ALLAH DOSTLARI / Hâce Ubeydullah Ahrâr -KS-
ALLAH DOSTLARI
Hâce Ubeydullah Ahrâr -KS-
Yusuf Şahin
Ubeydullah Ahrâr kuddise sırruh hazretleri Hicrî 806 senesinin Ramazan ayında Taşkent’te doğdu. Nesebi Hz. Ömer’e ulaşır. Silsile-i Âliyye’nin on sekizincisidir.
Çocukluğunda hem mektebe devam etti hem de ziraatla uğraşan babasına yardımcı oldu. Yirmi iki yaşına geldiğinde dayısı Hâce İbrâhim onu ilim tahsili için Semerkant’a götürdü. Burada Nakşibendî şeyhi Sa‘deddîn-i Kâşgarî ile birlikte Nizâmeddin Hâmûş’un sohbetlerine katıldı. Şehir şehir dolaşıp Nakşibendiyye tarikatının önde gelen şeyhlerini ziyaret etti. Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin kabrini ziyaret etti. Onun pek çok halîfesiyle görüştü, bilhassa Alâaddîn Gucdüvânî Hazretleri ile 40 gün sohbet etti ve ondan irşâd icâzeti aldı. Sonunda Nakşibendî şeyhi Yâkub Çerhî’ye intisap etti.
Yakub Çerhî Hazretleri yanındakilere onun hakkında şöyle buyurdu:
“Mürîd dediğin, mürşidin huzûruna işte böyle gelmeli! Her şeyi ile mânen hazır durumda olmalı. İş sadece icâzet yazmaya kalmış. Lambayı, yağı ve fitili hazırlamış, sadece kibrit çakmak gerekiyor.”
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, üç ay kadar Yâkub Çerhî Hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra hilâfet alarak Herat’a döndü ve halkı irşâda başladı.
İrşad faaliyeti sırasında bir yandan da ziraat ve ticaretle meşgul oluyordu. Semerkant, Buhara, Taşkent, Karşı gibi şehirlerde çok sayıda dükkân, bahçe, köy, mezraa ve sulama kanalı satın aldı; bunların bir kısmını cami, medrese ve tekkelere vakfetti. Dünya işlerini terk etmez, malıyla İslam’a hizmet ederdi. Bu hususta şöyle derdi:
“Hâcegân yolunda halvet der-encümen (halk içinde Hak ile olmak) esastır. Bu yüce tâife, yollarını bu esas üzerine binâ etmişlerdir. Bu kâide; “Öyle erler vardır ki onları ne ticaret ne de alışveriş Allah’ın zikrinden alıkoyabilir…” (en-Nûr, 37) âyetinin saâdet dolu mânâsından çıkarılmıştır.”
Allah-u Zülcelâl onun mahsulüne öyle bir bereket vermişti ki, her yıl 800 bin batman (700 ton) zahire uşur (zekat) verirdi. Ambarlarına konulan mahsul, çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Kendisi bu konuda; “Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır” buyururdu.
Fakirlere çok yardım eden Ubeydullah Ahrâr hazretleri, halkı sultanların zulmünden korumak için sultanlarla iyi ilişkiler kurmuş, savaşın eşiğine gelen yöneticileri barıştırarak halkı katliamlardan korumuştur. Sultan Ebû Said’in yerine geçen oğlu Sultan Ahmed Mirza ile Taşkent yakınlarında Şâhruhiye’de gayri müslim Moğol ve Özbek askeri arasındaki savaşı önlemiş ve barış yapılmasını sağlamıştır. Bu arada birçok kişinin İslâm’ı benimsemesine vesile olmuştur.
Yağmacı Moğollar Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin sohbetinden öyle müteessir oldular ki, hepsi İslâm’la şereflendi. İki bine yakın esir ile on bin kadar hayvanın tamamını Ubeydullah Ahrâr Hazretlerine iâde ettiler.
Bir hükümdarın yanında bulunup onun dine aykırı davranışlarını ve zulümlerini engellemenin, bir mazlumun gönlünü hoş etmenin nâfile ibadetlerden daha üstün sayıldığını söylemiştir. Ubeydullah Ahrâr hazretleri bir defasında Herat’a gidip zamanın sultânı ile görüşerek dinen meşrû olmayan “tamga” adındaki ticaret vergisini kaldırmasını istedi. Sultan da Buhâra ve Semerkand şehirlerinden bu vergiyi kaldırdı, ayrıca ülkesindeki bütün gayr-i İslâmî vergileri kaldıracağına dâir söz verdi.
Ubeydullah Ahrâr hazretleri muhabbet hakkında şöyle söylemiştir:
“Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in mescidine açılan çok sayıda kapı vardı. Son hastalıklarında Hz. Ebûbekir radıyallahu anhın evine açılan kapı hâriç, diğerlerinin kapatılmasını emrettiler. Sahâbe-i kirâm da bu emri yerine getirdiler. Âlimler bu hususta pek çok beyanlarda bulunmuşlardır. Bunları şöyle hulâsa edebiliriz:
Hz. Ebûbekir’in Resûlullah’a olan muhabbeti, tam anlamıyla “fenâ fi’r-Resûl” makâmının zirvesidir. Dolayısıyla bu hâdisede şu mânâya işaret vardır: Muhabbet bağı dışındaki bütün bağlar kesilmiş, sadece, maksûda ulaştıracak yegâne yol olan muhabbet yolu açık bırakılmıştır. O hâlde, Hak yolunda kılavuzluk etmeye lâyık bir Hak dostuna bağlılık da, muhabbet ile olmalıdır. Hâcegân yolu, Hz. Ebûbekir’e dayanır ve kendisine muhabbeti esas alır. Onların yolu hakîkatte, bu muhabbet bağını gözetmek ve aslâ kaybetmemektir.”
Kalplerin Doktoru
Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin dedesi de âlim ve veli idi. Vefat edeceği sırada, torunları ile tek tek vedalaştı. Ubeydullah-ı Ahrar o zaman çok küçüktü. Onu görünce, kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi:
“Ben, bunun büyük bir zat olduğu zaman hayatta olmam. Bu İslamiyet’e hizmet edecektir. Cihan padişahları bunun sözünü dinleyecekler” dedi.
Ubeydullah Ahrar Hazretleri bir gün rüyasında Hazret-i Îsâ aleyhisselamı görmüştü. Bâzı yakınları bu rüyayı, onun tabip olacağı şeklinde tâbir etmek istemişti. Ancak o, bu rüyayı, kendisine ölü kalpleri diriltme, yani halkı irşâd ederek gönüllerini ihyâ etme vazifesi verileceği şeklinde tâbir etmişti.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurur:
“İlk zamanlar, içimde öyle bir niyaz fırtınası kopmuştu ki, hür-köle, büyük-küçük, avâm-havâs demez, kime rastlasam büyük bir tevâzû ile ondan duâ ve himmetlerini ricâ ederdim.”
Yoklukta da Cömert
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri zenginliğe kavuşmadan önce de çok cömertti. Bir hatırasını şöyle anlatmıştır:
“Bir gün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:
– Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun? dedi.
O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya:
– Şu sarığımı al! Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Bunun karşılığında şu aç insanı doyuruver! dedim.
Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabûl etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.
Ubeydullah Ahrar hazretleri hizmet hakkında da şöyle buyururdu:
“Ben bu yolu, sûfîlerin kitaplarından öğrenerek değil, bilâkis halka hizmet ederek katettim… İşte hizmet, bu derece fazîletlidir. Herkesi farklı bir yoldan götürdüler, bizi de hizmet yolundan götürdüler. İşte bu yüzden hizmet; benim râzı olduğum, tercih ettiğim ve sevdiğim bir usûldür. İstîdat ve liyâkat gördüğüm kişilere hizmeti tavsiye ederim.”
Gençlik çağında hastalara bakmış ve karşılıksız olarak hizmet etmiştir. Hizmetlerinden bir kısmını şöyle anlatmıştır:
“Semerkand’da Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devam ettim.”
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri hizmetine karşılık bir şey vermesinler diye de gizlice yanlarından ayrılırdı. Fakirlik zamanlarında olmasına rağmen fakirliğe sabreder, karşılık kabul etmezdi.
“Ne atım ne de bir merkebim vardı. Senede bir hırka giyerdim, onun da eskimekten pamukları dışarı çıkardı. Her üç senede bir kürk ve basit bir ayakkabıyla idâre ederdim.”
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla sonradan büyük bir servete sahip oldu. Fakat mütevazılığından Allah için bizzat hizmet etmekten geri kalmazdı. İnsanlara karşı yardım ve şefkatleri son derecede büyüktü.
Helal Lokma Hassasiyeti
Önde gelen talebelerinden Mevlânâzâde şöyle anlatır:
“Bir gün yemek pişirip Hâce Ubeydullah Hazretlerine ikram etmiştim. Yemeğe ellerini sürmediler ve:
“–Bu yemek hazırlanırken ihtiyatlı davranılmamış! Bir bakın, araştırın, kusur nerededir?” buyurdular.
Yapılan sıkı bir araştırma neticesinde, yemeğin piştiği ocağa, helâl olup olmadığı şüpheli olan bir parça odun atıldığı anlaşıldı. Bunu öğrenen Ubeydullah Ahrâr celâllenerek şöyle buyurdu:
“–Mâneviyat yolunda işin temeli gıdâya dikkattir. Buna çok ehemmiyet vermek zarurîdir. Zira insanın bedenine giren şeylerin tesiri, onun zâhirinde görülür. Gördüğünüz bütün bu zevksizlik ve perişanlıklar, çoğu zaman şüpheli gıdâlar yemekten kaynaklanır.”
Hâce Ubeydullah Hazretleri Horasan’a gitmek için izin isteyen bir dervişe şöyle nasihat etti:
“Alâüddîn Gucdüvânî Hazretlerinden ayrılırken bana demişti ki:
“Yolda giderken kendi kendine söz ver:
“Filân mevkiye varıncaya kadar mânevî hâlimi muhâfaza edeceğim, gâfil olmayacağım.” de! Tâyin ettiğin yere vardığın zaman bir başka yer daha kararlaştır ve oraya kadar yine gafletten uzak dur. Bu minvâl üzere, yer yer, durak durak zikir hâlini muhâfaza etmek için gayret et! Kalbî huzur ve mânevî uyanıklık sende meleke hâline gelinceye kadar bu usûle devam et!”
Manevi hali kaybetmenin sebepleri hususunda şöyle buyurmuştur:
“Sâlik bazen mânevî hâlini kaybedebilir. Bunun sebebi, ekseriyetle şu tür hareketlerdir:
– İslâmî kâidelere aykırı fiillerde bulunmak. Haram veya şüpheli bir gıdâ yemek gibi…
– Kul hakkına girmek. Bir mü’minin gıybetini yapmak gibi…
– Allah’ın mahlûkâtına merhametsiz davranmak ve ona zarar vermek. Sebepsiz yere bir kediyi, köpeği rahatsız etmek gibi…”
İstanbul’un Fethi’nde Bulunması
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet Han tarafından kuşatılması esnasında Orta Asya’dan tayy-i mekân ederek fethe iştirâk etmiştir. Torununun oğlu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:
“Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra âniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkand’dan dışarı çıktı. Talebelerine; “Siz burada oturunuz!” buyurdu.
Mevlânâ Şeyh isminde bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ânî yolculuğun hikmetini sordular. O da:
“Türk sultânı Mehmed Han, benden istiânede bulundu (yardım taleb etti). Ben de O’na yardıma gittim. Allâh’ın izniyle zafer kazanıldı.” buyurdular.”
Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin torunu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:
“İstanbul’a gittiğimde Sultan 2. Bâyezît şöyle buyurdu:
“Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdâda yetişmesini istedim. O zât, şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:
“–Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.
O zâta:
“–Küffâr askeri çok fazla!” dedim.
O da bana cübbesini açarak:
“–İçine bak!” dedi.
Cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu görünce hayretler içinde kaldım:
“–Onların hepsi İslâm ordusuna yardım etmek için geldi.” buyurdu ve devam etti:
“–Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e vur ve bütün askere hücum emrini ver!”
Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti.”
Eserleri:
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri pek çok büyük zât yetiştirmiştir. Büyük âlim Molla Abdurrahman Câmî Hazretleri de ona muhabbetle bağlananlardandır. Molla Câmî Hazretleri, üstâdına duyduğu muhabbeti, emsalsiz ifâdeleriyle dolu manzum ve mensur eserlerinde cümle âleme açıkça sergilemiştir. Bunların en meşhuru, bizzat ona armağan ettiği Tuhfetü’l-Ahrâr isimli mesnevîsidir.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bütün ömrünü, halkın irşâdı ve hayır hizmetleriyle geçirmiştir. Fıkarât, Risâle-i Havrâiyye, Risâle-i Vâlidiyye, Ruka‘ât (Mürâselât) gibi kıymetli eserler kaleme almıştır.
Ubeydullah Ahrâr 29 Rebîülevvel 895’te (20 Şubat 1490) Semerkant’ta vefat etti ve burada defnedildi. İki oğlu ve iki kızı olmuş, geride birçok vakıf eseri ve mürid bırakmıştır. Oğulları Muhammed Yahyâ ve Muhammed Abdullah ile Mîr Abdülevvel, Fahreddin Safî, Mevlânâ Şeyh Ahmed, Seyyid Ali Kürdî Maktûl, İsmâil Şirvânî, Mevlânâzâde Otrârî, Îsâ-yı Fâzıl Buhârî, Şeyh Ahta, Abdullah-ı İlâhî, Muhammed Kâdî-i Semerkandî ve Muhammed Zâhid Vahşıvârî önde gelen halifeleridir.
ÖZLÜ SÖZLERİ
Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretleri buyururdu ki:
“Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.”
***
“Kalbin kararmış olmasının alameti, günahlardan üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. İşlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz.”
***
“Eğer kişi gayret ve îtinâ ederek zikirle meşgul olursa, kısa zamanda öyle bir mertebeye erişir ki, duyduğu sesler ve halkın konuşmaları ona zikir gibi gelir. Hattâ kendi konuşmaları da böyledir. Ancak gayret ve îtinâ olmazsa, bu hâl gerçekleşmez.”
***
“Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir.”
***
“Eğer, kalp huzuru, insanda sıhhatli ve genç iken meleke hâline gelmezse, ihtiyarlıkta dimağ ve beden zaafiyetinin ortaya çıkması sebebiyle bunun kazanılması daha da zorlaşır.”
***
“İnsanın kıymeti; idrakinin, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır.”
***
“Tasavvuftan maksat, kendini zorlamadan her an Allah-u Teâlâ’yı hatırlamaktır.”
***
“Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz.”
***
“Bu yolda nefesi zikrullah ile yıkayıp muhâfaza etmek ve buna çok ehemmiyet vermek gerekir. Yani her nefesin kalbî huzur ve mânevî uyanıklık içinde sarf olunması lâzımdır.”
***
“Sâdık mürîde düşen vazife, Allah dostlarının gönüllerine girebilmek ve onların emirlerini büyük bir samimiyetle yerine getirmektir. Onların arzularını, kendi arzularının üstünde tutmaktır.”
***
“Fazla açlık ve uykusuzluk, akla zarar verir. Böyle bir akıl da hakîkati idrakten âciz kalır. Bu yüzden bâzı riyâzat ehlinin keşiflerinde hatâlar vâkî olmuştur.”
***
“Belalara sabretmek hatta şükretmek gerekir. Çünkü, Allah-u Teâlâ’nın birbirinden acı belaları vardır.”
***
“Ene’l-Hak” demek kolaydır. “Ene”yi yok etmek müşküldür.”
***
“İnsanın yaratılış gâyesi kulluktur. Kulluğun özü ise devamlı tevâzû, mahviyet, hiçlik, yokluk ve huşû hâlinde Hakk’a ilticâ etmek, her hâlükârda Cenâb-ı Hakk’ın azametini tefekkür etmek ve O’nun her an bizimle beraber olduğunu unutmamaktır.”
***
“Her geçen saatimizi kontrol etmeli, gafletle mi yoksa huzurla mı geçirdiğimizin hesabını yapmalıyız. Buna muhâsebe denir. Şayet vaktimizi gafletle geçirmişsek, hemen dönüp amel-i sâlihlere devam etmeliyiz.”
***