Allah’a Dost Olma Yolu
Şimdi de neden mümkün olmasın ki?
“Allah dostu olmak” deyince birçoğumuzun aklına; menkıbelerini duyduğumuz, fevkalade haller gösteren, keramet sahibi yüksek şahsiyetler gelir. Genellikle “Eskiden öyle insanlar gelmiş geçmiş, ama şimdi nerede…” gibi bir düşünceye kapılırız. Sanki Allah dostu olmak ancak belli asırlarda yaşayan insanları alakadar eden bir durumdur, bu çağda onlar gibi olmak pek mümkün görünmemektedir… Bu düşünceler sebebiyle de birçoğumuz kendimize özel manada Allah dostu olmak gibi bir gayeyi kendimize yakıştıramayız.
Peki, bu düşünceler doğru mudur?
Neden, Allah-u Zülcelâl sadece belli çağlarda yarattığı kullardan dostlar seçsin ki?
Allah indinde zamanların ne farkı var ki?
Her zamanın kendine göre imtihanları olduğu bir gerçek. Ahir zamanın fitnelerinin bizi her yandan kuşattığını da görüyoruz.
Velayet makamı kesbîdir!
Öte yandan biliyoruz ki, zaten büyük hedeflere ancak büyük imtihanları aşarak ulaşılır. Öyleyse bu çağın insanının kulluk yolunda önüne çıkan engeller Allah dostu olmaya neden engel olsun ki? Belki de tam aksine, bu çeldirici şartlara rağmen içtenlikle kulluk yapma çabası göstermek, bize Allah’ın rızasını çok daha kolay kazandırabilir. Mesela, dünyayı bir cennet gibi gösteren bu maddi gelişmişlik içinde dünyevilikten vazgeçmek, nefsanîliğin olabildiğince serbest olduğu şu halde kendini tutmak, Allah’ın rızasına giden en kısa yol olabilir.
Dünyevi bütün eğlencelerin parmağımızın ucuna kadar gelmiş olduğu bu çağda, bütün oyalayıcı meşgalelerin ayağına serildiği bir zamanda, onlardan yüz çevirip Allah’a ibadet eden bir kul, kendi payına düşen imtihandan yüz akıyla çıkmış olabilir.
Bizi çoğu zaman yanıltan şu olmaktadır; “Allah’ın evliyası olmak, sadece bazı üstün kabiliyetlere sahip seçilmiş kullara mahsustur. Biz ise beşeri zaaflar içindeki sıradan kişileriz. Öyle yüksek makamlara ermek bizim gibi acizlere mi kaldı? Onlar öyle bambaşka kişilermiş… Biz kim, onlar kim?”
Hâlbuki bu düşünce doğru değildir! Allah’ın evliyası olmak, Peygamberlik gibi vehbi değil, kesbidir; yani her kul için çalışıp, gayret etmekle erişilmesi mümkün bir makamdır. Peygamberlik vehbidir, yani Allah vergisidir. Peygamberler belli bir görev için seçilmiş kullardır; herhangi bir kul çalışıp çabalamakla Peygamber olamaz. Zaten artık Allah-u Zülcelâl, başka Peygamber göndermeyeceğini bildirmiştir, Peygamber efendimiz Hatem’ül Enbiya’dır, Peygamberlik müessesesi onunla tamamlanmıştır.
Evliyalık ise böyle değildir; her kul için evliya olmanın yolu açıktır. Bir kul Rabbine ihsan makamında kulluk yapmak için çalışıp çabalasa Allah onun emeğini zayi etmez. Bir hadis-i kudside mecaz yoluyla bildirildiği gibi: “Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O, beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira’ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” (Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr, 2)
Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, kulun Allah’ın rızasını kazanmak, onun sevdiklerinden olmak, ona yaklaşmak için gösterdiği samimi çaba asla reddedilmez, yeter ki bunun gereğini yerine getirsin. Bunun gereği de açıkça bildirilmiştir: “Ey Resulüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir.”(Al-i İmran, 31)
Neden evliya olamıyoruz?
Kulluk, bir insanın kendi aklına göre yapacağı bir iş değildir. Dünyadaki hiçbir ciddi iş, kimsenin keyfine veya zannına bırakılamaz. Hele hele Âlemlerin Rabbine kul olmak işlerin en büyüğü olduğuna göre elbette kuralları, usulü, incelikleri olacaktır. Kişi gerçekten, samimiyetle Rabbinin evliyası olmayı istiyorsa onun gereğini yapmak için bu kurallara, usule uymak da zoruna gitmeyecektir.
Peki, Allah’ın evliyası olmak için yol yöntem belli ise, neden herkes bu gayeye erişemiyor? Madem yol belli, hem önümüzde de bir rehberimiz var; onu takip etmek yeterli; öyleyse neden bu yolda ilerleyemiyoruz? Neden evliya olmak şöyle dursun, salih bir mümin bile olamıyoruz?
İnsanoğlu gözünü bu dünya hayatına açtığı andan itibaren hep bir gelişme, ilerleme, olgunlaşma yoluna davet ediliyor. Aklen gelişme, kalben gelişme, zevk duygusu bakımından gelişme… Mesela bir çocuk önce konuşmayı öğreniyor, sonra okuma yazmayı öğreniyor, sonra temel bilgileri, ardından ileri seviye bilgileri öğreniyor. İsterse bu yolda ilerleye ilerleye akademik kariyer yapabiliyor, hatta ordinaryüs profesör bile olabiliyor. İstemezse, ortaokulda, lisede tahsili yarım bırakıyor; hayatını kazanmak için tahsil gerektirmeyen işlere yöneliyor. Sebebini sorarsan, “Zor geldi,” diyor.
Dikkat ederseniz bazen zekâ seviyesi, birbirine oldukça yakın olan iki çocuktan biri okuyor, diğeri okumuyor. Sebebini incelerseniz çoğu zaman arkasından şu sebep çıkıyor: Birincisi tahsil yapmayı kendine gaye ve görev sayıyor, bu sebeple kendini zorluyor, sıkıntılara sabrediyor; diğeri ise bunu gaye olarak görmediği için en ufak bir zorlukla karşılaşınca vazgeçiveriyor. Çünkü onun için okumak sadece ekmek parası kazanmanın bir aracı. Eğer bu hedefine okumaktan daha kolay bir yolla ulaşabilecekse onu tercih ediveriyor. Mesela “Kaç sene okumakla zaman harcayacağıma babamın dükkânının başına geçerim” diyor. Bu kişi için, ilim öğrenmek ve bu şekilde yüksek hedeflere varmak diye bir gaye söz konusu değil; kendine böyle bir makamı yakıştırmış da değil, buna talip de değil…
İşte Allah’ın evliyası olmak hususunda da kulların durumu bu misale benziyor. Kulların birçoğu, “Ben farzları yapar, haramlardan kaçar, canımı cehennemden kurtarırsam bana yeter” diyor. Çünkü bu kulların kulluğu hesabi bir kulluk; hasbi bir kulluk değil… Azap tehdidinden kurtulacak kadar kulluk etsin, yeter.
Sufîlerin kulluk anlayışı
Sufiler ise, bu sebeple kulluğu ikiye ayırmışlar ve demişler ki: “İnsanların ekseriyeti Allah’a, kendilerini cehennemden azad etsin, kurtarsın, cennete koysun, diye kulluk ediyorlar. Kulluk borcunu ödeyip kurtulmaya bakıyorlar. Hâlbuki biz, Allah’a o kulluğa layık olduğu için kulluk etmek istiyoruz. Biz azad edilmek için borcunu ödeyen köleler gibi değil, efendisinin kapısından asla ayrılmak istemeyen, azad kabul etmeyen köleler gibi içtenlikle kulluk etmek istiyoruz.”
Aslında sufilerin sözünü ettiği kulluk anlayışı, ilk kez onların icad ettiği bir anlayış değil; aksine Peygamber Efendimizin kulluğudur. Peygamberimizin ayakları şişinceye kadar ayakta durup namaz kıldığı gecenin sabahında, “Ya Rasullallah, Rabbin seni bağışlayacağını vaad etmedi mi? Neden böyle kendini yoruyorsun?” sorusuna verdiği cevap meşhurdur: “Şükreden bir kul olmayayım mı?”
Aynı ruh halini, aynı kulluk edebini, başta aşere-i mübeşşere olmak üzere ashabının seçkinlerinde de görürüz. Onlar Allah Resulünün diliyle cennetle müjdelenmişlerdir ama bu onların kulluk gayretinde en ufak bir gevşekliğe yol açmaz. Zaten yol açacak olsaydı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem böyle bir müjde vermezdi.
Onlar kulluğu, hayatın bizatihi gayesi ve değeri olarak gördükleri için, güzel bir kul olmaktan başka bir sıfata ihtiyaç duymadıkları, başka hiçbir şeyi arzu etmedikleri için ifa eder hale gelmişlerdir. Onlar bizim gibi, “Beş vakit namazı kıldıktan sonra zamanın geri kalanı benimdir; istediğimi yaparım” diye düşünmezler. “Zekâtını verdikten sonra malın geri kalanı benimdir istediğim gibi harcarım” diye düşünmezler. Onlar her nefesin, her kuruşun, kendilerine ihsan edilmiş her şeyin emanet ve imtihan olduğu şuuruyla, hepsini kulluk yolunda harcamaktan başkasının yakışık almayacağı edebiyle hareket etmişlerdir. İşte kulluğunu böyle bir içtenlik, incelik ve yüce gönüllükle yapanlar Allah dostu haline gelmişlerdir.
Tasavvuf ehlinin sistemleştirmeye çalıştığı yol, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin etrafında halelenerek bir sevgi yumağı halinde Allah’ın dostluğuna erişmeye uğraşan sahabenin yoludur.
Ehlullaha düşmanlık nereye uzanıyor?
Malumdur ki, insan sevgi ve dostluk yolunda çelişkili bir halde bulunamaz; yani bir kişiyi seven onun sevdiğini de sever, sevmediğini sevmez. Bir kişiyle dost olan artık dostunun dostuna düşmanlık etmez veya düşmanıyla dostluk yapamaz.
Öyleyse Allah dostu olmak isteyenler de Allah’ın dostlarına düşman olamaz, Allah’ın düşmanlarına dostluk besleyemez. İşte tasavvuf yolu da bu temel esasa dayanır.
Rabbimiz bize dostlarını ve düşmanlarını kitabında tanıtmıştır. Allah’ın dostları, başta Rasulü olmak üzere, imanda kemale ve takvaya ermiş salih müminlerdir: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar iman edip de takvaya ermiş olanlardır.” (Yunus; 62-63)
Müminlere düşen de böyle Allah yoluna çağıranların davetine uymak, müminlerle cemaat haline gelmek, onlarla dostluk kurmaktır. Ayet-i kerime de şöyle buyurulur: “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe; 119)
“Kim Allah’ı Rasulunu ve iman edenleri dost edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır.” (Maide; 56)
Allah-u Zülcelâl düşmanlarını da tanıtmış ve onları dost edinmeyi yasaklamıştır: “Allaha ve kıyamet gününe iman edenler; babaları, kardeşleri ve akrabası olsa da, Allah’ın ve Resulünün düşmanlarını sevmez.” (Mücadele; 22)
Allah’ın düşmanları, başta Resulü olmak üzere onun yoluna davet eden kâmil mürşitlere düşmanlık besleyenlerdir. İşte Allah-u Zülcelâl bu düşmanlığı, kendi zatına karşı düşmanlıkla eş tutmuştur: “Kim benim veli kullarımdan birine düşmanlık beslerse, ben o kişiye harb açarım Kulum bana kendisinin üzerine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle yaklaşmaz Kulum, nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya devam eder. Neticede ben o kulumu severim Onu sevince de. kendisinin işiten kulağı, gören gözü tutan eli, yürüyen ayağı olurum, Kulum benden bir şey isterse, ona mutlaka veririm, Kulum bana sığınırsa onu mutlaka korurum!” (Buharî, Rikak, 38)
Elbette her nefeste Allah’a muhtaç olan bir kulun doğrudan Allah-u Zülcelâl’in zatına düşmanlık etmesi mümkün değildir. Onlar ancak Allah’a kulluk yoluna davet edenlere düşmanlık ederler. Çünkü onların çağırdığı yolu, nefislerinin arzularına uygun görmezler. Nefislerine karşı düşkünlükleri adeta onun hevâ ve arzularını ilah ittihaz edecek hale geldiği için, Allah’a kulluk yolunda nefisle mücadeleye çağıranlardan nefret ederler. Peygamberimize düşmanlık edenlerin çoğunun durumu da böyleydi. Allah-u Zülcelâl onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Hevasını ilah edinen ve Allah’ın, durumunu bilerek kendisini sapıklıkta bıraktığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne perde çektiği kimseyi görmüyor musun? Allah kendisini terkettikten sonra kim onu doğru yo/a eriştirir? Hiç düşünmez misiniz?” (Casiye; 23)
Nefis, insanı Allah’a karşı böyle bir cüretkârlığa kadar sürükleyebileceği için Allah’ın en büyük düşmanıdır. İşte sufiler, insanı nefis konusunda bilinçlendirmek suretiyle en büyük tehlikeden korumaya çalışmışlardır.
Tasavvuf yolunun amacı
Kısacası, tasavvuf yolu, Allah’ın dostu olmak için, onun dostlarına dost olmak, başta şeytan, nefis ve onlara uyanlara düşman olmak yoludur. Bu yol kıyamete kadar açıktır, hepimiz de bu yola davet edilmekteyiz.
Allah’a dost olmak yoluna koyulanlar, velev ki Allah dostlarının her haliyle hallenemeseler de, her amelini işleyemeseler de, onların yüksek derecelerine erişemeseler de muhabbetleri sayesinde onlarla bir ve beraber sayılırlar. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme bir bedevi gelip: “Ey Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)! İnsan bir cemaati seviyor, fakat kendisi henüz onlara (nasib olan seviyeye) ulaşamamış bulunuyor (ise ne olacak)?” diye sorunca Efendimiz: “Kişi sevdikleriyle beraberdir” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 50)
Elbette sevginin ispatı, uyabildiği kadar uymak, yapabildiği kadar aynı amelleri yapmak, olabildiği kadar sevdiği gibi olmaya, ona benzemeye çalışmaktır. İspat edilmeden kuru iddianın bir geçerliliği olmaz.