Bir Sahte Mehdi Örneği Ahmed Kadiyani
Takdim
Hemen her devirde; Peygamber Efendimizin sahih hadislerinde haber verdiği ‘mehdiyet’ kavramını suistimal edenler olmuştur. Hak adına hakkın ihlal edildiği bu mesele, günümüzde de bazı tezahürleri ile karşımıza çıkmaktadır. Biz bu yazımızda halkı aldatarak, kendileriyle birlikte dalalete sürükleyen tüm bu şarlatanları, tarihin kirli yapraklarından arayıp bulduğumuz Ahmed Kadiyani’nin şahsında inceleyeceğiz. Zaman zaman duyduğumuz diğerlerine, Gulam Ahmed, sadece bir örnek.
Hasta adam
Ahmed Kadiyani
Kadiyanîlik, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî tarafından kuruldu. Mirza Gulam Ahmed, 1840 yılında Pencâb eyaletine bağlı Kadiyan’da doğdu. 6 yaşında tahsil hayatına başlayan Gulam Ahmed, 18 yaşlarına kadar Kur’an-ı Kerim, Farsça, Arapça mantık ve felsefe dersleri aldı. Babasından da hekimlik mesleğine ait bazı bilgiler öğrendi.
Gulam Ahmed, 1864’den 1868’e kadar Sialkot’ta, Bölge Mahkemesinde bir memur olarak çalıştı. Bu zaman içerisinde misyonerlerden Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi aldı. Hindûlarla tartışmalara girişti. İskoç papazı olan Butler ile samimî bir dost oldu. Onunla uzun görüşmelerde bulundu.
Bundan sonra, işlerinde kendisine yardımcı olması için babası onu yanına çağırdı. Ancak beceriksizliği sebebiyle “Bir kenara itilen ve kendi haline terkedilen” bir durumda kaldı.
Kendisi bunu şöyle ifade eder: “Babam bana olan ümitlerinin üstüne bir çizgi çizdi ve beni, ekmeğini yiyen ve fakat kendisi için bir şeyler yapmayan bir misafirden birazcık daha ileri gördü.”
Gulam Ahmed bundan sonra inzivaya çekildi. Bu arada Kur’an, tefsir, hadis sahasında çalışmalar yaptı, diğer dinler hakkında bilgi topladı.
Bu inziva hayatı, Gulam’ın küçük yaştan beri gördüğü rüyalar ve garip davranışlara yeni bir şeyler daha eklenmesine sebep oldu. Bu arada onun aşırı derecede unutkan ve dalgın olduğu göze çarpıyordu. Ayrıca pek çok hastalık sahibiydi. Kendisi bu hastalıklarını şöyle ifade eder: “Ben, müzmin hasta bir insanım. Baş ağrısı ve baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp çarpıntısı ve vücudumun alt kısmının uzayıp giden hastalığı hep şekerdendir. Çoğunlukla gece ve gündüz yüz defadan çok idrara çıkarım.”
1876 yılında babasının ölmesi üzerine, Gulam Ahmed’in hayatında yeni bir devre açıldı. Babasının ölümüyle, kendi anlayış ve ifadesine göre “Dünya adamı olmadığı için” ailenin geçim ve idaresini nasıl çözümleyeceği korkusunu yaşarken, gaybdan duyduğunu söylediği bir ses kendisine, “eleysallahu bi-kafin ‘abdehu” (Allah kuluna yetmez mi?) diye seslendi.
Bundan sonra, babasının işlerini kardeşine bırakarak inzivaya devam etti. Bu dönemde Farsça, Arapça ve Urduca dillerde yazma alışkanlığını kazanmak için bazı denemelerde bulundu. 1877-1878 yıllarında gazetelerde Hindûlara ve Hıristiyanlara karşı makaleler yazdı. Hindu ve Hıristiyanların, Müslümanları yaylım ateşine tuttuğu bir zamanda, onun İslamiyet’i savunmak için giriştiği bu faaliyet, halkın oldukça ilgisini çekti ve onun kişiliğini ön plana çıkardı.
Hindistan, 19. asrın sonlarında ciddî bir fikrî huzursuzluğa sahne olmuştu. Ortada pek çok görüş dolaşıyordu. Hıristiyan misyonerleri, Hindistan’ı baştan başa sarmıştı. Müslümanları kendi dinlerine çevirebilmek, en azından onları şüpheye düşürmek için oldukça gayret gösteriyorlardı. Bunun için de dinî inanç ve bağlılık dikkate değer bir şekilde zayıflamıştı. Halk bir kurtarıcı bekliyordu.
Gulam, halkın bu beklentisini iyi değerlendirdi. Bir yazısında Hindû ve Hıristiyanlara karşı 50 ciltlik bir reddiye yazacağını ama bastırabilmek için Müslümanların abone olup peşin para vermeleri gerektiğini bildirdi. Halkın çoğu onun bu isteğine uydu. Bundan sonra Gulam Ahmed, 1880’de Barâhin-i Ahmediyye ismini verdiği bu kitabın ilk iki cildi ile yayın hayatına girdi. Onun bu kitabı, Hinduların ve Hıristiyanların basın yayın yoluyla saldırdığı Müslümanlarca takdirle karşılandı.
Bu iki ciltte Gulam Ahmed, İslam’ı diğer dinlere karşı savunmuştu. Bu arada kendisine ilham geldiğini, keramet gösterdiğini de yazmış, kendi şahsiyetini ön plana çıkarmıştı. Müslümanlar onun bu tutumundan şüphe etmediler. Hatta ona destek verdiler. Mesela, Müslümanların ileri gelenlerinden Muhammed Hüseyin Batalavî, kendi dergisi olan ‘İşa’atu’s-Sünne’ isimli derginin altı sayısında (Haziran-Kasım 1884) bu kitabın lehinde yazılar yazdı.
1884 yılına kadar, kitabın üçüncü ve dördüncü ciltleri de yayınlandı. Gulam Ahmed, bu ciltlerde vahyin kesilmediğini, kesilmemesi gerektiğini, Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme tam uyan birinin, peygambere verilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını, bu gibi kimselerin sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin bilgisini andırdığı gibi, hezeyanlarda bulunuyordu.
Ayrıca bu yolda kendisinin pek çok vahiyler aldığını söylüyordu. Ve İngiliz hükümetine övgüler yağdırarak, cihadın gereksizliği üzerinde duruyordu. Onun bu görüşleri, bu tür bir kültür içerisinde büyüyen Hind Müslümanlarınca fazla yadırganmadı ise de, içlerinden ileri görüşlü olan bazı alimler, bu vahiylerin (!) birer fantazi olduğunu, Gulam Ahmed’in yakında daha ileri iddialarda bulunacağını sezerek ona karşı cephe aldılar.
Müceddidliğini ilan ediyor
Gulam Ahmed, bu kitabında kendisinin bir müceddid olduğu izlenimi vermiş, bu görüşleriyle Müslümanlar tarafından kısmen iyi karşılanmış, hiç değilse aleyhinde bulunulmamıştır. Bundan cesaret alan Gulam Ahmed, 1885’de kendisini açıkça 14. Hicrî yüzyılın müceddidi olarak ilan etti. Buna göre, kendisi 14. Hicrî yüzyılın başında, Allah tarafından dinini yenilemek üzere gönderilmiştir.
Bundan sonra o, diğer dinlere karşı Barâhin’de başlattığı tartışmayı seyahatleriyle sürdürmeye başladı. İlk tartışmada ağırlığını koyarak ve bu tartışmanın sonucunda, Urduca kaleme aldığı Surne-i Çeşm-i Arya (Arya’nın Gözüne Sürme) isimli kitabını yayımladı.
1885-1888 yılları halkın nabzını yoklamak için seyahatle geçti. Bu seyahatlerde durum ümit verici görülmüş olmalı ki, Gulam Ahmed bundan sonra bir adım daha ileri atarak, 1 Aralık 1888’de, seyahat için bulunduğu Ludhiana’da bir bildiri yayınlayarak, Allah’ın kendisine, taraftarlarından bi’at alarak, ayrı bir cemaat oluşturmasını buyurduğunu bildirdi.
Bi’at şartları on maddede toplanmıştı. Buna göre; Gulam Ahmed’e bi’at eden kimse, şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak, namazını hatta teheccüt namazını da aksatmadan kılacak, bütün insanlara iyilikle davranacak, her durumda Allah’a bağlı kalıp kendini O’na adayacak, Kur’an’ın yolundan yürüyecek, dine, İslam’a bağlılığı; kendi hayatı ve malından, şerefi, çocukları ve kıymetli bildiği her şeyden çok değer verecek, dini dünyanın üstünde tutacak ve son olarak da kendini Gulam Ahmed’e kopmayacak derecede bağlayacak ve ölünceye kadar ona itaat edecek.
Gulam Ahmed, müceddidliği ile ilgili olarak Ayine isimli eserinin 346; Risale-i Tuhfe-i Bağdat isimli eserinin 11 ve el-Mektub isimli eserinin 6. sayfasında şöyle diyordu: “Allah beni bu yüzyıl ve bu zaman için imam ve halife kıldı ve beni bu yüzyılın başında insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmam için müceddid olarak gönderdi.”
Mesih ve Mehdilik
iddiasında bulunuşu
1857’de Hindistan Müslümanları, İngiliz idaresine karşı Sipahi Ayaklanması ismiyle tarihe geçen bir girişimde bulunmuş, ancak başarılı olamamışlardı. Bu sebeple, İngilizlerin gözü devamlı olarak Müslümanların üzerindeydi.
Bunu, iyi bilen Gulam Ahmed, Barahin-i Ahmediyye’nin ilk cildinin neşrinden itibaren, davranışlarının siyasî bir amacı olmadığını, bütünüyle idareye ve İngiliz hükümetine sadık ve bağlı olduğunu her fırsatta tekrarlamıştı. Bununla ilgili ifadelerinden bazıları şöyleydi: “Kalemimle hükümete hizmet ediyor ve eserlerimde İngiliz hükümetine sadakat ve muhabbeti yazıyorum… Biz kalemimizle bu devletin emrindeyiz; iyiliği için duacıyız, hizmetkarıyız. Gerçek İslam delililerini, yumuşaklıkla, çeşitli ülke halkına arzetmekle emrolundum; bu yüzden kanatları altında hayatımı sulh ve güven içinde sürdürdüğüm İngiliz hükümetine karşı herhangi bir kötü düşüncem yoktur.”
Böylece İngiliz hükümetini emniyete alan Gulam Ahmed, halktan kendi adına bîat almasından bir buçuk yıl sonra, yani 1891’de, hayatının üçüncü dönemine başlar. Buna göre, aldığı vahiyle ona Hz. İsa’nın normal bir şekilde öldüğü, kendisinin Müslümanların beklediği ‘Mesîh’ ve ‘Mehdî’ olduğu bildirilmişti.
O, bu konudaki görüşlerini Urduca olarak peş peşe yayımladığı Feth-i İslam, Tavzîh-i Meram (22 Ocak 1891) ve Hale-i Evham (3 Eylül 1891) isimli eserlerinde açıkladı.
Gulam Ahmed, İtmamu’l-Hucce isimli eserinin 3. sayfasında da Mehdi ve Mesîhliği ile ilgili “vahiy” için şöyle diyordu: “Rabbim bana bildirdi ve beni bu yüzyılın müceddidi kıldı ve dedi ki: ‘Onların bekledikleri Mesîhu’l-Mev’ud ve el-Mehdiy-yu’l-Ma’hud sensin.’ Ve yine dedi ki: ‘Biz seni Mesih İbni Meryem kıldık.'”
Peygamber olduğunu iddia ediyor
1900 yılı Gulam Ahmed’in hayatında yeni bir devrenin başlangıcı oldu. Gulam Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan Kurban Bayramı namazında bir hutbe okudu. Ona göre bu hutbe Allah’ın vahyine dayalı olarak Arap dilinde irticalen yapılmış ve bir benzerinin yapılması mümkün olmayan bir hutbedir.
Bu hutbeden sonra 1901 yılında bir Cuma hutbesinde, Abdülkerim Mirza Gulam için Nebî ve Resul sıfatlarını kullandı. Bu durum Muhammed İhsan Amrohavî tarafından itirazla karşılandı. Bunun üzerine Ahmed Kadiyani, Abdülkerim Mirza Gulam’dan yanılıyorsa kendisinin düzeltmesini istedi. Mirza Gulam kendisiyle aynı görüşte olduğunu tasdik etti.
Bunun üzerine Abdülkerim ile Muhammed İhsan tartışmaya başladılar. Gulam Ahmed: “Ey insanlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin”(Hucurat: 2) âyetini okuyarak evine çekildi.
1902 yılının Ekim ayında Amritsar’da toplanan konferansta, bu iş için kaleme aldığı Tuhfetu’n-Nedve isimli tebliğinde kendisinin Allah’ın zıllî (gölgesi-yansıması), bir nebîsi olduğunu ileri sürdü. Ancak şeriat getirmediğini, nebîliğinin yalnızca Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin manevî yansımasından ibaret olduğunu ifâde etti.
Gulam Ahmed’e göre; kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi olması, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) son peygamber olmasına zıt değildir. O, “Hatemünnebiyyîn” yani “peygamberlerin sonuncusu olma” tâbirini şöyle yorumlar:
Hatem kelimesi sadece bir mühür mânâsına gelir. Dolayısıyla ondan sonra bir peygamber gelmesi, ancak onun mührüyle, yani onun şeriatını ikame etmesiyle mümkündür.
Hakkı tastid Ederek,
batıllığını hak gibi gösteriyor
Gulam Ahmed; et-Ta’lim isimli kitabının 15. sayfasında da bu konuda şunları söyler:
“Allah’ın, inanç bakımından sizlerden istediği, Onun tek ilâh olduğuna inanmanız, Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin peygamberlerin hatemi ve en şereflisi olduğunu kabul etmeniz, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine, ancak zılliyet yani tabi olmak suretiyle Muhammedi abanın giyilebileceğine inanmanızdır. Çünkü hizmetçi, hizmet ettiği kişiye ters düşmez. Dal da kökünden ayrılmaz.”
Ölümüne kadar nebi
olduğunda ısrar etti mi?
Onun ölümünden birkaç ay önce, 5 Mart 1908’de Bedr gazetesinde onun “Günlüğünde” şu ifadelerine yer verildi: “İddiam şudur ki, ben bir nebi ve resulüm. İsrâiloğulları arasında, kendilerine şeriat verilmeyen birçok nebî olmuştur. Onlar yalnızca Allah’tan aldıkları nebevî haberleri bildirmişler ve Mûsa dininin gerçeğini ve gücünü yerleştirmeye çalışmışlardır. Bu tür nebevî haberlerdir ki, onların nebî adıyla isimlendirilmelerini netice vermiştir. Aynı durum benim görevim için de söz konusudur. Eğer nebî olarak çağrılmayacaksam, beni ilâhî vahyi alan diğer kişilerden ayıracak başka özel bir kelime var mıdır?”
Gulam.’Ek Galte ke İzâle {Düzeltilen Yanlışlık) isimli Urduca risalede de bununla ilgili olarak şöyle diyordu:
“Nebî ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün yazılarımda, bunu yeni bir kitap getirmediğim ve tam bir nebî olmadığım anlamında yaptım. Bununla birlikte önderim Hz. Peygamberin (sav) manevî nimetlerini aldığım ve onun adıyla anıldığım ve Allah tarafından gelecek olayların bilgisi ile donatıldığım için, yeni bir şeriat getirmemekle birlikte, gerçekten bir resul ve nebî idim. Şeriat getirmeyen bir nebî olduğumu hiç inkâr etmedim ve bu anlamda Allah tarafından nebî ve resul olarak adlandırıldım. Bu anlamda nebî ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkâr etmiyorum.”
Ahbâr-ı Am gazetesinde Gulam Ahmed’in nebîliğini inkâr ettiği şeklinde bir açıklama çıkması üzerine de, ölümünden üç gün önce bu gazetenin yayın müdürlüğüne gönderdiği ve 26 Mayıs 1908’de neşredilen mektubunda bunu tekzip etmekte ve özetle şöyle demektedir:
“23 Mayıs 1908 tarihli Ahbâr-ı Âm’ın birinci kolon ikinci kısmında, benim hakkımda, akşam yemeğinde nebîliğimi inkâr ettiğimi açıkladığım bildirilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu husus bilinmelidir ki, o yemekte söylediğim kısaca şu idi: Halka bütün yazılarımda açıkça bildirmiş bulunuyorum ve hattâ şimdi de açıklıyorum ki, benim İslâm’la bütün bağlarımı koparmaya kadar gidecek bir nebîlik iddiasında bulunduğumu, yani başka bir deyişle kendim için Kur’ân-ı Kerim’i takibe gerek bırakmayan, yeni bir Kelime-i Şehadet ve kıble getiren, İslâm şerîatını kaldıran ve Hz. Peygamberin otorite ve örnekliğini reddeden tam bir nebîlik iddia ettiğim yolunda bana karşı ileri sürülen suçlama, baştan sona asılsızdır.
“Nebîliğimi ileri sürdüğüm esaslar şuna dayanmaktadır: Bana Allah’la konuşma imtiyazı bağışlanmıştır. O benimle konuşur ve bana söyler, sorularıma cevap verir, gaybı bana gösterir ve geleceğin sırlarını bana açar. Bu tür deneme ve işaretlerin bolluğundan dolayı, O beni bir nebî olarak isimlendirmek lütfunda bulunmuştur.
Bu yüzdendir ki, ben Allah’ın emrinden dolayı nebîyim. Eğer bu gerçeği inkâr edersem, bu, benim bakımımdan bir günah olacaktır. Beni nebî olarak adlandıran Allah olduğuna göre bunu nasıl inkâr edebilirim?”1
Gulam Ahmed’in vahiy iddiası
Vahiy, Allah’ın peygamberlerine genelde Cebrail aracılığıyla, peygamberin tebliğ ettiği dinin esaslarını bildirmesidir. Ğulam Ahmed de kendisinin bir peygamber olduğu hezeyanında bulunarak, kendisine vahiy geldiğini iddia etmişti. Onun vahiy dediği şeylerin bir kısmı Kur’ân âyeti idi. Bir kısmı da yâ âyetlerin birkaç kelimesi değiştirilerek, ya da âyetler parçalanarak ifâde edilmiş sözlerdi. Diğer bir bölümü ise tamamen kendi hayal mahsûlü idi. Geldiğini söylediği vahiylerin bir özelliği de çeşitli lisanlarda gelmiş olmasıdır. Çoğunluğu Arapça ve Urducadır. Vahiyler içerisinde Fransızca ve İngilizce olanlar da vardır. O, kendisine vahiy geldiği ile ilgili olarak şöyle der: “Genç-ihtiyar, alt ve üst tabakadan olan bütün erkek ve kadınlar, benim helakim için, secdeye kapanmaktan burunlarından kan gelinceye ve elleri kabarıncaya kadar topluca duâ etseler bile, Allah onları işitmeyecek ve Onun tebliği tamamlanıncaya kadar benim işimi durdurmayacaktır; bana bir tek kişi yardım etmese bile, O bana yardım için melekler gönderecektir.” 2
“Rabbim bana vahyetti ve emrim, dünyanın doğu ve batısına ulaşıncaya kadar bana yardım edeceğini vaad etti.”3
Gulam Ahmed’in vahiy dediği daha pek çok söz vardır. Gulam kendisine vahiy geldiğini söylemekle kalmadı; bütün nebî ve Resullerden üstün olduğunu da iddia etti. Dikkat ediyormusunuz. Günümüzdeki Şeytan Oyuncağı Sahte mehdiler, Gulam Ahmed’e ne kadar da çok benziyorlar değil mi!
“Allah’ın ‘Muhammed Allah’ın elçisidir’4 sözünden kasıt benim. Çünkü Allah bu vahiyde beni Muhammed ve resul olarak isimlendirdi” dedi. 5
Harekete, Ahmediyye ismi veriliyor
Fırka önceleri kurucusunun ismine nisbetle Kadiyanîlik olarak anılmışsa da, 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bir bildiri ile, Ahmediyye adını almıştır.
Kaynaklar:
- Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyûmlik, s. 41-60, 148-150.
- Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânîlik, s. 61-65.
- Ğulam Ahmed, Luccetu’n-Nur, s. 67.
- Fetih Sûresi, 29
- Kasım el-Kâdiyânî, Tebliğ-i Risâlet, 10. 14.