KAPAK / Azmedince Allah’a Tevekkül Et
KAPAK
“Azmedince Allah’a Tevekkül Et”
Abdullah Sofuoğlu
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanını artırır ve bütün işlerinde sadece Rablerine tevekkül eder (dayanıp güvenirler.)” (Enfâl; 2)
Tevekkül sözlükte “dayanmak, güvenmek, itimat etmek ve işi başkasına havale etmek” anlamlarına gelir. Dini ıstılahta ise “elinden geldiği kadar meşrû yollara başvurup, tedbirler alıp gerekli çabayı gösterdikten sonra Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O’na bırakmak” demektir.
Kur’an-ı Kerîm’de kırk âyette vekil, tevekkül ve aynı kökten kelimeler geçmektedir. Bütün bu ayet-i kerimelerde Allah’a güvenip dayanmanın imanın gereği olduğu bildirilmektedir.
Tevekkül ne yazık ki zamanımız insanının adeta yabancılaştığı bir mefhum haline gelmiştir. Bilhassa rızık konusunda Allah’a tevekkül unutulmuş gibidir.
Modern insan her şeyi kendi gücüyle, zekasıyla, çalışmasıyla başardığını düşünür. Batıdan gelen kitaplar ve yayınlar da böyle düşünmeye sevk eder. Bilhassa kişisel gelişim alanındaki yayınlarda sanki her şey insanın elindeymiş gibi bir üslup vardır. Allah’ın o şeyi nasip etmesinden veya farklı bir şey takdir etmesinden hiç bahsedilmez.
Bu zihniyet insana büyük bir rol biçerken aslında omuzlarına da büyük bir yük yükler. Sanki insan kendi nasibini yoktan var ediyormuş gibi bir vehme sebep olur.
Halbuki dünyadaki rızıklar, nimetler, nasipler insanın onlardan daha haberi bile yokken bir sebepler dairesi içinde yaratılmakta ve karşısına çıkmaktadır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. (Rızkını kendisi temin edemiyor.) Onlara da size de rızık veren Allah’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (Ankebût, 60)
Bütün mahlukatı rızıklandıran yüce Yaratıcı, insanoğlunu da rızıklandırmakta, ona ihtiyaç duyduğu maddî-mânevî türlü nimetleri bahşetmektedir.
Çalışmak, Nasibini Aramaktır
Elbette bu alemi kulluk imtihanı için yaratmış olan Rabb’ül Alemin, her şeyi bir sebebe bağlamıştır. O sebeplere sarılmak da bir kulluk vazifesidir.
Allah-u Teâlâ ayet-i kerimede;
“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 39) buyurmakla dünya ve ahiret nasiplerinin ancak çalışmakla ele geçeceğini bildirmektedir.
Müslüman bir insan, kendi yaratılışındaki kabiliyetlere göre, helal bir yol tutup nasibini arar. Eğer tevekkül sahibi, gerçek bir mümin ise, nasibini ararken asla helal yollardan ayrılmaz, gayr-i meşru yollara sapmaz. Çünkü nasibi ne ise onun kendisine helal bir sebep ile ulaşacağını bilir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Eğer siz Allâh’a gereği gibi güvenseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd, 33) buyurarak, rızık konusunda insanoğlunun durumunu özetler.
Kuş, rızkını kendisi yaratmaz, hatta rızkının nerede olduğunu da bilmez. Yuvasından çıkıp rızık bulabileceği yerlerde dolaşır. Rabbi onun için uygun rızıkları yaratıp hazırlamıştır. Kuş aç olarak yuvasından çıkıp rızıklanmış olarak döner. İnsanın da durumu buna benzerdir. Rızık vesilelerine baş vurur ama bilir ki o rızkı ona nasip eden Rezzak’ul Kerim olan Rabbi’dir.
Rızkının ezeli bir takdir ile belirlendiğine inanan bir kul, helalden gelen nasibine razı olur. Helal haram ayırt etmeden hırsla hareket edenlere imrenmez. Çünkü bu geçici dünyada helal ile yetinmenin insanı ahirette sonsuz bir azaptan kurtaracağına iman eder. Nasibi dar bile olsa bunun kendisi için daha hayırlı olacağına inanır ve tevekkül eder.
Evet belki imtihan gereği inkarcı toplumlar dünyayı talan etmekte, sömürmekte, lüks hayat yaşamaktadır. Onların tek gayesi dünya hayatını zevkli bir şekilde yaşamaktan ibaret olduğu için bütün gayretlerini buna teksif etmişler, bu uğurda zulmekten de geri kalmamışlardır. Ama bu yolun sonu korkunç bir azapla bitecektir. Ayet-i kerimede buyurulur:
“İnkâr edenler ateşe arz olunacakları gün (onlara şöyle denir): “Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!”” (Ahkaf, 20)
Tevekkül Pasiflik Değildir
Zamanımızda Müminlerin kendilerini haram yollardan alıkoymaları, az da olsa helal ile yetinmeleri pasiflik gibi görülmektedir. Halbuki tevekkül etmek mümini ancak haramlardan ve azgınlıktan alıkoyar. Yoksa dinimiz pasif olmayı, aciz kalmayı tevekkülün icabı olarak tarif etmez.
Tevekkül ne tedbir almamayı, ne çalışmamayı, ne sebeplere riayet etmemeyi ifade etmez. İmam Gazâlî -kuddise sirruh- “Kimyâ-yı Saâdet” kitabında bu hususu şöyle açıklamıştır:
“Bazı kimseler tevekkülü, her işi oluruna bırakıp, kendi iradesiyle bir şey yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tasarruf yapmamak, yılandan, akrepten, aslandan sakınmamak, hasta olunca ilâç içmemek, dîni, şerîatı öğrenmemek, din düşmanlarından sakınmamak sanır. Tevekkülü böyle düşünmek yanlıştır. Şeriata uygun değildir. Şeriata uygun olmayan şeyler, nasıl tevekkül olabilir?”
Çalışmak, tedbir almak, sebeplere sarılmak Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin fiili sünnetidir. Neticeyi Allah’a bırakmak ise kalbindeki hâldir. Nitekim Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselamı ziyarete gelen bir bedevî;
“–Deveyi bağlayıp da mı yoksa bırakıp da mı Allâh’a tevekkül edeyim?” diye sorunca Peygamberimiz;
“–Deveni bağla da öyle tevekkül et!” (Tirmizî, Kıyâme, 60) buyurmuş ve bedevîye vazifesini yaptıktan sonra tevekkül etmesini emretmiştir.
İslam’ın bütün emir ve nehiylerinde olduğu gibi tevekkül hakkında da örneğimiz, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’dir. Bu mevzuda Kur’ân-ı Kerim’de yüce Rabbimiz Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam’a şöyle buyuruyor:
“(Ey Muhammed!) Karar verip azmettiğin zaman Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah kendisine tevekkül edip, güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)
Demek ki tevekkül etmek, bir işe azmetmeye mani değildir, aksine azimli olmaya yardımcıdır. Çünkü insanoğlu birçok zaman sebeplere bakıp ümitsizliğe düşebilir. Mesela Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam insanları İslam’a davet ettiği zaman kavminin önde gelenleri ona iman etmediler. İman eden az sayıdaki fakir, güçsüz ve zayıf kişilere bakılacak olursa onlara güvenip bir yola çıkmak mantığa uygun gibi görünmemekteydi. Fakat Allah-u Zülcelâl insanlara değil Allah’a güveniyordu. Bu din, Allah’ın dini ve kullar da Allah’ın kullarıydı. Onlara ne zaman hidayet vereceğini en iyi bilen de Allah-u Zülcelâl idi.
Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam şartların zahirine bakıp ümitsizliğe düşmedi, gevşemedi. Allah’a güvenip dayanarak kendisine emredileni yaptı. O davetine devam etti. İnsanlara anlattı, örnek oldu, güzel ahlakıyla sevdirdi. Vazifesini yaparken neticenin ne olacağından endişe etmedi. Çünkü neticede zaferi vermek Allah’ın takdirine bağlıydı.
Elbette Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam ve ashabı da birçok zorluklarla ve imtihanlarla karşılaşıyorlardı. Bu durumlarda İslam düşmanları hemen seviniyorlardı. Rabbimiz onların durumu hakkında şöyle buyuruyor:
“Sen iyi bir sonuç elde etsen bu onlara (münafıklara) üzüntü verir; ama başına bir musibet gelse, “Biz tedbirimizi önceden almıştık” derler ve sevine sevine dönüp giderler. De ki: “Allah bize ne yazmışsa başımıza ancak o gelir, O bizim Mevla’mızdır.” Müminler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar. De ki: “Sizin bizim hakkımızda beklediğiniz, ancak iki güzellikten biridir. Bizim sizinle ilgili beklentimize gelince, Allah ya katından bir belâ gönderecek veya sizin cezanızı bizim elimizle verecektir. O halde sonucu siz de bekleyin, biz de sizinle birlikte bekleyelim.” (Tevbe, 50-52)
Ayet-i kerimede; “Sizin bizim hakkımızda beklediğiniz, her hâlükârda iki güzellikten biridir;” ifadesi, alimler tarafından “Ya Allah yolunda şehid olur, çok yüce bir mertebeye erişiriz, ya da savaşın sonunda sağ kalmışsak zafer sevincini yaşarız,” şeklinde açıklanmıştır. (Taberî, X, 150-151; İbn Atıyye, III, 43-44)
Müslümanlar için bu dünya hayatı asıl gaye değildir. Velev ki İslam’a hizmet yolunda şehit düşer veya zaferin kazanıldığını göremezse de onun yaptığı fedakarlıklar Allah’ın katında zaten yazılmıştır ve ahirette mükafatını alacaktır. Eğer nasipte varsa ahiretteki mükafattan önce dünyada da zafer nasip olabilir ki buradaki ifade, eğer samimiyetle inanırlarsa zaferin de gerçekleşeceğini müjdeler.
Müslüman dünya ve ahiret işleri için gayret gösterir, çalışıp çabalar. Ancak neticeyi ancak Allah’ın nasip edeceğine de inanır ve tevekkül eder. Çalışmadan her şey hazır olarak gökten insin diye beklemek tevekkül değil, tembellik ve ahmaklıktır.
Hz. Ömer radıyallâhu anh’ın “Biz tevekkül ehliyiz.” diyerek, mescidde gelen gidenin sadakasıyla geçinmeyi alışkanlık hâline getirenleri; “Hayır siz teekkül ehlisiniz! (Hazır yiyicilersiniz!)” diyerek dağıtması meşhurdur. (Bkz. İbn-i Ebi’d-Dünyâ, et-Tevekkül, s. 45)
Rabbimizin razı olduğu tevekkül, insanlardan değil Allah’tan korkmak, sebeplere değil sebepleri Yaratan Allah’a dayanıp güvenmektir. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurur:
“Birtakım insanlar onlara, ‘İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun’ dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ diye cevap verdiler” (Âl-i İmrân; 173)
İnsanın, zekatını vermek şartıyla para biriktirmesi ve benzer şekilde başına gelebilecek şeyler için tedbir alması tevekküle mâni değildir. Esasen insanın bu dünyada her ihtimale karşı tedbirli olması da mümkün değildir.
Her türlü kötü ihtimali düşünüp durmak insanı vesveseye ve karamsarlığa düşürür. Bu durumda da hayattaki asıl vazifesine bakamaz. Bu sebeple makul bir yol takip etmek gerekir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bizlere öğrettiği şu duâ kalbe gelebilecek her türlü vesvesenin en güzel çaresidir:
“Allâh’ım! Kendimi Sana teslim ettim. Yüzümü Sana çevirdim. İşimi Sana ısmarladım, işimde Sana güvendim. (Rızânı) isteyerek, (azâbından) korkarak sırtımı Sana dayadım, Sana sığındım. Sana karşı yine Senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin Peygambere inandım.” (Buhârî, Vudû 75, Deavât 6, 9; Müslim, Zikir, 56-58)
Rabbimiz, cümlemizi tevekkül ve teslimiyet ehli kullarından kılsın.