildiğini biliyor.” der. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam:
“Bana iman etmen hususunda sana mâni olan şey nedir?” diye sorduğunda, Sûriyâ:
“Kavmime muhalefet etmeyi kerih görüyorum, umulur ki onlar sana tabi olup müslüman olurlar, o zaman ben de müslüman olurum.” (İbn-i Sa’d, 1, 164) diyordu.
Aslında yahudiler ahir zaman nebisini bekliyordu. İbn Heyyeban isimli bir haham, zuhurunun yaklaştığını müjdeleyerek ahir zaman Nebisi geldiğinde ona tâbi olmalarını Yahudilere vasiyyet etmişti.
Yahudi bilginlerinden biri Mekke’ye geldiği zaman Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselamın dünyaya geldiğini anladı ve Kureyş topluluğunun yanına giderek onlara:
“İçinizde bu gece çocuğu doğan oldu mu?” diye sormuştu. Kureyşliler: “Bilmiyoruz” dediler.
Yahudi: “Yanıldığımı zannetmiyorum, dediğim şeyi araştırınız, bu gece âhir zamanın ve bu ümmetin peygamberi olacak, ismi Ahmed olan kişi doğdu, omuzunda da siyah-sarı bir mührü vardır.” dedi.
Bunun üzerine Kureyş meclisi dağıldı ve herkes meseleyi soruşturmak için evlerine gitti. Onların bazılarına:
“Bu gece Abdullah b. Abdulmuttalib’in oğlu oldu, adını Muhammed koydular” denildi.
Yahudi görmeye gidip sırtındaki mühre bakınca orada bayıldı. Ayıldığında, niçin bayıldığı sorulduğu zaman Yahudi: “Peygamberlik Beni İsrail’den gitti” dedi ve yanında bulunan kitabı çıkararak sözlerine;
“Burada onun savaşacağı yazılıdır” diye ilâve etti. Daha sonra da:
“Nübüvvet ile Arabın şanı yüceldi. Sevinmez misiniz ey Kureyş topluluğu?” diyerek sözlerini tamamladı. (İbn Sa’d, I, 162-163)
Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam Medine’ye hicret ettiği zaman Yahudiler kalelerine çıkarak onun gelişini gözlemişler ve Araplara haber vermişlerdi. Kendileri de merak içinde bekleşiyorlardı.
Abdullah ibn-i Selam radıyallahu anh adlı samimi din bilgini onun hak Peygamber olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Anlayınca da hemen müslüman oldu. Ancak birçoğu bu şekilde dürüst ve samimi davranmadı. Biz onlardan bazılarının durumunu Safiyye bintü Huyey’in bir rivayetinden anlamaktayız.
Safiyye’nin babası Huyey b. Ahtab Beni Nadir Yahudileri’nin reisiydi. Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselamın hicretini haber aldıkları zaman erkek kardeşi Ebû Yâsir b. Ahtab ile birlikte onu karşılamaya gittiler. Hz. Safiyye geç vakitte döndükleri zaman babası ile amcası arasında şu konuşmanın geçtiğini anlatır:
Amcam Ebû Yâsir, babama:
“O, o mu?” diye sordu. Babam: “Evet, vallahi o odur.” dedi. Amcam:
“Onun o olduğundan emin misin?” diye sorduğunda, babam:
“Eminim” diye cevap verdi. Amcam bu sefer babama;
“Ona karşı içinde uyanan nedir?” dedi. Babam:
“Vallahi eski halimde kalacağım, nefsimde uyanan ise, ona düşmanlık hisleridir.” dedi. (İbn Hişâm, II, 165-166)
Ne yazık ki kalbindeki bu hased ve nefret yüzünden bile bile Peygamber Efendimize iman etmediler. Allah-u Zülcelâl:
“Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar! Allah’ın, kullarından dilediğine lütfundan (kitap) indirmesine hased ederek Allah’ın indirdiğini inkâr ettiler ve bu sebeple gazap üstüne gazaba uğradılar. Küfredenlere kahredici bir azap vardır.” (Bakara: 90) buyurarak onları azabla tehdit etti.
Yahudiler İlahî bir kitaba sahip oldukları için Araplarla aralarındaki tartışmalarda üstünlük iddia ederler, Allah’ın dostu ve sevgilileri olduklarını söylerlerdi. Arapları, Tevrat’ta geleceği haber verilen peygambere uydukları zaman onun önderliğinde Arapları Ad ve İrem kavimlerinin akıbetine uğratmakla tehdit ederlerdi.
Hz. Peygamberin İslam’a davet faaliyetleri çerçevesinde zaman zaman Sa’d b. Ubâde, Muaz b. Cebel ve Utbe b. Vehb gibi müslümanlar da Yahudilere giderek:
“Siz bizi gelecek olan bir Peygamber ile korkuttuğunuz halde, o geldikten sonra, onu niçin inkar ediyorsunuz, kaldı ki onun sıfatlarını da anlatıyordunuz.” dediklerinde, Yahudilerden Râbi b. Hureymile ve Vehb b. Yahûzâ:
“Biz kesinlikle böyle bir şey söylemedik. Allah Musa’dan sonra ne bir kitab, ne de bir korkutucu göndermiştir.” diyerek önceki sözlerini ve gönderilen peygamberlerin hepsini inkar ediyorlardı. (İbn Hişâm, 11,212)
Açıkça Düşmanlık ve Fitnecilik
Bedir zaferi Müslümanları sevindirmiş ve Arap yarımadasında müslümanların itibarını artırmıştı. Bu durum Yahudiler’in hased ve nefretini daha da artırdı. Artık düşmanlıkları dini tartışmaların ötesine geçti.
Eskiden beri meşhur olan fitnecilikleri yeniden alevlendi. Bedir’de yenilgiyi tadan Kureyş’e gidip onları öç almaya teşvik ettiler. Hatta müşrik olmalarına rağmen onlara “Sizin dininiz daha hayırlı,” diyorlardı. (Taberi, Tarih, 11,565-566)
Gatafan kabilesini müslümanlara karşı savaşa kışkırtmak için Hayber’in bir yıllık hurmasını vermeyi vadedecek kadar müslümanlara karşı kin besliyorlardı. (Vâkıdî, 11,441-443)
Arabistan yarımadasında o devrin medya aracı şiirlerdi. Yahudilerden bazıları şiirleriyle İslam’a zarar vermeye çalışıyordu. Ka’b b. el-Eşref isimli yahudi, şiirleriyle Hz. Peygamberi ve Müslümanları hicveder, Kureyş’in Bedir’de ölen yakınları için ağıtlar yakarak onları öç almaya teşvik ederdi. Söylediği şiirlerle müslüman kadınlara sarkıntılık etmeye ve bedevi kabilelerini müslümanlara karşı savaşıp müslüman kadınlarını ele geçirmeye teşvik etmeye de başlamıştı. Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam bu alçak adamın fitnesinin bertaraf edilmesini emredince Ensar’dan bir zat onu öldürerek ihanetinin bedelini ödetti.
Yahudi kabilelerinden bazıları o zamanın teknolojisi diyebileceğimiz ustalık ve hünerlere sahipti. Mesela Kaynuka oğulları silah yapımında mahirdiler. Bu onlara üstünlük duygusu ve küstahlık veriyordu.
Aynı zamanda kuyumculukla da uğraşan bu yahudi kabilesi, alışveriş için gelen bir müslüman kadına çirkin bir davranışta bulundu. Kadının eteğini bir yere bağlayarak kalkıp gitmek istediği zaman üzerinden düşmesine sebep oldu. Bu sataşmayı gören bir müslüman genç kadını müdafaa etmek isteyince de onu şehit ettiler. Artık açıkça saldırganlaşıyor ve Müslümanlarla aralarındaki anlaşmayı bozuyorlardı.
Peygamber Efendimiz Yahudileri anlaşmalarına sadık kalmaları için uyardı:
“Ey Yahudi topluluğu, Allah’tan korkunuz ve Kureyş’in başına gelen sizin de başınıza gelmeden önce müslüman olunuz…” Buna cevap olarak Yahudiler:
“Ey Muhammed; Muhakkak sen cahil (ve savaş bilmeyen) bir kavimle karşılaştın. Onları yenmen seni gururlandırmasın. Vallahi biz savaşçı insanlarız, şayet bizimle savaşırsan, bizim ne savaşçılar olduğumuzu anlarsın. Şüphesiz sen bizim gibisiyle savaşmadın.” diyerek Hz. Peygamber’e meydan okudular. (İbn Hişâm, II, 201)
Benî Kaynuka Yahudîlerinin bu kibir ve gurur dolu sözleri üzerine inen âyet-i kerime, akibetlerini şöyle ilân etti:
“İnkâr edenlere de ki: Siz dünyada mağlup olacak, âhirette de Cehenneme toplanacaksınız. Ne kötü bir yataktır o!” (Âl-i İmrân, 12)
Aynı hâdiseyle ilgili olarak nazil olan âyet-i kerimede ise, Peygamberimize, ahdini bozan bu Yahudîlerle çarpışmaya izin verildi:
“Eğer bir kavmin hıyânetinden endişe edersen, antlaşmayı feshettiğini onlara açıkça ve adâlet üzere bildir. Muhakkak ki Allah hâinleri sevmez.” (Enfâl, 58)
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam Kaynuka oğullarının fitnesini bertaraf etmek üzere harekete geçti. Kaynuka oğullarının muhkem kaleleri vardı; oraya çekildiler. Rasulullah aleyhisselatu vesselam ordusuyla on beş gün süren muhasara sonunda teslim olmaya mecbur etti ve Medine’den sürüp çıkardı. Bu güçlü ve savaşçı kabilenin Medine’den çıkarılması İslam düşmanlarına göz dağı verdi.
Yahudi kabileleri müslümanlara verdikleri sözde durmuyorlar, fitnelerine ve ihanetlerine yenilerini ekliyorlardı.
Hicretin 5. Senesi müslümanlar Hendek Muharebesi sırasında Benî Kurayza Yahudilerinin ihaneti yüzünden çok zor zamanlar geçirdi. Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına göre, yahudilerin de vatandaşı oldukları Medine’yi Müslümanlarla el ele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat onlar tam tersine anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle iş birliğine giriştiler.
Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve “Muhammed’le aramızda ne ahid vardır, ne de akid.” dediler. Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam için de küstahça sözler sarfettiler.
Bundan sonrasında müslüman erkeklerin siperler arkasında şehri müdafaa ettikleri sırada kadın ve çocukların üzerine musallat olarak Müslümanları, iki ateş arasında bıraktılar. Bu yaptıkları anlaşmaya göre büyük bir hıyânetti. Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam da Tevrat’a göre ihanetlerinin cezasını verdi ve yahudilerle en güzel surette mücadele etti.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem yahudi kabileleri birer birer boyun eğdirdi ve en sonunda sığındıkları Hayber kalesini de fethedip yahudi fitnesini ortadan kaldırdı.
Peygamberimizi Zehirleme Teşebbüsü
Hayber’in fethinden sonra da rahat durmadılar. Savaşla, Resûl-i Ekremi mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer hâince bir tertibin içine girdiler. Onu zehirlemeye karar verdiler.
Bu sinsi ihâneti gerçekleştirmek için Yahûdîlerin reislerinden Hâris’in kızı Zeyneb, Resûlullâh’ı ashâbıyla birlikte yemeğe dâvet etti. Bir koyun kızartarak her tarafını zehirledi. Efendimiz’in hayvanın kürek kısmını daha çok sevdiğini öğrenerek orayı daha fazla zehirledi. Allâh Resûlü, ilk lokmayı mübârek ağızlarına alır almaz, onu çıkararak ashâba:
“–Bu et, bana zehirli olduğunu haber veriyor; sakın yemeyiniz!” buyurdular. Ancak ashâbdan Bişr bin Berâ, Resûlulâh’ın yemeğe başlaması üzerine etten bir parça almış, Hazret-i Peygamber’in îkâzı sâdır olmadan evvel çiğneyip yutmuş bulunuyordu. Onun dışındakiler yemeğe el sürmemişlerdi.
Çok geçmeden ihâneti yapan kadın yakalanıp Allâh Resûlü’nün huzûruna getirildi. Peygamber Efendimiz ona:
“–Bu koyunu sen mi zehirledin?” diye sordu. Kadın:
“Zehirlediğimi Sana kim haber verdi?” dedi. Resûlullâh sallallahu aleyhi vesellem:
” Şu önümde bulunan kürek kemiği haber verdi.” buyurdu. Kadın;
” Evet, ben zehirledim!” diyerek suçunu îtirâf etti. Allâh Resûlü bunu niçin yaptığını sorunca da:
“Kendi kendime; ‘Eğer o gerçekten Peygamberse yaptığım şey, kendisine muhakkak Allâh tarafından bildirilir ve zehir kendisine zarar vermez; eğer o yalancı biri veya bir hükümdarsa, bu zehirden ölür, böylece kendisinden kurtulmuş oluruz!’ diye düşündüm!” dedi. Peygamber Efendimiz:
” Allâh, bunu yapacak gücü sana vermemiştir!” buyurdu.
Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam bir lokmayı ağzına almıştı. Zehrin tesirinden kurtulmak için, iki omzunun arasından kan aldırdı. (Buhârî, Cizye, 7; Müslim, Selâm, 45; İbn-i Hişâm, III, 390; Vâkıdî, II, 678-679; Heysemî, VI, 153)
Allâh Resûlü üç sene sonra, vefâtı esnâsında hastalığının bu zehirden olduğunu ifâde etmiştir. (Hâkim, III, 242/4966)
Kuran-ı Kerim’de Rabbimiz bize yahudilerin ahlakı ve fitneleri hakkında apaçık bilgiler vermiştir. Bugün de müslümanlar benzer imtihanlardan geçmektedir. Bize düşen bunlardan ibret alıp basiretle hareket etmektir.