Anadolu’yu İrfanla Mayalayanlar
Nizamülmülk’ün dua orduları
Büyük Selçuklu devletinin ünlü veziri Nizâmülmülk, alimlerin ve tasavvuf büyüklerinin halkı irşad etmesine çok önem verir, devrin kamil mürşidlerinden Ebu Ali Farmedi Hazretleri yanına geldiği vakit, ona hürmet gösterir, yerinden kalkarak ayakta karşılardı. Nizamülmülk çok sayıda medrese inşa ederek, burada dini ilimleri öğreten müderrislere maaş ve talebelere yurt ve burs tahsis etmişti. Bunun için devletin hazinesinden her yıl üç yüz bin altın masraf ediyordu.
Sultan Alparslan’dan sonra oğlu Melikşah tahta geçince bazı hasetçiler Nizamülmülk’ü genç Sultan’a şikâyet edip gözden düşürmek istediler; “Nizâmülmülk her yıl âlimlere, zikir ehline ve Kur’ân okuyanlara 300 bin altın veriyor. Eğer bu para ile bir ordu donatılsa İstanbul’u bile fethetmek mümkündür” dediler.
Melikşah veziri ile sohbet esnasında bu harcama hakkında bilgi istedi. Nizâmülmülk şöyle cevab verdi: “Sen her yıl askerlere onca para harcıyorsun. Halbuki bunların en kuvvetlisi ve en nişancısının attığı ok, bir milden ileri gitmez. Bunlar ellerinde bulunan kılıçlarıyla yalnız yakınlarındaki kimseleri öldürebilirler. Ben ise bu para ile öyle bir ordu donatıyorum ki, onların duâları tâ Arş’a kadar gider ve Allah’a ulaşmasına hiçbir şey engel olamaz.”
Sultan Melikşah bunu duyunca ağladı ve: “Sen bu ordunun sayısını elinden geldiği kadar artır; sana istediğin kadar para hazır, dünyanın serveti senindir” dedi.
Nizamülmülk’ün bu “dua ordusu” kurma tedbiri, ondan sonraki dönemlerde de devlet idarecilerin rehberi oldu. Bilhassa Osmanlı devleti, kuruluşunun ilk döneminden itibaren daima halka sahih ilimleri öğretip takvasıyla güzel örnek olacak Allah dostu alimleri himaye etti ve maddi manevi destekledi.
Anadolu’yu irfanla mayalayanlar
İslam alemi, her devirde farklı fitnelerle, iç karışıklıklarla imtihandan geçti. Selçuklu Devletinin önde gelen devlet adamları, Batınilerin suikastleri neticesinde hayatlarını kaybetti ama arkalarında İslam dinini kıyamet gününe kadar anlatmaya devam edecek ilim, marifet ve muhabbet erleri bıraktılar.
O devrin büyük alim ve mürşidlerinden Yusuf Hemedanî, Bağdad’a gelip Ebu Ali Farmedi’nin de içinde bulunduğu sayısız tasavvuf büyüğünden ders alarak yetişti ve sonra Merv, Buhara, Herat, Semerkand gibi İslâm şehirlerini dolaşarak sayısız talebeler yetiştirdi. Onun yetiştirdiği talebeler arasında bilhassa ikisi daha sonra Anadolu’yu, İslam ilim ve irfanıyla mayalayacaktı. Kim miydi bu iki yiğit alim; Hace Ahmed Yesevî ile Hace Abdulhalık Goncduvanî kaddesallahu sırrahu…
Hace Ahmed Yesevî hazretlerinin sade bir lisanla öğrettiği hikmetler ve yetiştirdiği talebeler, Anadolu’nun İslamlaşmasının ilk devirlerinde büyük hizmet gördü. Henüz siyasi birliğin sağlanmadığı devirlerde Ahmed Yesevî’nin dervişleri Anadolu’nun çeşitli vilayetlerine yerleşerek halka, İslam ahlakı ve maneviyatını telkin ettiler ve kalpleri İslam’a yumuşattılar.
Moğol istilasından sonra obalar halinde Anadolu’ya göçmek zorunda kalan halk yığınlarının hem maddi hem manevi yönden eğitim, terbiye ve yardımlaşmaya ihtiyacı vardı. Öte yandan kadın, çocuk ve gençler sahipsizdi, halk ise ümitsizlik ve yılgınlığa düşmüştü. Bu dönemde halkın yumuşak bir üslupla, gönüllere tesir eden samimi nasihatlerle eğitilmesi ve yeniden toparlanması gerekiyordu. O dönemlerde dervişlerin kurduğu tekkeler perişan hale düşen garipler için yegane sığınaktı.
Aç insan öncelikle karnını doyurmayı düşünür. Bilhassa yokluğa uzun zaman sabredemeyecek olan çocuklar ve gençlere evvela ihtiyaçlarını helalinden kazanabileceği bir meslek ve iş gerekir. Bu sebeple o devrin dervişleri, manevi eğitimle meslek eğitimini birleştirdiler, usta çırak ilişkisi içinde meslek ahlakı ve genel ahlak dersinin de verildiği ‘Ahilik’ dergahlarını kurdular.
Ahmed Yesevî’nin talebelerinden Hacı Bektaş Veli’nin devam ettirdiği kol ise daha çok ‘Akıncılar’ arasında yayıldı. Hz. Ali kerremallahu vechenin yiğitliğini örnek alan bu kol, başlangıçta ehl-i beyt muhabbetine eğilimli ama sahih itikada sahip bir çizgideydi.
Bu yolun dervişlerinden Sarı Saltuk, Akyazılı ve Demirci Baba; Rumeli ve Balkanlar’da; Pir Dede Merzifon’da, Geyikli Baba Bursa’da, Emir Çin Osman ve Şeyh Nusret Yozgat’ta, Baba İlyas Amasya’da halka Allah’a ve kullarına karşı samimi ve dürüst olmayı, namuslu, sadakatli, cömert ve kahraman bir insan olmayı öğrettiler.
Dinin akla hitap eden kuralları olduğu gibi bir de kalbe hitap eden hissi ve ruhani bir yönü de vardır. Gerek sade insanlar, gerek ilim irfan sahibi zatlar, gerek toplum idarecileri, gerek şairler ve edibler olsun, her insan dünya hayatındaki zevk ve menfaatleri uğruna feda edeceği dinin, kalbine de tesir etmesini, onu ruhen ve manen etkilemesini bekler.
Hünkarlar önce tasavvufla
gönülleri fethederlerdi
Anadolu Selçuklu Devletinin idareci ve devlet adamları ekseriyetle yüksek bir ilim diliyle eserler veren Mevlana ile Muhyiddin ibn-i Arabi’nin, Ekberiye ismi verilen yolunun Anadolu’daki temsilcisi olan Sadreddin Konevî’den feyz alarak yetişmişlerdi. Saray çevresinden alim, şair, sanatkar ve devlet adamını cezbeden bu tasavvuf anlayışı, beylikler döneminde de etkisini devam ettirdi. Osmanoğulları Anadolu’da birliği sağlayıp beylikler dönemini kapatınca Mevlevilik, Ekberilik, Rıfaîlik, Kübrevilik gibi birçok tasavvuf mektebi İstanbul’a ve Balkanlara geçti.
Osmanlının fetihleri, daima halkın gönüllerinin İslam’a fethedilmesini esas almış; sadece askerî ve siyasi yönden ele geçirmekten ibaret olmamıştır. Bunun en güzel örneği, (Fatih Sultan Mehmed’in babası) II. Murat zamanında, irşad faaliyetleri himaye ve destek gören Zeyniyye yolunun Anadolu’daki halifelerinden Abdürrahîm-i Rûmî’nin, fetihten önce İstanbul’a giderek Ayasofya’daki rahiplerle dinî münazaralar yapması ve bunun sonucunda kırk kadar rahibin gizlice Müslümanlığı benimsemesidir.
Bazı Osmanlı Sultanlarının mensubu veya muhibbi olduğu Zeyniyye tarikatı, Sühereverdi yoluyla Rıfai yolunu birleştiren Zeynüddin el-Hâfî’nin kurucusu olduğu koldur. Bu tasavvuf mektebinin yetiştirdiği kişiler, farklı din, mezheb, meşrep, felsefi fikirlerin harman olduğu, kültürel çeşitlilik yönünden çok zengin bir ilim irfan ocağı olan İslam şehirlerindeki birikimden beslenmiş arif zatlardı.
Bu kişilerin sahip oldukları bilgi ve kültür birikimi, Bizans kilisesinin yetiştirdiği ruhban takımını ikna edebilecek seviyedeydi. İşte İslam’ı böyle birikimli ve yetişmiş şahısların, muhatabını etkileyecek bir üslupla anlatması sayesinde gönüller İslam’a açılıyordu.
Tarihe iz bırakan
tasavvuf ekolleri
Anadolu’da her dönemde farklı tarikatlar yaygınlık kazanmıştır. Bunda o tarikatin yetiştirdiği zatın irşadının etkili olması kadar, diğer tarikatların tarih sahnesinden çekilmesi de etkili olmuştur. Ancak hiçbir tarikat tarih sahnesinden çekilirken ardında sadece bir boşluk bırakmamış, menkıbeleriyle, şiirleriyle, sanat eserleriyle, tekke ve türbeleriyle arkalarında bir iz bırakmışlardır. Bunun yanında, arkalarında bıraktıkları irfan birikimi, farklı isimle anılan tarikatleri etkilemeye devam etmiştir.
Zaten tarikatlerin isimleri dönem dönem değişse de, bunların çoğu aynı yolun az farkla devamından ibarettir. Bilhassa Osmanlı Sultanları arasında en fazla müntesibi bulunan Halvetilik yolu birçok kollara ayrılarak, Ahmediyye, Cemaliyye, Gülşeniyye, Uşşakiyye ve saire isimler almıştır ancak aslında hepsi aynı silsilenin devamıdır.
Bazen bir tarikatte zamanın icabı veya mürşidinin tercihi ile usul değişikliği yapılır. Mesela halvet yani uzlete çekilip kalbi masivadan boşaltma yolu yerine celvet yani halkın arasında olup onların irşad ve hizmetiyle meşgul olunur. Bu yolların her birinin mensupları, kendi usullerinin Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hayatında örneği olduğunu kabul eder. Mesela Halvetîlere göreuzlete çekilme yolunu savunurken, Efendimiz aleyhisselatu vesselamın Hira mağarasına çekilerek kalbini ileride yükleneceği vazifeye hazırladığını örnek gösterirler.
Bütün tasavvuf yolları kendilerini sahabe ve neticede Peygamber efendimize bağlı kabul ederler. Mesela Halvetî tarikati, Hz. Ali kerremallahu vecheden, Hasan Basrî, Habib Acemî, Dâvud et-Taî, Marûf el-Kerhî, Serî es-Sekatî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi tasavvuf öncüleri vasıtasıyla gelen bir silsileye mensup olduklarını kabul ederler. Ebu’n-Necib Sühreverdî’nin Rıfai yolundan da feyz alarak iki silsileyi birleştirdiğine inanırlar.
Tasavvuf mektepleri, Muhammed ümmetinin irşadı ve manevi dirilişi için her devirde o devrin şartlarına en uygun şekilde hizmet etmişlerdir. Tasavvuf yollarından bir kolda bozulma veya aşırılık ortaya çıkarsa onun yerini diğer kol almıştır.
Allah’ın izniyle her asırda, bu ümmetin imanını tecdid ederek, din ilimlerini ihya edip manevi bir dirilişe vesile olan müceddidler her asırda olagelmişlerdir. Ekseriyetle manevi yönden çok üstün derecelere sahip olan Rabbani alimler, kendilerine kadar ulaşan ilim irfan ocaklarından gelen hikmetleri süzgeçten geçirip, Peygamber efendimizin getirdiği sahih itikat ve sünnete uygun amel ve zikir usulünü tekrar ortaya koymuşlardır. Nakşibendi yolunun büyükleri bu hususta mümtaz bir mevkiye sahiptirler. Bazı tarikatlerde zaman içinde bozulma olduğu veya yanlış anlaşılmaya elverişli bir anlayış zuhur ettiği dönemlerde, tasavvufi eser ve sözleri, istikamet ve itidal üzere güzel bir izaha kavuşturarak doğru çizgiye oturtmuşlardır.
Anadolu’yu mayalayan
Nakşibendi kolları
Osmanlının son asırlarında gerek İstanbul’da gerek Anadolu’da en yaygın tasavvuf mektebinin Nakşibendi – Halidî yolu olması tesadüf değildir. Halid-i Bağdadi Hazretleri, büyük ihtimalle manevi bir işaretle, istikbalde büyük bir rol üstlenecek olan Anadolu’ya İslami uyanışı mayalaması için pek çok halifesini bu topraklarda görevlendirmiştir. Osmanlı payitahtında birçok ilim erbabı ve devlet adamı Nakşibendi yoluna intisap etmişti. Bunların arasında Hanefî fıkhının büyük âlimi İbn Âbidîn ve Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendi ve Mehmed Refik Efendi gibi şeyhülislâmlığa getirilmiş alimler de bulunmaktaydı.
Halid-i Bağdadî hazretleri, Abdullah el-Hakkârî, Tâhâ el-Hakkârî ve Muhammed el-Firâkî’yi doğu Anadolu’ya, Muhammed el-Mehdî-i Dağıstânî ve Şeyh İsmail Şirvânî’yi (İmâm Şamil’in Şeyhi) Kafkasya ve Kazan bölgelerinde, Şeyh Muhammed el-Kudsî’yi Konya ve İç Anadolu Bölgesi’nde, Hartâvîzâde Şeyh Muhammed er-Ruhâvî ‘yi Urfa civarında, Tortumlu Şeyh Feyzullah Efendi’yi Erzurum, Erzincan ve Karadeniz sahillerinde; Silistreli Hacı Feyzullah Efendi’yi Malatya ve Elazığ çevresinde görevlendirmiştir.
Şeyh Halid’in halifelerine intisap eden Şeyh Abdurrahman Tagî Hazretleri, Şeyh Ahmed-i Haznevi Hazretlerine mürşid olmuş; Gavs Seyyid Abdülhakim El-Hüseyni Hazretleri ise Şeyh Ahmed-i Haznevi Hazretlerinin halifesidir.
Son devir Osmanlı Padişahları Mevlevi değil ise ekseriyetle Nakşibendî idiler. Bilhassa İslami siyasetin simge ismi II. Abdulhamit Han, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin dergahında yetişmiş ve Nakşibendi dergahları daima İslami düşünce ve ümmetin birliği mevzularında şuurlu insan yetiştirmede öncü rol oynamıştır.
Mevlana Halid Hazretlerinin
peşisıra gelen Hacegan yiğitleri
Gümüşhanevî Hazretleri vesilesiyle Halidîlik hem Karadeniz Bölgesi’nde hem İstanbul’da yayılmış ve fikir hayatına tesir etmiştir. Mesela İslami düşüncenin önde gelen isimlerinden Nurettin Topçu’nun mürşidi Abdülaziz Bekkine’nin silsilesi de Gümüşhanevî’ye uzanmaktadır. Yine büyük şair ve mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek de Halidî yolunun mürşidlerinden Taha el Hakkarî’nin yetiştirdiği Abdülhakim Arvasi’den feyz alan şahsiyetlerdendir. Kafkas cihadının simge ismi Şeyh Şamil de yine Nakşibendi yolundan yetişmiş olan İsmail Şirvanî’nin halifesi Muhammed Yeraği’nin feyz ve himmetiyle yetişmiştir.
Nakşibendi Halidi yolu ülkemizde İslami şuurun yeniden uyanmasında büyük emeği geçtiği için çoğu zaman irtica ile ilişkilendirilip hedef gösterilmektedir. Çünkü Nakşibendi yolu zahir ile batını birleştiren, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetini esas alan ve istikamete çok ehemmiyet veren bir yoldur. Bir diğer adı da Hacegan yolu olan Nakşibendilik, ‘hace’lerin yani zahir ve batın ilimlerinde yetişmiş alimlerin, ilim ve feyz ile halkı irşad etmesini esas alır. İlim ve takvaya riayeti gözettiği için sırat-ı müstakımden ayrılmamaya azami dikkat sarf eder.
Bu sebeple Nakşibendi yolunun mürşidleri, Osmanlının son zamanında imana ve İslami hayata şiddetli taarruzların olduğu bir devirde tavizsiz bir duruş sergileyerek halkın imanda ve İslam’da sebat etmesine vesile olmuşlardır. Allah-u Zülcelal cümlesinin hizmetlerini mükafatlandırsın ve bizleri de bu dosdoğru yoldan ayırmasın.