Ahir Zamanın Tebük Seferi; ‘İlim Yolculuğu’
İlmin şeref ve fazileti
Kalemi yaratan ve insana kalemle yazmayı öğreten Allah’a hamd olsun! Allah’ın selâmı, hidayet silsilesinin mührü olan Sevgili Peygamberimize, O’nun ehl-i beytine, şerefli ashabına ve bütün müminlere olsun!
İlk ilâhî emir olan “Oku” emri; zihinleri idrakten, kalem tutan elleri kitâbetten âciz bırakacak kadar fazla hikmeti ihtiva etmektedir. Cenab-ı Allah bizlere, “Rabbim! İlmimi artır” duasını öğreterek, aslında insana şeref olarak ilmin yeterli olacağını öğretmiştir.
Yine Fahr-i Kâinat Efendimizin, mübârek ömürleri boyunca Cenab-ı Allah’tan ilmini artırmasını istediğini, sahâbe efendilerimizden öğreniyoruz.
Büyük âlim Zemahşerî’nin ifadesiyle: “Allah Azze ve Celle, Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme ilim dışında başka hiçbir şeyi artırmasını emretmemiştir.”
Tüm bunlardan anlıyoruz ki; ilim öğrenmenin hiçbir fazileti olmasa bile Allah-u Teâlâ’nın, Resul-i Ekrem Efendimize ilmini artırması için dua etmeyi emretmesi, ilme şeref olarak yeterlidir.
İlim yolcusu ilmini artırdıkça ilmin faziletini, konum ve rütbesini daha iyi anlayacaktır. Bunun mukabili olarak, ilimden mahrum kaldığı ölçüde ilmin faziletini, konumunu ve rütbesini bilmekten de mahrum kalacaktır.
Günümüz ilim yolculuğu ve
Tebük Gazvesi arasındaki ilişki
İlim yolculuğu ve Tebük Seferi arasında nasıl bir bağ olduğunu, gelin hep beraber kendi tarihimize kısa bir yolculuk yaparak anlamaya çalışalım.
İslâm tarihinin en zorlu savaşlarından biri olan, ‘Tebük Gazvesi’nin, ilim dünyasına açılan bir penceresi vardır. Günümüz dünyasının, içerisinde bulunduğu karanlığa bir nûr olacak bu pencereyi ardına kadar açıp, ciğerlerimizin muhtaç olduğu bu havayı teneffüs etme vakti geldi de geçmektedir. Sağlam imanı çürüğünden, Cennet yolcusunu Cehennem yolcusundan ayıran Tebük; tarih kaynaklarımıza bir gazveden çok, bir sefer olarak geçmiştir.
‘Sefer’ kelimesinin köküne indiğimizde, “Gizli halleri keşfetmek” manasını görüyoruz. Öyle ya; büyüklerimiz, “Bir insanı tanımak istiyorsan, ya onunla ticaret yap ya da onunla bir sefere çık” demiştir.
Peygamberlerin tek mirası olan ilme ulaşmakta en az Tebük kadar zorlu bir seferdir. Özellikle günümüzde var olan birçok faktör, ilim yolcusunu ilim yolundan alıkoymaktadır. Bu faktörlerin başında hiç şüphesiz nefis gelmektedir.
Nefsin yanı sıra, teknolojinin ilerlemesi ve bu teknolojinin amacı dışında kullanılması ve insanları cezbeden bir hale getirilmiş olması gibi faktörler de bu konuda oldukça etkilidir. İlmî bir mesele öğrenmek için raflardaki tozlanmış kitaplara açıp bakmak, sanki bin bir zorluk ve sıkıntılarla yapılan ilim seyahatleri gibi zorlu hâle geldi.
Esasen en temel gıdalarımız su ve ekmek kadar kendisine ihtiyaç duyduğumuz ilme sırt çevirdiğimiz için, akıllarımızı gıdasız bıraktık ve İslam’ın ilim vesilesiyle bizlere kazandırdığı izzeti yitirmiş olduk. Bu acı tabloda asıl marifet, tüm zorluklara rağmen âdeta Medine’nin kavurucu sıcaklarından kaçıp gölgeliklere sığınmak kadar hoş, ağırlıkları sebebiyle yerlere kadar eğilen hurma dallarındaki hurmaları toplama isteği kadar câzip olan zevklerden vazgeçip, kutlu ilim kervanına katılmaktır. Elhakk, dün Tebük Kervanı’na katılanların kurtulduğu gibi, bugün de İlim Kervanı’na katılanlar kurtulacaktır.
Hiç bir bahane sunmaya
hakkımız yoktur!
Hicrî 9. senenin Recep ayı, yazın en sıcak günlerine tevâfuk etmişti. Ortalık sıcaktan kavruluyordu. Medineliler bahçelerine ve evlerine kapanıp bir an için olsun, sıcaktan kaçmaya çalışıyorlardı. Aynı zamanda meyve mevsimi idi. Herkes bahçesiyle, meyveleriyle meşgul olmak istiyordu. İşte Medine şartlarının bu şekilde manzara arz ettiği günde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, yeni bir sefere karar verdi. Hem de yüzlerce kilometre uzaklıktaki Bizans’la savaşmak üzere…
Tablo ortada… Nefis için kaçmak adına bütün şartlar hazır, ileri sürebilecekleri bahaneleri de var! Sağlam imanın çürüğünden, Cennet yolcusunun Cehennem yolcusundan ayrışacağı vakit…
Asırlar geçti, zaman değişti ama düşman hiç değişmedi. Bizans, Tebük’te Sahâbe’nin karşısına nasıl dikildiyse bugün de aynı şekilde bizim karşımıza dikilmiş durumdadır. Sahabe, dün malından, mülkünden en önemlisi de canından nasıl vazgeçip bu kervana katıldıysa bugün bizlerin de Âhir Zamanın Tebük’ü olan İlim Kervanı’na katılmamız gerekmektedir.
Sahâbe, elindeki kılıcıyla kanını nasıl akıttıysa bizler de en azından elimizdeki kalemle, alnımızdan ter akıtmayı başarabilmeliyiz. Bahçelerdeki gölgelerden vazgeçip, “Yevme lâ zille illâ zilluhu (Allah’ın Arş’ının gölgesinden başka bir gölgenin olmadığı günde)” müjdesine koşan Sahâbe gibi, sahte gölgelerden vazgeçip ilim ağacının dalları mesabesindeki kitapların gölgesine koşmalıyız.
Şunu açıkça ifade edelim ki; ümmet kan ağlarken, hiçbir bahane sunmaya hakkımız yoktur. İyi bilmeliyiz ki; bu kervana katılmazsak, dün geçici zevk ve menfaatlere aldanıp bu kervana katılmayanlar gibi biz de hüsrana uğrayacağız!
Hilâlin izzetini, haçın
karşısında zâyi etme!
Büyük sahabi Kaa’b bin Mâlik radiyallahu anh, geçerli bir mazereti olmadığı hâlde Tebük Seferi’ne katılmamıştı. Daha sonra bu kutlu kervana katılmadığı için büyük üzüntü duyan Kaa’b bin Mâlik, Allah-u Teâlâ tarafından bir imtihana tâbi tutuldu. Bu imtihan sürecinde, Kur’an’ın ifadesiyle, yeryüzü tüm genişliğine rağmen ona dar gelmişti. Kaa’b bin Mâlik, tüm benliğiyle Cenab-ı Allah’a yakarışta bulunuyor ve kendisini bu kutlu kervana kabul etmesini niyaz ediyordu. Allah-u Teâlâ, tüm samimi kullara icabet ettiği gibi bu büyük sahabiye de icabet ediyor ve adeta onun beraatını ilan ediyordu. Evet, Kaa’b bin Mâlik bu kervandan geri kaldı ancak Cenab-ı Allah, yüreğinde hissettiği acı ve samimiyeti hürmetine onu, manen bu kervana dâhil etti.
Ey bu kutlu kervanın Kaa’b bin Mâlik’i olan kardeşim! Senin de geç olmadan bu kervana katılma vaktin gelmedi mi?
Nefsine zulmedip tüm genişliğine rağmen yeryüzünü kendi üzerine daraltma. Gel sen de bu küfür ateşine su taşıyan bir karınca ol ve Peygamberinin mirasına sahip çık. Bu mirası, kıymet bilmeyenlerin ellerine bırakma, bırakma ki zâyi olmasın.
Unutma ki bu mirasa aldığın nefes adedince ihtiyacın var, kendini nefessiz bırakma. Senin kaleminin, kâğıt üzerindeki hışırtısının eksik olduğu yerlerde, Bizans’ın kılıç sesleri yankılanacaktır.
Gel, sen de İslâm Ordusu’nun en güzîde karargâhı olan İlim Karargâhı’nın bir mücâhidi ol!
Âhir Zamanın Tebük Kervanı’nı, Bizans’a karşı zayıf bırakma!
Hilâlin izzetini, haçın karşısında zâyi etme. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin, genç Usâme’ye teslim ettiği sancağı, ilimle yücelt. Bu kervanın önderlerinden olan İmâm Şâfiî’nin dediği gibi, yüceliği ilimde ara;
Çalışıp, çabalamadan yükselmek isterse her kim,
Boş yere ömür geçirir, bir şey elde etmeksizin…
Önce izzete eriş, sonra uyursun gece,
Çünkü denize dalar, her kim inci isterse…
Ashabı kiram örneğimiz olsun!
Efendimiz ve ashab, Kur’an’ın “Zor savaş” olarak nitelediği Tebük’ten döndüklerinde Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “Küçük cihattan büyük cihada döndük” buyurdular. Ashab, “Büyük cihat nedir Ya Rasulallah?” diye sorunca, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Nefis cihadıdır” buyurdular.
Allah’ın doğru sözlü elçisi, öyle talebeler yetiştirdi ki her biri bu cihatta kahraman birer mücâhid oldular. Bir ellerinde kılıç, diğer ellerinde kalem ile Nebilerinin kendilerine emanet ettiği sancağı, kanlarının ve mürekkeplerinin son damlasına kadar hakkıyla yüceltmeye muvaffak oldular.
Bu mücâhidlerin gözdelerinden Abdullah bin Mes’ud radiyallahu anh bu kutlu kervana, kendini öyle bir adamıştı ki şu sözleri onun samimiyetini ifade etmek adına çok manidardır; “Kendisinden başka ilah olmayan Allaha yemin ederim ki, Allah’ın kitabında indirilmiş olan ne kadar sure varsa, hepsinin nerede inmiş olduğunu biliyorum. Allah’ın kitabında indirilmiş olan ne kadar ayet varsa, her birinin kim hakkında indirilmiş olduğunu da biliyorum. Şayet Allah’ın kitabını benden daha iyi bilen birini bilirsem, derhal ona gidip ondan bildiklerini öğrenirim.”
Nefsini İslâm ile terbiye eden bu kutlu insan, tüm benliğiyle kendisini bu zorlu davaya adamış olduğunu, tarihe bu sözlerle kaydettirmişti.
Bu kutlu karargâhın kutlu mücâhidlerinden bir diğeri olan Câbir bin Abdullah el Ensârî radiyallâhu anhuma, Tebük’ün henüz bitmediğini bilakis zaman ilerledikçe, Müslümanlar için bu seferin kaçınılmaz bir sefer olduğunu, yaptığı ilim yolculuklarıyla göstermiştir.
İmâm Ahmed bin Hanbel’in rivayet ettiği üzere Câbir bin Abdullah radiyallahu anhuma, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin bir hadisi şerifini öğrenmek için deve üzerinde Medine’den Mısır’a bir ay kadar süren bir yolculuk yapmıştır. O bu yolculuğa, Rasulullah’tan emanet olarak aldıkları sancağı dalgalandırmak için çıkmıştı. O bu yolculuğu dünyevi hiçbir maksat gözetmeksizin, sadece emanet olarak aldığı bu sancağı, kendisinden sonraki nesillere yani bizlere teslim etmek maksadıyla yapmıştı.
Allah Azze ve Celle, canlarıyla ve mallarıyla kendi dinine hizmet eden bu güzide insanların hizmetini zâyi etmedi ve kendilerinden sonra, kendileri gibi bu davaya sahip çıkan ilim mücâhidlerini bu davaya hizmetkâr eyledi.
Yukarıda bahsettiğimiz, ilim karargâhının güzide komutanlarından Abdullah ibni Mes’ud radiyallahu anhın yetiştirdiği mücâhidlerden sadece biri olan Alkame bin Kays rahmetullahi aleyh, Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellemin bir hadisi şerifini öğrenmek maksadıyla Medine’ye defalarca gidip gelmiştir. Onlar bu davaya sahip çıktılar ve bu dava uğrunda canlarını verdiler. Belki onlar Tebük’e yetişemediler ancak Kaa’b bin Malik gibi nefisleriyle yaptıkları büyük cihadı kazandılar ve mânen bu kutlu kervana dâhil oldular.
Ey gönlündeki Kaa’b’ı göremeyen kardeşim! Bizler kalemlerimizi ilim meydanında hakkıyla kullanmaktan aciz olduğumuz sürece, onları Bizans’ın, Endülüs Müslümanlarına yaptığı insanlık dışı katliama ağıt yazmak için kullanmaya mahkûm olacağız! Bu esâretten kurtulmak için gönlündeki Hira’yı keşfet ve orada sana telkin edilen “Oku” emrini yerine getir! Kervan menziline ulaştığında, sen de o kervanın bir neferi ol!
İyi bil ki; bugün İlim Kervanı’nın takip ettiği yol, dün Tebük Kervanı’nın gittiği yoldur.
Cenâb-ı Allah bizleri bu yolun birer yolcusu, bu kervanın birer neferi eylesin. Âmîn.