DİN VE HAYAT / Oruç Üzerine Tefekkür
DİN VE HAYAT
Oruç Üzerine Tefekkür
Hatice Kübra Ergin
Ömrümüz varmış, yeniden Ramazan-ı Şerif’e kavuşuyoruz. Rabbimiz kıymetini bilmeyi ve güzelce istifade etmeyi nasip eylesin. Oruç ibadetine hayatımızda daha fazla yer verdiğimiz bu aylarda orucun güzellikleri üzerine yeniden tefekkür edelim inşallah.
Oruç hakkında çok yazı yazılmış, çok sohbetler edilmiştir. Fakat öyle bir derinliği var ki saymakla bitmiyor. Her alim ve tasavvuf büyüğüne başka bir ilim, irfan ve güzellik ilham edilmiş. Onlardan aldığımız güzel haberlerle orucun güzelliklerini daha iyi idrak edelim. Orucun kıymetini bilelim, bu güzel hediyeye teşekkür edelim.
Bu bilgiler hem orucu sevmeye vesile olsun. Hem de bize orucu lütfedene marifet ve muhabbetle kulluk etmek nasip ve müyesser olsun, inşallah.
Oruç hakkında Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin meşhur hadis-i şerifini hepimiz biliriz:
“Aziz ve celîl olan Allah ‘İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da ben vereceğim.’ buyurmuştur…” (Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163)
Bu hadis-i şerifin manası hakkında tasavvuf ehli alimlerden Ebû Bekir Muhammed bin İshak el-Kelâbâzî rahmetullahi aleyh çeşitli izahlarda bulunmuştur. Bunlardan biri şöyledir:
“Oruç Benim içindir” sözü, tamah edenlerin tamahını boşa çıkarmak içindir. Şeytan orucu ifsad etmeye tamah eder. Halbuki Allah’a ait olan bir şeyi bozmaya düşman tamah edemez. Nefsin tamahı, tutulan oruçla kendini beğenme hâline düşmektir. Nefis sadece kendisine ait olan şeyle kendini beğenme hâline düşer. Ahirette hak sahipleri de orucun sevabına tamah etmezler. Çünkü hasımlar Allah’a ait olanı değil, sadece kula ait olanı alırlar.” (Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 143)
Bu izahın manasını daha iyi anlamak için kendimizi mahşer gününde hayal edelim. O gün çok zor bir gün. Hüsran ve nedamet günü. İş işten geçmiş, artık bir şey yapma imkânı yok.
O günü ne kadar düşünüyoruz? Halbuki zaman nehri bizi önüne katmış o güne doğru sürükleyip götürüyor. O gün geldiğinde artık çok geç olmuş olacak.
Hz. Ali kerremallahu veçhenin buyurduğu gibi,
“Dünya arkasına dönmüş gidiyor, ahiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlatları vardır. Sizler ahiretin evlatları olun! Sakın dünyanın evlatları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok, yarın ise hesap var amel yok!” (Buhari, Rikak, 4)
O gün salih amellerin sevabından başka elimizde hiçbir şey yok. Elbette onlar da Allah-u Teâlâ tarafından kabul edilmiş ise.
Amelleri çok olan kişiler için bile büyük korkular var. Çünkü amellere arız olan birçok düşmanlar var. Mesela amelde niyet ne kadar düzgün idi? İhlasla mı yoksa riya için mi yapıldı?
Amelin işlenişindeki kusurlar ayrı bir bahis. Huşu ile yapılıp tam sevap alındı mı yoksa alışkanlık haline gelmiş bir şekilde, gaflet ile mi yapıldı.
Hepsinden bir şekilde kurtulsan bu sefer de sevabı hasımlar alıp götürebilir. Yani amel sahibinin üzerinde kul hakkı varsa hak sahipleri en sağlam, en güvendiği sevapları alabilirler.
İşte kul bütün bu korkular içindeyken orucun sevabının Allah’ın katında, Allah’a ait olarak tutulacak olması ne büyük bir müjdedir.
Mahşer günü zorlu bir hesap bizi bekliyor. Hz. Âişe radıyallahu anha annemizden rivayet edilen bir hadis-i şerife göre “Mahşer günü üç yer vardır ki oralarda kimse kimseyi düşünmez: Mîzan’da ameller tartılırken, terazinin hafif mi yoksa ağır mı geldiğini öğrenmeden…” (Hâkim, IV, 622/8722)
O zor bir gün. Hiç ummadığımız şeyler bizi zor duruma düşürebilir. En güvendiğimiz amellerimiz kabul edilmeyebilir veya niyetteki zayıflık, hata ve kusurlar sebebiyle değer taşımayabilir. Bazılarının sevabı da kul haklarına gidebilir.
Bütün hesaplaşmalar biter, belki de kul iflasın eşiğine gelir. Dizlerinin bağı çözülür. Düşünelim ki, tam o sırada Allah azze ve celle hazretleri kendi katında tuttuğu orucun sevabını bir nur sağanağı gibi yağdırıverirse… Bu nasıl bir mutluluk!
Orucun sevabını Yüce Allah’ın kendisine izafe etmesinin sebeplerinden biri de oruçlunun halinin riya ve gösterişten uzak olmasıdır. Oruç gizli bir ameldir. Elbette makbul bir oruç tutmaya muvaffak olduysak…
İşte böyle düşününce orucun ne büyük lütuf olduğunu anlayabiliyoruz.
Elbette her ibadetin ayrı bir faydası var. Namaz dinin direği. İnfak Kur’ân-ı Kerim’de çok yerde emredilen bir ibadet. Zikir ve tesbihatlar dile kolay ama mizanda ağır. Kur’ân-ı Kerim’i okuma, tazim etme, sımsıkı sarılma dinin olmazsa olmazı. Bilhassa güzel ahlak ve muamelata hassasiyetin yeri apayrı.
Zaten Ramazan-ı şerif de bütün ibadetlerin hem kolaylaştığı hem de sevaplarının kat kat verildiği mübarek bir zaman dilimi. Sanki ömürden gafletle boşa geçirilen zamanları telafi etmek için çok büyük bir fırsat. Oruçla birlikte nefsin kırılması da ibadetleri işlemeyi kolaylaştırabilir. Yeter ki, kıymetini bilerek, manasını idrak ederek tutalım.
Orucun manasını idrak etmek için en kolay yol oruçluyken fark ettiğimiz muhtaçlığımız, acziyetimiz ve dayanıksızlığımız. Her an Allah’ın verdiği rızkın enerjisi ile güç kuvvet buluyoruz. Enerji kaynağımız kesilince muhtaçlığımızı anlıyoruz.
Bilhassa zamanımızda oruç da tutmasak aç kaldığımız yok. O yüzden pek küstah, pek cüretkarız. Şu modern insanın ne kadar sabırsız ve dayanıksız olduğu halde bu kadar haddini bilmez olması aç kalmamasıyla yakından alakalı olsa gerek.
Yalnız açlık değil, mesela başı ağrısa bir ağrı kesici kullanamamak. İftar saatine kadar ağrı çekerken “Şayet Rabbim azab ederse ona nasıl dayanırım?” diye düşünmek…
Öyle ya Rabbimizin rızası da gazabı da gizlidir. Bir amel ile rızasını kazanmak da mümkündür, önemsemediğin bir günah ile Allah’ın gazabını hak etmek de…
Allah’ın azabını hak edecek bir şey yapmadığımızı düşünüyorsak bu da cahilliğimiz ve gafletimizdendir. Tasavvuf alimlerinden Haris el-Muhasibi rahmetullahi aleyhin er-Riaye yani Allah’ın Hakkına Riayet isimli eserinde nefisten tezkiye edilecek kötü huyların listesinde ilk sırada şu geliyor: “fakirlik korkusu.”
“Şeytan, sizi fakirlik ile korkutur ve sizlere çirkin şeyler ile emreder. Allah Teâlâ ise size taraf-ı ilâhisinden bir mağfiret, bir fazl vaad buyurur. Ve Allah Teâlâ vâsidir, alîmdir.” (Bakara; 268)
Fakir düşmekten korkmadığımızı, seve seve bol bol infak ettiğimizi, Allah’a tam tevekkül ettiğimizi iddia edebilir miyiz?
Kelâbâzi rahmetullahi aleyh “Oruç Benim içindir, onun mükâfâtını Ben vereceğim” ifadesinin bir manasını da şöyle açıklamış: “Hak Teâlâ’nın, “Orucun mükâfâtı, Benim” demesi, “Benim marifetimdir” manasına gelir.” (Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 204) Tasavvuf anlayışında hiçbir şey ma’rifete denk olamaz.
Orucun bize marifet kazandırması için biraz tefekkür edelim. Bu dünyada ihtiyaçlarımızı gidermeyi biraz ertelemekle hemen sıkıntıya düşüyoruz. Böyle dayanıksız olduğumuz halde ahiretteki hesaptan, azaptan hakkıyla korkuyor muyuz?
Ahiret hayatı bu dünya hayatına benzemez. Orada ağrı kesici yok, anestezi yok, sedatif ilaçlar yok… Üstelik orada azap çekenlerin derileri yenileniyor ki hissettikleri azap hiç azalmasın.
“Şüphesiz ki, ayetlerimiz hakkında küfre sapanları ateşe sokacağız. (Ateş, onların) derilerini yakıp kavurdukça, azabı tatsınlar diye (yeni) bir deriyle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm’dir.” (Nisâ; 56)
Bu dünya hayatı, süre olarak sınırlı olduğu gibi, her şey de sınırlı. Mesela bedenimizin limitleri var. Ne zevk alma konusunda ne de acı çekme konusunda belli limitler aşılamaz.
İnsan bu dünyada en leziz nimetleri yese de sınırlı bir zevk alabilir, ondan fazla alamaz. Çünkü zevk almak ilk lokmaya mahsustur. Beynimiz sadece bir yiyeceğin tadına bakıp kontrol etmek üzere lezzet alır, asıl yaratılış amacı keyif almak mutlu olmak değildir. Dünya mutluluk yeri değildir, insanın beyni ve bedeni mutlu olmaya uygun değildir. Bunu psikologlar, doktorlar söylüyor.
Ayrıca insanda ruh beden ikiliği olduğu için bedenen nimet içindeyken ruhen endişeli olabilir ve genellikle de olur. Bu yüzden hiç kimse için dünya nimetleri, cennet nimetleri gibi olamaz. Çünkü cennette bedenler latiftir, kalplerden bütün kötü duygular, endişeler çekilip alınır. Bütün hisler berraklaşır. Nimet gaflet getirmez şükür getirir. Gayret etmeden nefes alıp verir gibi hamd edilir… Saymakla bitmez…
Bu dünyadaki çekilen acılar da cehenneme benzemez. Çünkü bu dünyada hiçbir ağrı kesici içmeseniz bile beyninizdeki endorfinler salgılanır. Ağrı ya belli bir sürede diner ya da kişi bayılır, komaya girer. En son ölümle bütün acılar sona erer. Yani bu dünyada çekilen acının limiti vardır. Cehennemlikler ise ne ölür kurtulurlar ne de hayatları hayata benzer. Rabbimiz buyuruyor ki:
“Onlardan azap hafifletilmez.” (Bakara; 162)
Tam tersi artarak devam eden bir azab… “Onlar için sürekli olan bir azap vardır.” (Tevbe; 68)
Cehennemliğin hem bedeni dinmeyen, azalmayan bir azap içindedir hem de ruhu utanç, korku, nefret, kin ve türlü türlü kötü duyguyla yanıp kavrulur. Bütün bunlar ve daha fazlası Kur’ân-ı Kerim ayetlerinde anlatılmaktadır. Ama ne kadar okuyoruz, okurken ne kadar tefekkür ediyoruz.
Oruç tutmak bizi dünyevi lezzet ve meşguliyetlerden koparmışken biraz mutlaka gideceğimiz o alem hakkında bilgi edinelim. Böylece hazır acizliğimizle de yüzleşmişken bütün dünyevi korkularımızı kalpten temizleyip kalbimizi takva ile doldurmak için Rabbimizin yardımını isteyelim, inşallah. Çünkü Rabbimiz, “Oruçlunun ağız kokusunu severim,” buyuruyor. Yani “İstiğfar etsin, dua etsin, ne isteyecekse istesin…”
Orucun tefekkür etmeye çok faydası vardır. Çünkü aç kalmak insanın zihnini açar. Açlık sırasında vücut hafifçe stres hormonları salgılar. Bunlar sabah uyanmayı, bir tehlike anında harekete geçmeyi sağlayan hormonlardır. Hafifçe salgılanması insanın bütün duyularını harekete geçirir ve zihin kapasitesini en yüksek seviyede kullanmayı kolaylaştırır. Ayrıca orucun stresine sabretmek, insanın zorluklara karşı dayanıklılığını da artırır. Bu da ahireti düşünüp fehmettikten sonra gereğini yapmaya yardımcı olur.
Rabbim bizi nimet verdiği kullarına mahsus kıldığı rahmetiyle kuşatsın. O rahmete layık olmayı nasip ve müyesser eylesin. Âmin.
Not: Kelebazi’nin eserlerinde oruç hakkındaki diğer izahlar hususunda Doç. Dr. Vahit Göktaş’ın Orucun Bilinmeyen Mükafatı isimli makalesine bakılabilir.