Bosna İzlenimleri -II-
(Önceki sayıdan devam)
Ne kadar bizdenler anlatamam…
Akşam Doboj’da konakladık. Ertesi gün (17 Ekim Cumartesi), Emaus’un merkez tesislerine gittik. Kurban teslimatını yaptık. Buradaki tesisten biraz söz etmekte yarar var. Zîrâ bu projenin benzeri, Türkiye’ye ve diğer İslâm ülkelerine ilham kaynağı olabilir.
Tesis, 1999 yılında, Kosova mültecîleri için yapılmış. 2004 yılında, Emaus bünyesine alınmış. Burada 399 kişinin barındığı bir huzurevi bulunuyor. Bunların arasında; kimsesiz, yetim, engelli ve ağır hasta olanlar var. Bunlara devlet bile sahip çıkamıyormuş. Tesise bir bakıma rehabilitasyon merkezi de diyebiliriz. İçlerinde hasta bakıcı, psikolog ve fizyoterapistlerin bulunduğu 70 medikalci görev yapıyor. İlaç ve bazı tedâvi masrafları devlet tarafından, diğer giderler, bağışçılar tarafından karşılanıyor.
Buranın sakinleri, el emeği, göz nuru işlerle hem terapi görüyor hem de tesis bütçesine ekonomik katkı sağlıyorlar. Büyük tarlalarda çeşitli meyve ve sebzeler yetiştiriliyor, ihtiyaç dışında kalanlar satışa çıkarılıyor. Yine, süt ürünü tesisleriyle, civar köylerden aldıkları sütleri mâmul hale getiriyor, sarfiyat dışındakileri civar köylere satıyorlar.
Avrupalı bir bağışçının desteğiyle bir dikim atölyesi kurulmuş. Hastalar için pijama, medikalciler için üniformalar ve çeşitli tekstil ürünleri üretiliyor. Burada, gençler meslek sahibi olabiliyorlar. Böyle çok yönlü, sosyal içerikli projelerin geliştirilmesi ve çoğaltılması gerekir diye düşünmeden edemiyoruz.
Huzurevinde ziyâret ettiğimiz insanlar arasında; acıktığını, susadığını, üşüdüğünü, hattâ canının yandığını hissetmeyen insanlar vardı. Soramadım, savaşta kimlerini kaybetmişler, başlarından neler geçmiş, neler yaşamışlar ve neler görmüşler? Soramadık! Nasıl soralım ki? Cevap yok! …
Emaus’tan sonra, Dobaj’da bir yetim âilesini ziyârete gittik. Hediyelerimizi takdim ettik. Bayramın 3. gününü kardeş ülkede ve bir âile ortamında geçirdik. Yetimler, belki fakir idiler. İmkânları kıttı. Fakat gönülleri ne kadar zengin; ne kadar içten, ne kadar samîmi ve ne kadar bizdenler anlatamam…
Bu arada, internetten birkaç fotoğraf paylaşmıştım. İstanbul’dan kızım yazmış: “Babacığım resimlerde suratın neden asık, neden gülmüyorsun?” Ona diyemedim: “Srebrenitsa annelerini gördük, Tecavüze Uğramış Kadınlar Derneği’ne kurban götürdük, 8372 şehidin kabrinden henüz ayrıldık.” Diyemedim…
400 yıl bir arada ve barış içerisinde yaşamanın sırrı…
Doboj’dan 16.00’da ayrıldık. Yaklaşık iki buçuk saat sonra, Travnik şehrine vardık. Bizi burada, Elçi İbrahim Paşa medresesi selâmladı. 1706 târihli olan bu medrese, bugün İmam Hatip Okulu gibi hizmet veriyor. Yakın zamanda, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) tarafından restore edilerek hizmete ve ziyârete açılmış. Medresenin girişinde duvarda, Fatih Sultan Mehmed Hân’ın Bosna ahitnâmesi asılıydı. Bosnalı Hıristiyanlar için koruyucu nitelikli bir fermandı bu. Fermanda şunlar yazılıydı:
“Ben Fatih Sultan Mehmed Han, bütün dünyaya ilân ediyorum ki; kendilerine bu padişah fermânı verilen Bosnalı Fransiskenler, himâyem altındadır ve emrediyorum: Hiç kimse, ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve onlara zarar vermesin. Devletimde huzûr içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar, özgür ve güvenlik içerisinde yaşasınlar.
“Devletimdeki tüm memleketlere dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne pâdişahlık eşrâfından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlarımdan, ne de ülkemin vatandaşlarından, hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, onları hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hattâ bu insanlar, başka ülkelerden devletime birisini getirirse onlar da aynı haklara sahiptir.
“Bu pâdişah fermânını ilân ederek burada, yerlerin, göklerin yaratıcısı ve Efendisi Allah, Allâh’ın Elçisi Aziz Peygamberimiz Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) ve 124 bin Peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemîn ediyorum ki; emrime uyarak bana sâdık kaldıkları sürece, tebamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır. 28 Mayıs 1463, Milodraz. Dünyâ fâtihi, haşmetli ve ulu Sultân’ın imzalı ve parlayan mühürlü fermânıdır.”
Ahitnâmeyi okuyunca ecdâdımızın büyüklüğünü, inceliğini ve merhametini bir kez daha müşahede ettim. Farklı dîn, dil ve etnik kökene sahip insanların 400 yıl bir arada, barış içerisinde yaşamalarını başka türlü nasıl îzâh edebiliriz.
Osmanlı eseri Târihî Travnik Kalesi, kartal yuvası gibi şehri tepeden kuş bakışı seyrediyor. Kale içerisinde harâbe hâlde bir de Osmanlı Câmii varmış, vaktimiz kısıtlı olduğundan kaleyi ziyâret edemedik.
Travnik sokaklarında gezerken, her taraftan suların şakır şakır aktığını görüyorsunuz ve o su sesleri sizi dinlendiriyor. Şehre Osmanlı mührünü vuran üç büyük eserden biri ve en önemlisi Alaca Camii’dir. Şehrin merkezindeki bu caminin diğer adı Süleyman Paşa Camii’dir.
Travnik Alaca Câmii, 1757 yılında, Bosna Vezîri Sopasalan Kâmil Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış. Câmi haziresinde kallâvi kavuklu, burma sarıklı Osmanlı dönemi mezar taşları, heybetli görünümleriyle bizi o günlere götürdü…
Mezar taşları demişken, neredeyse İstanbul’daki kadar Osmanlı dönemi mezar taşları, Bosna’nın her tarafına yayılmış durumda. Bembeyaz görünümlü sarıklı halleriyle Arafat’taki ihramlı hacıları hatırlatıyorlar. Kefenlenmiş, kıyâmeti bekliyorlar sanki…
Sırp ve Hırvatların mezarları siyah granitten, bizimkiler beyaz mermerden yapılmış. Küp içindekini sızdırır derler. İçleri dışlarına vurmuş. Zifiri karanlık!
Ne hazindir ki bazı Boşnaklar onlardan esinlenerek tek tük de olsa mezarlığa siyah mermeri sokmayı başarmış. Birileri bu insanları uyarmalı. Zîrâ bizler Müslüman köylerini minâresinden, o da yoksa mezar taşlarından ayırt edebiliyoruz. Bunlar bizim sembollerimiz, varlığımızın belgeleri, tapu senedimizdir. Bereket versin ki tüm olup bitenlere rağmen, Bosna’daki Osmanlı dönemi mezar taşları Türkiye’dekiler kadar zarar görmemişler.
Blagay Tekkesini Ziyaret Ettik…
Saat 15.00’te, Travnik’ten Mostar şehrine doğru hareket ettik. Yaklaşık üç saat sonra, Mostar’dan biraz ileride fakat Mostar’a bağlı tipik bir Osmanlı köyü olan Potiçeli’ye vardık.
Potiçeli Kalesi, stratejik bir tepeye konumlanmış durumda. Osmanlı stili câmii zarafetiyle ruhumuzu okşuyor. Aslına sadık kalınarak gâyet güzel bir şekilde restore edilmiş. Câmi içerisinde, beş adet de Sadaka Taşı bulunuyor.
Buradan biraz daha geride, Mostar’a yakın bir yerde bulunan, Blagay Tekkesini de ziyaret ettik. Tekke, heybetli bir dağın eteğinde, Fırat’ı anımsatan Buna Nehri’nin doğduğu yerde kurulmuş. Yüzlerce yıldır manevi bir üs, bir kale vazifesi görmüş. Blagay Köyü’ne yakın olduğu için Blagay Tekkesi olarak biliniyor. Fakat aslında bu tekkenin adı Sarı Saltuk Tekkesi imiş. Günümüzde Halveti Tekkesi olarak kullanılıyor.
Tekke üç katlı ahşap binadan oluşuyor. Mimari stili gibi hikâyesi de Balkan coğrafyasına yayılmış diğer tekkelere benziyor. Rivayet odur ki Osmanlı henüz buralara gelmeden önce, bir Anadolu Alpereni buralara kadar gelmiş, Buna Irmağı’nın çıkış kaynağı olan mağaranın yanına çadırını kurmuş ve o günden sonra, burası bir ilim irfan mektebi olmuş.
Bilindiği üzere, Osmanlı bir bölgeyi fethetmeden çok önceleri buralara ahilerle, dervişlerle gelir bir nevi ‘fetihten önce fethi’ gerçekleştirirdi. Bu Alperenler, bulundukları coğrafyada iyiliği, güzelliği, adaleti ve doğruluğu yaymalarıyla bir nevi cazibe merkezi, manevi çekim alanı oluştururlardı. Burada da öyle olmuş. Bölgenin maddi susuzluğu Buna Nehri’yle giderilirken, manevi susuzluğu da Blagay Tekkesi dervişleriyle giderilmiş.
Yüzlerce yıl bölgeye manevi güç katmış bu gönül insanları. Bütün Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi Balkanlarda da tekke ve zaviyeler, yalnızca dini-tasavvufi yapılardan ibaret değildi elbette. Bu kurumlar aynı zamanda sosyo-ekonomik ve kültürel işlevlere de sahipti. Dolayısıyla bulundukları bölge çekim gücünden etkileniyor, sürekli dönüşüm geçiriyordu. Osmanlı’nın kısa sürede tüm Balkanları fethetmesi ve buralarda hüsnü kabul görmesinde tekkelerin önemi pek büyüktür.
Blagay Tekkesi, uhrevî havasını iliklerinize kadar hissedebileceğiniz müstesna bir yer…
Gerçekten de insan burada, bütün sıkıntılarından ve endişelerinden kurtulmuş duygusuna kapılıyor. Fakat nehrin, tekkenin hemen karşı yakasındaki restoranda yapılan alkollü içki servisi, bu uhrevî havayı lekeliyor. Hiç hoş ve estetik olmayan bu durumu, kime anlatırız, kim dinler? O ayrı bir mesele… Şahsen ben bu durumdan ciddi bir şekilde rahatsız oldum.
Ve Mostar’dayız… Kartpostallarda, gazetelerde ve televizyonlarda gördüğümüz Mostar. Savaş yıllarında kahpece bombalanan, sonra Türkiyemiz tarafından aslına uygun olarak tekrar yaptırılan Mostar…
Mostar Köprüsü, şehrin içinden geçen Neretva Nehri üzerine kurulmuş. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından, 1566 yılında inşa edilmiş. Köprü için 456 kalıp taş kullanılmış. Köprü, zamanla çevresindeki şehre adını da vererek Hersek bölgesinin büyük şehirlerinden biri olmuş.
‘Bilge Kral’ Aliya İzzetbegoviç’in kabri başında…
Artık yatsı vakti olmuştu. Buradan ayrılırken, Türkiye’den bir grupla karşılaştık. Yüksek sesle bir şeyler tartışıyorlardı. Sebebini sorduk. Lokantalardaki menülerde İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça var da neden Türkçe yok diye, protesto ederek mekânı terk etmişler. Bu durum elbette bizleri de üzdü.
Artık Saraybosna’ya dönüş vakti gelmişti. İki buçuk saat sonra, Saraybosna’ya vardık. Yol güzergâhı boyunca istisnasız bütün camilerin şerefesinde yeşil zemin üzeri ay yıldızlı bayraklar dalgalanıyordu. Sanırım bu bayrama özel bir durumdu. Öyle de olsa insana huzur veriyor. İnşallah bir gün olur, kıyamete kadar oradan aşağı inmezler.
Müslümanların yaşadığı şehir, kasaba ve köylerin meydanları “Bajram Şerif Mubarek Olsun” yazısıyla süslenmiş. Bir kelime ile de olsa ortak bir pay daha buluyorsunuz bu güzel insanlarla. Ne kadar hoş bir durum öyle değil mi?
Ertesi gün, (18 Ekim günü) Cuma namazını Gazi Hüsrev Begova Câmii’nde edâ ettik. İlk defa Boşnakça hutbe dinledim. Doğal olarak hiç bir şey anlamadım. Fakat târifi mümkün olmayan bir huşû duydum.
Namazdan sonra efsâne komutan, büyük lider, ‘Bilge Kral’ lakabıyla tanıdığımız Alia İzzetbegoviç’in kabri başında, tüm şehitler adına Fâtihâlar okuduk, duâlar ettik. Ve dönüş hazırlıkları başladı…
Bosna bütün çelişkilerine, zıtlıklarına rağmen, insanı kendisine âşık etmesini biliyor. Tıpkı İstanbul gibi… Daha havaalanından ayrılmadan Bosna’yı özlüyor insan.
19 Ekim, 2013 günü, ne ilâhî tecellîdir ki Alia’nın vefât yıldönümünde, bu büyük komutanı, silah arkadaşlarını ve aziz ülkesini selâmlayarak, Türkiye’ye hareket ettik.
Heybemizde, Bosnalı Müslümanların, Türkiyeli kardeşlerine kucak dolusu selâm, sevgi ve muhabbetiyle birlikte…