“Ah ne olurdu keşke toprak olaydım!” diyecekler…
İmam Şafii rahmetullahi aleyhin, özlü ve ikaz edici manası sebebiyle Sure-i Asr hakkında şöyle dediği nakledilir: “Eğer Kur’an-ı Kerim’de hiçbir sure nazil olmasaydı, sadece Asr Suresi bile yeterdi.”
Asr Sure-i şerifine baktığımız zaman ise Rabbimizin, insanın zarar etmekte olduğunu ve bir gün mutlaka pişman olacağını bildirdiğini görüyoruz: “Asra yemin olsun ki, insan mutlaka pişmanlık verici ziyan içindedir. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr Suresi)
Hüsran kelimesi, ticaretinde zarar edip, başlangıçtaki sermayesini bile kaybetmiş; böylece derin bir pişmanlık ve üzüntüye gark olmuş tüccarın hali için kullanılır. İnsanlar da bu dünyaya ahiretin geçer akçesi olan, iman, salih amel ve takva gibi kazançları elde etmeye gelmiştir. Ancak bundan çoğunlukla gafiliz.
“Ah ne olurdu keşke
toprak olaydım!” diyecekler…
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede inkârcıların mahşerdeki halini şöyle tasvir ediyor:
“Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen! O zaman derler ki: Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.” (En’am; 27)
Ahiret pişmanlığı öyle yürek yakıcı bir pişmanlıktır ki, başka hiçbir azab olmasaydı insana pişmanlık acısı yeterdi. Çünkü orada ölüp de azaptan, utançtan ve zilletten kurtulmak mümkün değildir.
Tefsir alimleri, Nebe suresinin 40. Ayet-i kerimesinde geçen, “…Kâfir de der ki: “Ah ne olurdu keşke toprak olaydım!” ifadesini şöyle açıklamışlardır:
Mahşer günü Rabbimiz hayvanları da haşreder ve boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alır. Ondan sonra hayvanlar toprak olur. Bu hali gören kafirler, onların haline gıpta eder, “Keşke biz de toprak olup azaptan kurtulsaydık” derler. Ama maalesef ölmek mümkün değildir.
Ebu Said radiyallahu anh anlatıyor: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabına şu ayet-i kerimeyi okudu: “Ey Muhammed! Hala gaflet içinde bulunanları ve inanmayanları, işin bitmiş olacağı o hasret günü ile uyar.” (Meryem; 39)
Sonra buyurdu ki: “(Kıyamet günü) ölüm alaca bir koç suretinde getirilir. Cennetle cehennem arasında yer alan sur üzerinde durdurulur. Önce: “Ey cennet ahalisi!” diye bağırılır. Onlar başlarını kaldırırlar. Sonra: “Ey cehennem ahalisi!” diye bağırılır, onlar da başlarını kaldırırlar. Sonra sorulur: “Bunu tanıdınız mı, nedir bu?” Hepsi birden: “Evet tanıdık,” derler. “Bu ölümdür.”
Koç yatırılır ve kesilir. Eğer, Allah cennet ahalisi için ebedi hayata hükmetmemiş olsaydı, o anın sevincinden can verirlerdi. Cehennem ahalisi için de Allah bekaya hükmetmemiş olsaydı, onlar da üzüntülerinden ölürlerdi.” (Tirmizi, Tefsir, Meryem, 3155)
İşte ahiret gününde, cenneti ve Allah’ın rızasını kazananların sevinci böylesine büyük olduğu gibi, o mükafatı kaybettiği gibi, bir de üstelik ebedi azaba çarptırılanların pişmanlığı da o kadar korkunç olacaktır.
Dünyaya bir kere
gelindiğine göre….
Elhamdülillah bizler o günü inkar etmiyoruz. Fakat iman ettiğimiz hakikatin yüceliğine nazaran, ona layık gayreti gösterebiliyor muyuz? Dünyaya bir kere gelindiğini, ömür sermayemizin sınırlı olduğunu, vademizin ne zaman dolacağını da bilmediğimizi göz önüne alırsak çok daha gayretli olmamız gerekmez mi?
Bize karşı çok cömert olan, her bir ibadet ve iyiliğe en az on kat mükâfat vaad eden bir Rabbimiz var. Öyleyse ömür sermayemizi, hep onun rıza ve mükâfatına uygun olarak değerlendirmemiz gerekmez mi?
Ne yazık ki ahirette geçerliliği olmayan sahte para, incik boncuk, süs eşyası mesabesindeki nefsani isteklere ömrümüzü sarf edip ahiret hususunda gevşeklik gösteriyoruz.
Müminler hayır ve
sevaplara iştiyak duyarlar
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şu ikazına kulak vermemiz gerek: “Ölüp de pişman olmayan yoktur; mutlaka herkes nedamet duyar. Muhsin (iyi yolda) olan hayrını daha çok artırmadığı için pişman olur, nedamet duyar. Kötü yolda olan da nefsini kötü yoldan çekip almadığına pişman olur.” (Tirmizi, Zühd, 59.)
Düşünelim ki, gelmiş geçmiş evliyalar, alimler, salih zatlar dahi, Rabbimizin katındaki derece ve mükafatların hadsiz olduğunu görünce, “Keşke fırsat elimdeyken biraz daha gayret etseydim de, derecemi biraz daha yükseltseydim” diyecekler. Peki ya bizler ne diyeceğiz?
Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: “Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehid böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder.” (Buhari, Cihad 5, 21; Muslim, İmaret, 108.)
Şehitlerin günahları silinir, sevdiklerine şefaat ederler, çok büyük mükafata nail olurlar. İnsan şehitlik gibi bir makamı kazansa dahi, mükafatın büyüklüğünü görünce, -mümkün olmamasına rağmen- tekrar tekrar şehit olmayı istiyor. Öyleyse diğer amellerin mükafatına kavuşan müminler onlardan çok daha fazla “Keşke daha fazla yapsaydım” diyecektir.
Yine Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Mümin cennete girinceye kadar hiçbir hayra doymaz.” (Tirmizî, İlim, 19.)
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bu hadis-i şerifiyle hakiki müminin hayır işlemekte ve sevap kazanmakta çok şevkli ve istekli olması gerektiğine işaret etmektedir. Çünkü cennetteki nimetler ve Rabbimizin katındaki dereceler sonsuzdur. Rabbimiz kulluk yapmakta gayretli olanlara, diğer kulların gıbta edeceği dereceler vereceğini bildirmiştir:
“Muhakkak ki ebrar (iyi kullar) naim cennetinde, (sonsuz nimetler içindedir) tahtlar üzerinde etrafa bakarlar. Yüzlerinde nimet ve mutluluğun sevincini görürsün. Onlara mühürlü saf bir içecek sunulur. Onun sonu misktir. İşte imrenip birbirinizle yarışacaksanız, asıl bu nimetler için yarışın.” (Mutaffifin, 22-26)
Allah-u Zülcelâl insanın fıtratına rekabet duygusu koymuştur. Her insan kendisi için en iyi, en güzel şeyleri ister. Dünyada olduğu gibi ahirette de başkalarının nail olup da kendisinin mahrum kaldığı bir nimeti görünce iç geçirmemesi elde değildir. Bu dünyada verilen nimetler geçici birer emanet ve imtihandır. Allahu Zülcelal, bu nimetleri herkese verebilir. Fakat herkes verilen nimetlerden hesaba çekilecektir.Biz yarışacaksak asıl ahiret nimetleri için yarışmalıyız.
“Dünyada bir garip
veya bir yolcu gibi ol.”
İnsanın nefsani yönü tembelliğe, ihmalkarlığa, bahane bulmaya ve ertelemeye meyyaldir. Onu bu mezmum sıfatlardan arındırmak için nefisle mücadele etmelidir. Nefsini terbiye etmeyip ondaki tembelliğe uyanlar hakkında Allah-u Zülcelâl şöyle buyuruyor: “Şüphesiz münafıklar, Allah’a oyun etmeye kalkışıyorlar. Halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman, üşenerek kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı da pek az zikrederler.” (Nisâ; 142)
Dikkat edilirse bu ve benzeri ayet-i kerimelerde mazeretler ileri sürüp vazifeden kaçmak, amellerde üşengeçlik ve az amel yapmak, münafıkların sıfatları arasında sayılmaktadır ki, müminler bu hallerden kendilerini korumaya çalışsınlar.
Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam bir gün Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhı omuzundan tutup, “Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol. Kendini ölülerden ve kabir ehlinden say” buyurmuştu. Hz. Ömer’in oğlu olan Hz. Abdullah, o sırada sahabenin gençlerinden biriydi.
Bu hadis-i şerifi nakleden diyor ki, Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuma (bunu rivayet ettikten) sonra bana dedi ki: “Sabahlayınca nefsine akşamdan söz etme. Akşam olunca da nefsine sabahın bahsini açma. Hastalıktan önce sıhhatinden istifade et, ölümünden önce de hayatından. Çünkü sen ey Allah’ın kulu! Yarın isminin ne olacağını (canlı mı, ölmüş mü olacağını) bilmiyorsun.” (Buhârî, Rekâik, 3.)
Biraz düşünelim; bir kişi büluğ çağına erdiği andan itibaren Kiramen Katibin melekleri onun günah ve sevaplarını kaydetmeye başlıyor. İnsanın ne kadar ömrü ve imkanı varsa o kadar amel yapmaktan mesul tutuluyor. Peygamber Efendimiz, ardında sadaka-ı cariye yani insanlara faydası devamlı olan bir eser veya hizmet bırakmamış kişilerin artık amel defterinin kapatılacağını bildiriyor.
Üstelik bu dünyada insanın amel ve iyilik yapmak için ne kadar fırsatı olur bilinmiyor. Gençlik, sıhhat, akıl nimeti, irade kuvveti, amel yapmaya elverişli boş zaman, maddi imkanlar… Hepsi bize bir süreliğine emanet verilmiştir. Bu nimetler eldeyken amel yapmalı ki, elden çıktıktan sonra pişmanlık çekmeyelim.
Fırsat varken ne
yapacaksak yapalım!
Allah-u Zülcelâl, müminleri de son nefes pişmanlığı hususunda şöyle uyarıyor: “Herhangi birinize ölüm gelip de, ‘Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın. Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Munafıkun; 10-11)
Hepimiz biliyoruz ki tevbeler ancak son nefes gelmeden önce kabul oluyor. İnsanlarla helalleşmek ancak bu dünyada, imkanlarımız hala elimizdeyken fayda veriyor. Sadakalar ancak o mal hala bizim uhdemizde iken kabul oluyor.
Dinimiz ölmüşlerin geride bıraktıkları maldan ancak üçte bir oranında vasiyet edebileceğini bildiriyor. Borç haricinde bundan sonrası mirasçının hakkı oluyor. Öyleyse imkan ve fırsat hala elimizdeyken ne yapacaksak yapalım. Yoksa pişman olmanın fayda vermeyeceği bir gün bizi bekliyor.
Hem Rabbimiz o kadar merhametli ve keremlidir ki, kişi sıhhatliyken günlük ibadet ve virdini yapmaya gayret gösteriyorsa, başına bir hastalık veya dert gelip de yapamaz hale geldiyse, sağ meleğimize, yine aynı sevabı yazmayı emrediyor.
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Kul, ibadet üzere iyi bir yolda iken hastalansa, o kul ile görevli meleğe denir ki: ‘İyileşinceye veya ölünceye kadar sıhhatli iken yaptığı ameli gibi sevap yazın” (Ahmet bin Hanbel; II; 203)
Öyleyse biz de fırsat elimizdeyken amelde devamlı ve istikrarlı olalım ki, Mevlamız yapamadığımız zamanlarda da sevap versin.
90 yaşındaydı, yemeği unuyor
ama namazı unutmuyordu!
Esasen son nefeste iman üzere gitmek için amelde devamlı olmak gerekiyor. Çünkü fıtratımız icabı unutuyoruz, gevşekliğe düşüyoruz. Hatta beyin yapımız bile ancak tekrar edilen şeyleri hafızada canlı olarak tutabilecek şekilde yaratılmış.
Benim ninem alim bir zatın kızıydı. Doksan veya belki yüz yaşında vefat ettiği zamana kadar hiç doktora gitmedi. Az yerdi, çok Kur’an-ı Kerim okurdu. Son zamanda yemek yiyip yemediğini unutuyordu ama namazını unutmuyordu. Namaz vakitlerini karıştırsa da üzerindeki namaz vazifesini hiç unutmuyordu.(Allahu Zülcelal rahmet etsin)
İnsan ömrünü nasıl geçirirse, hayatı boyunca en çok neyi konuşur, yapar, tekrar ederse, ömrünün sonunda beyni küçüldüğü vakit sadece o tekrar edilen şeyler elinde kalıyor. Çünkü beyin hücreleri yaşlanmaya bağlı olarak ölürken yerine yenisi yapılmıyor. Ancak çok kullanılan ve tekrar edilen bağlantılar canlı kalıyor. Son nefese kadar imanı ve Allah ile arasındaki bağını muhafaza etmek bizim en mühim derdimiz olmalı.
Bir gün Brezilya’lı bir Müslüman hanımla tanıştım. Kendisi profesör olmasına rağmen tesettürlüydü. Ülkesinde çok az sayıda Müslüman olduğu halde, Allah’ın emirlerini yerine getirmede ve iyilik faaliyetlerinde çok gayretliydi. O Müslüman olmak için anne babasının dinini terk etmişti, dini uğruna birçok mahrumiyetler yaşıyordu. Biz bunların hiçbirini yapmadık, yaşamadık.
Bizler Müslüman bir ecdadın torunları olarak, her yerinden ezan sesleri yükselen bir coğrafyada dünyaya geldik. Annemiz babamız güçleri yettiği ölçüde bize bir şeyler öğretmeye çalıştı. Örnek oldu, alıştırdı, hatırlattı. Allah razı olsun. Bunun yanında memleketimizde, kendi dilimizde hazırlanmış dini kitaplar bulabiliyoruz. Bize güzel amelleri hatırlatan ve vesile olan kardeşlerimiz var.
En önemlisi içimizden, dilini kolayca anladığımız, ziyaret edip feyz aldığımız Allah dostları var. Eğer bunca nimetin içinde hüsrana düşersek artık mazeretimiz olmaz.
Allah-u Zülcelâl kalbimizi razı olacağı hale eriştirsin ve bizi hayırlara muvaffak eylesin. (Âmin)