Bas Kalbinin Deklanşörüne!
Kalbin pişmanlık dolu
Allah şahit, yorgunsun. Bedenin aklını taşımıyor. Kalbinde bir darlık, hiç susmadı, susmuyor. Nefsin aklını galebe çalmış. Bir hüzün, şu kalpcağızının üstünde, aklında durduğu gibi durmuyor…
Her şey sana aitken, bak hiçbir şey senin olmuyor, her şey yok oluyor. Şuracıkta boylu boyuna salınmış ellerin, şu titreyen yüzün, yerinden çıkacakmış gibi duran göğsün, hiç de senin çarpıldığın gibi çarpmıyor. Kim bu senden yabancı beden, ruhuna bıraktığı bu elem?
Başkasında iğreti diye baktığın günah, şimdi üzerine oturmuş kıyafet gibi duruyor. Bedenin, korkularının, kalbin ise habis duyguların hamallığını yapıyor. Sana ait olmayan süfli acılar yeşertiyorsun kalbinde, sonrası eleme boğuluyor…
Şuncacık zaman üstüne vazife edilmemiş köylere bekçi, şehirlere amir oldun. Seni yaratana hadim olmadan, yaratılan üzerinde hüküm koyucu oldun. Kim bilir ardında kaç bacasız ev, kaç kalbi yarım insan, kaç başı okşanmayan öksüz bakışlı insan bıraktın? Her cürümünle, kutuplarda bir yerlerde bir buzulu erittin? Kaç kez yaratılanı sevemeyerek, Yaratan’ının rızasından uzaklaştın? Kaç insanın kalbine korku verip kaç hayvanın bu dünyanın sadece sana ait olduğu hissi ile yanından geçtin?
Şimdi günah kolluyor gözlerin, dahi ellerin, kulakların… Belki bu yüzden bu kadar korkak, bu kadar boşa çekilen küreklerle dolu göğsün ve bu yüzden bu kadar pişmanlık dolu kalbin.
Çevir yüzünü, çevir kalbini…
Yaşadıkların mı yorgun düşürdü yoksa hayal kırıklıkların mı? Söyle o halde, bedenin midir korkularına hamilik yapan, yoksa utandıkların mı seni ağlatan? İnsan bu kadar mı kendine mahkûm, kendine nasihati olmayan; kendinden kaçıp yine kendine sığınan olur? Yokmudur, kendinden başka kaçabileceği bir öbür yüzü olan?
Yokmudur, mesela uyumaktan başka ölmek ki uyandığında ölmüş, ölmüşken uyanmış olasın? Oysaki her yer, senden kalan izbelik…
İnsan bir yanı ile günahken, diğer yanı ile melek değil midir? Öyle ise çevir yüzünü Rabbine. Çevir kalbini, şimdiye kadar çevirdiklerinden daha bir ileriye…
Biliyorum yorgunsun, melekler şahit. Her şey senin emrindeyken, hiçbir son senin olmuyor. Tüm yazgılar, senden öte bir yerlerde karara bağlanıyor. Gözlerin, seni yalanlayıp günah gibi bir sarnıcın içine atıyor. Duydukların, çok da gerçek olmadığı için tümcelerin boşa çıkıyor. Sen artık bu saat sonrası, yazılması gerekli bir pişmanlıktan fazlası değilsin.
Gözlerinde umutsuz bir bakış… Kime çevirsen ki? …
Her yer kalabalıkken tenha…
Hangi tarafa baksan senden farksız bu heyula…
Bu yüzden bırak, gel, tutma hiçbir sokak başını. Beklediğin her ne ise gelmedi, gelmiyor.
Unutmuşsun, bir yolcusun sen…
Senden önce de başka ruhlar arşınlıyordu, bu sönük hatırsız yolları. Bu nasihat onların da kulaklarına çalındı. Bak gör ki, kimsenin zevki baki kalmıyor. Giden her lezzet, ardından zehir gibi bir belayı musallat ediyor.
Şu altında yaslanıp soluklandığın şecere, sadece yanılsamadan ibaret… Oysa sen bir yolcusun. Kalk ve koyul yola!
Seni yola koyan bitirmeden bu yolculuğu, bitiremeyeceğini bil bu menzili. Bitirsen de selamete çıkamayacağını…
Unuttun mu yoksa? Sen ezelde bir yerlerde, henüz ismin düşmemişken Levh-i Mahfuz’a, varlık sınavı veriyordun. Var kılındıktan sonra, şuncacık yanılsamalarla dolu hayat imtihanını mı veremeyeceksin?
Unuttun değil mi? Oysa sana düşen, unutmuş olduklarını hatıra getirmekten fazlası değildi. Hem “mutluluk” adında bir masaldı, seni bunca zaman hülyaların peşinde koşturan.
“Dur!” de artık, kalbinin ritmini bozan öfkelerine! Nefsin hercai duygularına…
Uyan! Bak, sen de herkes gibi bir kimsesin. Sen de dipsiz kuyu dedikleri bu dünyada, şu etrafındaki insanlardan farklı değilsin. Bırak artık, kılma kendini diğer tüm insanlardan azade. Hem bu savruk halin sana ne verdi? Ne verebilir?
Sen de ancak, şu bina tepelerinden bakıldığında, parmak kadar görünen insancıklar kadar önemlisin. Hiçbir hayat, sen bu dünyada varsın diye farklı sonlanmıyor. Kendi kaderin dahi, senden yakına düşmüyor.
En iyi tevbeni yap!
Aç gözlerini, bugüne değin kapattıklarına. Ayna ol, ama musallat olma, şu etrafındaki güzelliklere. Baki sanıp da verme kalp gibi bir cevheri, tadı bir süre sonra damakta ve ruhta dahi kalmayacak olan suni zevklere. Çık gel rüyandan, getir kendini. Bil ki, sen selamete çıkarmadan niyetini, kimse müsebbibin olmayacak.
Kimisi duydu, kimisi hiç çıkmayacağı mesken saydı, bu müteahhitsiz yurdu. Çıkar artık üzerine dünya sinmiş gömleğini!
Giy pişmanlık yelesini. Çıkar ayaklarını, gittiğin her ne bela yerlerden, dahi kalbinden. Çıkar bugüne değin “Olmaz!” diyerek elletmediğin sandukanı, katran dökülmüş kalpcağızının içinden. Kuşak kuşak, yumak yumak gayyalardan…
Çık getir dünyanı, dünyandan. Hayat tahammül edilemeyecek kadar kalabalıktır ve bu soluk aldığın hengâmenin, uzun emelden başka vaizi, yalnızlıktan başka da vaazı yoktur oysa.
Yorgunsun, biliyorum. Hem insanlar da şahit…
Çık gel, henüz her yer aydınlık. Henüz çirkefleşmemişken tüm şehir ve ruhlar…
Kendini kısa bir süre uzlete çek. Önce soluklan. Alınabilecek en güzel nefesi ve kokuyu dile Yaratıcından. Olduğun yere çök, ellerini sabitle. Sıkı tut, titretme kalbini. Kendin için en güzel sahneyi dile…
Bir pişmanlık şiiri bestele, o an en iyi tevbeyi dilemiş olmak için bas kalbinin deklanşörüne!