HASBİHAL / Ölümle Ölünüyor mu?

HASBİHAL
Ölümle Ölünüyor mu?
Davut ZAT
Gün gelir tek başına doğar dünyaya insan. Büyür, yaşar ve çok olay görür, çok insanla tanışır. Gün de gelir, köprülerin altından nice sular akar. Bu handan ve insan hayatından nice insanlar gelip geçer. Hayattaki varlığının gayesini çözemeyenler, ölümün ve hayatın da gizemini çözemeden göçüp geçerler…
Gayesizlik ufuksuzluktur da aynı zamanda. Herkesin hayattan bir gayesi vardır elbette. Dünyadan bir şeyler bekler insanoğlu. Bakış açıları da farklı farklıdır içinde yaşadığımız toplum insanının. Hayat gerçeklerine de sosyal yapının gerçeklerine de farklı bakar insanlar. Herkes alt yapısında taşıdığıyla bir pencere açar; hayat adına umutlanmak ve mutlu olabilmek için.
Çoğunlukla sorgusuz insan, ne olduğunu anlamadan yaşar hayatı. Gününü gün ederken unutur yarınını. Anı yaşamak isterken bir sonraki an’ın gerçeğiyle yüzleşmekten de kaçmayız mı hepimiz de? Sevimsiz bulduğumuz, duymak istemediğimiz, ya da işimize gelmeyen gerçekler karşısında biraz da kaçak güreşmiyor muyuz? Kendimizi rahatlatmak, daha fazla gerilmemek, sürekli sorunlar üretmemek adına belki de böylesi daha anlamlı geliyor insanoğluna…
Kim bilir insan; yaşadığı acıları, kötü tecrübelerini ve hatırlamak istemediği tatsız olayları unutmak ister bazen de. Zira böylesi zamanlarda ihtiyaçtır, belki de unutmak! Görmezden gelmeye, unutmaya, hatırlamamaya, ötelemeye ve zamana bırakmaya ihtiyaç duyar, hayatın uzun soluklu oluşu ve geçiciliği karşısında… Hepimizin de böylesi unutmaları yok mudur? Sevdalarınızı, sevdiklerinizin sizde bıraktığı üzücü hadiseleri, yarım kalan özlemlerinizi, yakınlarınızın ölümünü ve daha bilmem nicelerini…
Ancak unuttuğumuz öyle bir hakikat var ki, akıl çatlatan ve yürek patlatan cinsten; o da ölüm gerçeğidir!
Ölümle Yüzleşmek
İnsanın öleceğini bilmesi; bir yandan nefsinin azgınlıklarını, hırslarını, gazap ve öfkelerini zapt ederken, diğer taraftan ise mutsuzluğa sevk etmiyor mu?
Hayat sonlu ve kaçılmayacak bir gerçek. Bu gerçekle sık sık yüzleşebilmenin, kişinin oto kontrol sistemi açısından son derece önemli olduğu düşüncesindeyim. Kendisinin nereye gideceğini kestirebilen insan, erken ya da geç bir vakitte gitmenin vakıa olduğunu hakkı ile kavramışsa; o’na hazırlıklı olur ve yatırımını da buna göre yapar. Bir yandan hayat gerçeklerini özümser, öte yandan da ölmek için doğduğunu bilir. Nitekim Ankebut Suresinin 57. Ayeti Kerimesinde Yüce Allah Celle Celalühü; “Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” buyurmuyor mu? Kişi, bu gerçeğin tarifini kendisine yapabilmişse ve “insan ölmeye doğmuştur” diyebiliyorsa çok şeyi de halletmiştir zannımca.
Biyolojik olarak ölümü kabullenenler, sosyolojik olarak da iyi yaşama azminde olurlar. Dinin, vatanın ve toplumun hayırlı bir ferdi olmaya azmedenler ile veda edeceği günün varlığından şüphe duymayanlar ise kalıcı bir şeyler yapmanın çabası içindedirler. İnsanı adını yaşatmaya sevk edecek çalışmalara iten, belki de bu sonsuzluk özlemidir. Ne dersiniz? Kapı zillerinden isminin söküleceği, zamanın kendisini tüketeceği, adının da gün gelip silineceğini bilen insan, ölmeye doğduğunu da fark etmiştir!
Evet, ölmeye doğduğunu anlayan insan, her an yeni doğuşlarla ölüme hazırlık yapar. Anlar ki bir yandan gerçekleşen ölümler, diğer yandan da yeni doğuşlara gebedir. Ölmeden ölmeyi başarabilenler ise öldüğü halde yaşamaya devam edecek olanlardır. Nitekim ölürken bile yeni bir dirilişi gerçekleştiren büyük değerlerin örnekleri ile dolu değil midir insanlık tarihi…
Görülmektedir ki hiç kuşkusuz insan ölümlü varlık. Tanıdık ölümleriyle daha kavi bir şekilde anladık bu hakikati. Aslında insan ömrü ne kadar kısaymış, dünya ne kadar boşmuş diyoruz. Bir rüzgâr kovalıyor peşimizden. Bir meçhul kendine çağırıyor işaret vererek. Bir şafak ya da gece vaktinde doğup bir gün doğumu ya da batımında ölüyoruz. Kocaman bir dünya mı yoksa küçücük bir yer mi anlam veremiyoruz yeryüzüne, bu ölümler ve kaybedişler karşısında…
Dünyaya sığmıyoruz bir türlü. Ne kadar da cüssemiz büyükmüş meğer. Bize tanınan süreyi neden hiç bitmeyecek gibi ve çok uzun görüyoruz ki böyle? Gözlerimize mil mi çekilmiş? Yoksa gönlümüz mü körelmiş?
Bunca kalp kırmak, hırs yapmak, öfke biriktirmek, bencil davranmak, insanların hakkına girmek için neden koşar adım yol alıyoruz. Bir doru at misali, bir küheylan edasıyla nefes nefese hem de çatlarcasına koşturuyoruz ecelimize. Kıra döke giderken hiç fark ediyor muyuz buna değip değmeyeceğine.
Hoyratız. Kabayız. Kibirliyiz. Benliğimiz ve bencilliğimiz tavanları süslüyor. Sözlerimiz ağız ishali olmuş gibi kirli! Adımlarımız yeri titretiyor. Sevdiklerimizi boğarken, onları öldürürken kendimizi de bitirdiğimizin farkında mıyız acaba?
Rüya gibi dünya, gelip geçici bir han ve biz kısa süreli yolcuyuz. Han merdivenlerini adımlarken görüp geçirdiklerimiz ise imtihanımız. Han duvarlarına yazdıklarımız kadar meleklerin amel defterimize yazdıkları da bir o kadar mühim değil midir sonrası için. Say ki, bir yudum su gibi içtik hayatı. Bir rüyadan uyanır gibi uyanmayacak mıyız mezarımızdan?
Sıranın bize ne zaman geleceğini kestirmek için tahmin yürütmeye ya da beklemeye gerek var mıdır? Nasılsa gelecek! Erken veya geç bir vakitte. Zaman ötesi ahiret yurdudur! Buradan ötelere seslenmek her baba yiğidin harcı olmasa gerek. Seslensek bile oradakiler sesimizi duyarlar mı? Özel marifet gerektirmez mi böylesi irtibatlar. Şayet ötelerden sesiniz duyulsun istiyorsanız; buradan avazınız çıktığı kadar bağırmaya gerek yoktur. Bunun için biraz manevi hesap kitap bilmek gerekir. Nasılsa bir gün o bilinmezlikler yurduna göç edeceğiz. Orayı tercihsiz karargâh edineceğiz. Mademki hakikat budur öyle ise; yolculuğumuzun tamamı zamanın ötesine doğrudur. Henüz burada iken oraya geçmek için bize fırsat tanınır mı ne dersiniz? Zamanın ötesine seslenebiliyorsak şayet, yolculuğumuzu ileriye ya da geriye almak çok da fark etmez sanıyorum. Evet ehil insanlar, bu dünyada iken de ebedi ve sonsuz durağımız olan ahiret yurduna seslenebilir, oranın şerefli misafirleri olarak da buraya seslenebilirler. Eğer verdikleri mesajı anlayabiliyorsak…
Ölüm Son Değil
“Ölümle ölünüyor mu?” konusu çok tartışılmıştır. Ölümle ölünmediği, inanç hakikatimiz olarak dimdik karşımızda duruyor. Ölülerimiz için dualar etmemiz, her zaman onları hatırlamamız, mezarlık ziyaretlerimiz bu gerçeği yüzümüze haykırmıyor mu? Küçük ve az süreli bu dünya da kalıcı olmak için ne yapabiliriz ki? Zamanın ötesine seslenme eylemini henüz bu dünyada iken yapmak gerekiyor. Yürümelerimiz ağırdan, izlerimiz kalıcı, dostluklarımız kavi olmalı. Büyük ölebilmek için büyük adımlar atmak lazım…
Öyleyse; siz de kendinize biçtiğiniz rolün hakkını verin! Ölüm gerçeği karşısında; hiç ölmeyecekmişçesine sarılırken hayata, öldükten sonra karşılaşacaklarınızı da hesaba katıverin bir zahmet! Bu muhasebe içinde olmak, sizi ölüm hakikati karşısında başarılı kılacak en güzel ölçülerden birisidir hiç kuşkusuz. Ölüme bile tebessümlerle gidenler, ölmeye doğduğunun farkında olup, yeniden dirilişe geçenlerin tâ kendileri değil midir?
Dünyanın şifrelerini çözmüş ehil, veli, Allah’a Celle Celalühü dost olmuş insanlarla karşılaşmanızı, onların rehberliği ve istişaresi ile zamanın ötesine seslenebilmenizi ve seslenenleri de duyabilmenizi diliyorum.
Ne mutlu bunları başarabilen kutlu ruhlara…