GÖNÜL SOHBETLERİ / Allah-u Zülcelâl’e Samimiyetle Duâ Edelim
GÖNÜL SOHBETLERİ
Allah-u Zülcelâl’e Samimiyetle Duâ Edelim
Seyda Muhammed Konyevi -KS-
Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
يَوْمَ تَرَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ يَسْعٰى نُورُهُمْ بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ بُشْرٰيكُمُ الْيَوْمَ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۚ
“O gün, mü’min erkek ve kadınları, önlerinde ve sağlarında nûrları ile giderken görürsün.” (Hadid; 12)
Kıyamet gününde her insan ancak dünyadaki imanının nûruyla yürüyecektir. Çünkü kıyamet günü çok karanlık bir gündür. Parmağını bir kişinin gözüne sokarsan dahi seni göremez. İnsanın önünü görebilmesi için iman nûru lazımdır. Onun için Allah-u Zülcelâl ayeti kerimede:
“O gün mü’min erkek ve kadınları, önlerinde ve sağlarında nûrları ile giderken görürsün” buyurmuştur.
Çünkü cennetin yolu sağ taraftadır. İnsanın sağ tarafı da nûr ile aydınlanır. Cehennemin yolu ise sol taraftadır. O da zulmettir. Ayet-i Kerime şöyle devam ediyor:
“Onlara şöyle denilecektir. ‘Bugün size müjde olsun! İçlerinden ırmaklar akan ve ebedi olarak içinde kalacağınız cennetler sizindir.’ İşte en büyük kurtuluş budur.” (Hadid, 12)
“İşte en büyük kurtuluş budur” diye, bir melek bir peygamber, bir insan söylemiyor. İnsan kıyamet günü öyle bir olayla karşı karşıyadır ki, kendisini ondan kurtardığı zaman, bu Allah-u Zülcelâl’in yanında çok büyük bir kurtuluş demektir. Allah-u Zülcelâl’in azim gördüğü bir olay da çok azimdir.
İnsan âhiretteki imanın nûruyla, dünyada Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerini yerine getirmek sûretiyle amel-i sâlih yapıyor, hidâyet buluyor. Bunlar hep âhiretteki imanın nûrunun sebebiyledir. Allah-u Zülcelâl âhirette kullarına, önlerini görmeleri için nûr verir, dünyada da hidâyet bulmaları için nûr verir.
Dünyayı öyle çok görüyoruz, âhireti de hiç gelmeyecek gibi görüyoruz. Ama bu bizim için çok yanlış bir haldir. Halbuki dünyanın süresi çok azdır, âhiretin ise ebed’ül ebed bakidir. Âhiretin hayatı bir deniz gibidir, dünya hayatı ise bir damla gibidir. Deniz ile damla hiç birbirine kıyas edilebilir mi? Fakat Allah-u Zülcelâl insanı böyle yaratmış. İnsan içinde bulunduğu saatin, günün, senenin hiç bitmeyeceğini zannediyor. Bu hal hepimizin üzerinde vardır. Ama dediğim gibi çok yanlış bir haldir.
Eğer ömrümüzün geçen günlerini göz önüne getirirsek, nasıl da çabuk geçtiğini görebiliriz. Ömrümüzün kalan bölümü de aynen o şekilde hiç farkına bile varmadan geçip gidecek ve bitecektir. Sanki o zamanı hiç görmedik gibi ortada kalacağız. Eğer şimdi; “Biz böyle değiliz,” deseniz de davranışlarımız, halimiz bunu meydana çıkarıyor.
İmam-ı Ali radıyallahu anh’den rivayet olunan bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki:
“Sadaka, bir kişinin elinden çıktığı zaman, daha fakirin eline varmadan Allah-u Zülcelâl’in eline ulaşır.” (Sahîh-i Buhârî, “Zekât” Tirmizî, Zekât)
Eğer biz her şeyimizin o kudret ve azamet sahibi olan Allah-u Zülcelâl’in elinde olduğunu idrak edersek böyle bir yakînin içerisinde olursak, bütün malımızı, canımızı, rûhumuzu O’nun eline vermez miyiz? Veririz. Ama idrak edemiyoruz. Gaflet içinde kalıyoruz. O idrak ve yakîn bizde bulunmadığından dolayı, hareketlerimiz bize; “Sen böyle bir insansın,” diyerek itapta bulunuyor ve bizim halimizi meydana çıkarıyor.
İşte o sadaka kendi sahibine şöyle hitapta bulunur:
Birincisi; Ben küçüktüm, sen beni büyüttün,
İkincisi; Ben az idim, sen beni çoğalttın;
Üçüncüsü; Ben fâni idim, sen beni bâki yaptın,
Dördüncüsü; Şimdiye kadar sen beni muhafaza ediyordun, bundan sonra ben seni muhâfaza edeceğim.”
Koyunları olan bir adam, bir gün rüyâsında bütün koyunlarının kendisine hücum ettiğini gördü. Koyunlar, başlarıyla ona vuruyorlardı. Sadece, sadaka olarak verdiği bir koyun onun etrafında dolaşarak diğer koyunların vurmasına engel olmaya çalışıyordu. Adam birden uykusundan uyandı ve dedi ki:
“Ben Allah-u Zülcelâl ‘e yemin ediyorum ki, senin gibi beni muhafaza edenleri çoğaltacağım.” Ve koyunlarının içine girip bir bir onları sadaka olarak dağıtmaya başladı.
Hepimizin hâli, bununla meydana çıkmıyor mu? Çıkıyor. Ona göre kendi kendimize; “Ya Rabbi! Ben senin hakkını yerine getiremiyorum; sana karşı kulluk vazifemi yapamıyorum. Senden özür diliyorum, sana karşı tevbe ediyorum. Beni af ve mağfiret et,” dememiz lazımdır.
Allah-u Zülcelâl’e karşı devamlı olarak hatalı olarak ve O’na karşı mahkûm olarak yalvarmamız lazımdır. Allah-u Zülcelâl’in kullarına karşı olan şefkat ve merhametinden gafil kalıyoruz.
O’nun bize karşı olan şefkat ve merhametine karşı, elimizi vicdanımıza koyup; “Benim Rabbim bana karşı ne kadar şefkat ve merhamet sahibidir, bense O’na karşı nasıl davranıyorum” diyerek, nefsimize itapta bulunmamız lazımdır.
Hastalık Hatalara Kefarettir
Ebu Emamet radıyallahu anh’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Bir kul, hastalandığı zaman Allah-u Zülcelâl o kulun sağında ve solunda bulunan meleklere;
– Benim kulum sıhhatli iken ne ibadet yapıyordu ise, onun daha güzelini ona yazın. Çünkü ben onu hasta ettim. Şimdi bana ibadet yapamıyor, buyurur. Ve dört tane meleği o kulun yanına gönderir. O meleklerden biri, onun kuvvetini alır. Birisi, yüzündeki nûru alır.”
Hasta bir kimseyi gördüğümüz zaman dikkat edersek yüzünün rengi değişik olur.
“Birisi onun ağzındaki yemeklere karşı olan tadı alır. Birisi de onun üzerindeki günahları alır. Hasta olan kul, tertemiz günahtan masum kalır.”
Allah-u Zülcelâl musibet olarak hastalık verdiği için, bu hastalığın karşılığında onun günahlarını alır.
“O kulun üzerinden hastalık kalktıktan sonra, Allah-u Zülcelâl o üç meleğe:
“Benim kuluma aldıklarınızı geri verin” diye emir verir. Günahları alan melek bir miktar yerine durduktan sonra, Allah-u Zülcelâl’in huzurunda secdeye gider ve:
“Ya Rabbi! Sen benim arkadaşlarıma emir verdin, aldıkları emanetleri geri verdiler. Ben o kulun aldığım günahlarını ne yapayım?” dedi. Allah-u Zülcelâl o meleğe şöyle buyurdu:
“Onun günahlarını alıp, sonra geri vermek Benim keremime ve şanıma layık değildir. Ben onu af ve mağfiret ettim. O günahı götür denizlere at.”
İşte Allah-u Zülcelâl bize karşı böyledir. Biz de O’na karşı biraz gayretli olup nefsimize uymamamız lazımdır.
Nefs çok yaramazdır. Bize öyle planlar yapıyor, öyle tuzaklar kuruyor ki, bizi kendi Rabbimize düşman ediyor. Nefs ve şeytan bizi öyle bir duruma sokuyor ki, sanki kalbimizde olanları -hâşâ- Allah-u Zülcelâl bilmiyormuş gibi bir hâlin içine giriyoruz. İbadetten geri kalıyoruz, riyâ yapıyoruz. İnsanların yanına geldiğimiz zaman ibâdet yapıyoruz, kendi başımıza olduğumuz zaman ibâdet yapmıyoruz. Bütün bunlar şeytan ve nefsin hileleridir.
Allah-u Zülcelâl kalbimize rûhumuza bakmaktadır. Yalnız kaldığımız zaman, insanların yanında bulunduğumuzdan daha fazla ibâdet yapıp Allah-u Zülcelâl’e yalvarmamız lazımdır. Bunu tecrübe edebiliriz. Yalnız kaldığımız zaman, kalbimizi, rûhumuzu, sırrımızı Allah-u Zülcelâl’in önüne açıp samimi olarak ne dilediğimiz varsa O’ndan istediğimiz zaman bize verecektir.
Bakın! Firavun; “Ben Rabbim” diyordu. Nil nehrinin suyu kuruduğu zaman, insanlar firavuna gelerek;
“Sen bizim Rabbimizsin, Nil nehri kurudu; bahçelerimiz tarlalarımız hep kurudu mahvolduk. Nil’in suyunu tekrar artır,” dediler. Firavun, tenha bir yere gidip:
“Kimse benim yanıma gelmesin,” dedi. O tenha yerde başına toprak saçtı. Sakalını yerlere sürdü ve;
“Ya Rabbi! Sen beni mahcup etme,” diye Allah-u Zülcelâl’e yalvardı. Allah-u Zülcelâl Nil nehrinin suyunu öyle bol olarak verdi ki, önceki halinden beş zira daha fazla yükseldi.
Allah-u Zülcelâl kafir olan firavun kendisine yalvardığı için, onun duâsını kabul etti. Onun için Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Ya Rabbi! Bana yakîn ver” diye duâ etmiştir. Yakîn çok büyük bir cevherdir. Yakîn, imandır. Her şeyin Allah-u Zülcelâl’ in elinde olduğunu idrak etmektir.
Abdullah bin Mübarek radıyallahu anh bir gün hayvan pazarına gitti. Baktı ki bir at satıyorlar, ama öyle ucuz satıyorlar ki, sanki sahibi onu bedava veriyor. Atın sahibine:
“Bu atı niçin böyle ucuz satıyorsun” diye sordu? Sahibi dedi ki:
“Onda birçok ayıp ve kusur vardır. Harbe gittiğimiz zaman düşmanın arkasından koşmuyor. Düşman üzerimize geldiği zaman yerinde duruyor. Sessiz olmamız gereken yerde bağırıp çağırıyor. Daima ters şeyler yapıyor. Onun için de ben onu ucuz satıyorum.”
Abdullah bin Mübarek adamın yanından ayrılınca, onun bir talebesi o atı satın aldı. Evine getirdi ve besledi. Bir gün İslam ordusu bir harp için hazırlandı. O talebe de orduya katıldı ve harbe gitti. O at harpte öyle yararlılıklar gösterdi ki, herkes onun bu haline şaşırdı.
Abdullah bin Mübarek talebesine dedi ki:
“Bu atın birçok kusuru vardı. Nasıl oldu da böyle oldu?” Talebesi şöyle cevap verdi:
“Evet, doğrudur. İlk önce onda birçok kusurlar vardı. Ben onu eve götürünce, kulağına eğilip dedim ki: ‘Bak, ben de günahkârım, sende de kusurlar vardır. Ben Allah-u Zülcelâl’e karşı bütün günahlarımdan tevbe ediyorum sen de tevbe ediyor musun?’ Ben böyle söyleyince, ‘Evet ben de tevbe ediyorum’ der gibi üç sefer başını salladı.”
Onun sahibinin tevbesi samimi ve sağlam bir tevbe olduğu için, o at da tevbe etti ve onun yeni halini gören herkes şaşırdı. İşte bakın! Bu olay, bizim için ne büyük derstir. Hayvanlar dâhi Allah-u Zülcelâl’e karşı bizden daha samimidirler.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem zamanında da bir deve, sahibinden kaçarak Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam’ın evine doğru gelmeye başladı. Sahibi de onun arkasından elinde kılıçla takip etti ama yetişemedi.
Deve Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin yanına geldi. Adam da gelince dedi ki:
“Ya Resulallah! Bu benim devemdir. Onu besliyorum ama o benim dediklerimi yapmıyor, yükümü taşımıyor. Ben onu öldürmek istiyorum.”
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem deveye:
“Niye sahibinin emrini dinlemiyorsun?” diye sordu. Deve dedi ki:
“Ya Resulallah! Ben onun emrini dinliyorum. Ama o yatsı namazını kılmadan yatıyor. Sana bir daha yatsı namazını kılmadan yatmayacağına söz versin, ben de onun emrini yerine getireceğim.”
Şimdi size soruyorum; bu hayvanlar bizden daha samimi değiller mi? İşte bu anlatılanların hepsi bizim için ders olmalıdır.
Allah-u Zülcelâl o hayvanları sütlerinden, etlerinden, binek olarak istifâde edelim diye bizim için musahhar kılmıştır. Onlar Allah-u Zülcelâl’e karşı bu kadar samimi iken, bizim böyle nankör olmamız çok biçimsiz bir davranıştır.
Allah-u Zülcelâl’in bizlere sermâye olarak verdiği bu ömrü iyi bir şekilde değerlendirelim, hiç olmazsa bu hayvanlardan ibret alalım ve Allah-u Zülcelâl’in rahmetine müstahak olabilmek için elimizden geldiği kadar O’na kulluk yapalım.
Allah-u Zülcelâl kendi râzı olacağı şekilde amel-i sâlih yapmayı ve kendi fazlı keremi ile bizlere muamele etmeyi hepimize nasip etsin. Âmin.