DİN ve HAYAT / Ümmeti Helake Sürükleyen Irkçı Kavmiyetçilik
DİN VE HAYAT
Ümmeti Helake Sürükleyen Irkçı Kavmiyetçilik
Hatice Kübra Ergin
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor ki:
“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 22)
Allah-u Zülcelâl bütün insanları birbirine benzer şekilde yaratmıştır. Bütün insanların ortak özellikleri ve benzerlikleri vardır. Bunun yanında her bir insan neredeyse eşsizdir. Birbirinin tıpatıp aynısı neredeyse hiç kimse yoktur. Tek yumurta ikizi kardeşler arasında bile ufak tefek farklılıklar vardır, böylece birbirinden ayırt etmek mümkün olur.
Allah-u Zülcelâl ezeli ilmiyle insanların arasında farklılıkların olmasını takdir etmiştir ve bunda rahmet vardır. Herkes birbirinin tamamen aynısı olsaydı tek tip makineler, eşyalar gibi olurduk. Bir kimliğimiz olmazdı. Ama tamamen farklı olsaydık da birbirimizi anlayamazdık. Hem benzerliklere sahip hem farklılıklara sahip olarak yaratılmamızda büyük hikmetler vardır.
Bilhassa aynı aileden olanlar birbirine daha fazla benzer ve aralarında bir sevgi bağı vardır. Akrabalar, soydaşlar kendilerini birbirine diğer insanlardan daha yakın hissederler.
İnsanlar nesep olarak kendine daha yakın olanı daha fazla sevebilir. Ama uzak ve yabancı gördüğü kişi de tanıştıkça, anlaştıkça yabancı olmaktan çıkar. Mesele birbirini tanımaya, anlamaya niyetli olmaktır.
Rabbimiz bu gerçeğe şu ayet-i kerime ile dikkat çeker:
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Hem de sizi şubeler ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz ki, Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır.” (Hucurât; 13)
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde, burada geçen “şuub” kelimesini açıklarken: “Şa’bın çoğuludur… Bir babanın sulbünden dallanan çok bir topluluğa kabile denildiği gibi kabileleri toplayan ve hepsi bir asla mensup olan, büyük cemiyete de re’s veya şa’b denilir.” diyor.
Şa’b kelimesi bugün modern Arapça’da; “Halk, ulus” manasında da kullanılıyor. Mesela; “Şa’b’ul Irak” deniliyor. Bu hatalı kullanım Baas zihniyetinin yani Araplığı ön plana çıkaran kavmiyetçi bakışın neticesidir. Aslında Irak halkı tek bir etnik kökenden gelmemektedir.
“Türk milleti” veya “Millet-i İran” kullanımı da yanlıştır. “Millet” kelimesinden, bir toplumun dini, dininden dolayı benimsediği hukuk, ahlak, örf adet gibi bütün kültür unsurları anlaşılır.
Kur’an-ı Kerim’de millet kelimesi; “Bir topluluğun dini, tuttuğu yol” manasında kullanılır. (bkz: Sad, 7; Araf, 88)
Rabbimiz Müslümanlara, kendi Hak dinlerinden, bu dinin emir, hüküm ve adetlerinden başkasına uymamaları; başka toplumların “milletine” yani din ve kültürüne meyletmemelerini tembih etmiştir: “Ve sen onların milletlerine (dinlerine) uymadıkça Yahudiler ve Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar.” (Bakara; 120)
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, Allah’ın indirdiği, “Hak dini” benimsemiş toplumların yoluna, “İbrahim milleti” ismini vermiştir.
“İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o’nu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.” (Bakara,130; Ayrıca bakınız: Hacc, 78; Nisâ, 125; Nahl, 123)
Milliyet Din Demektir
Dinimizde kişinin milliyeti, etnik kökenine göre değil inancına göre belirlenir. Kişinin şerefi de kendi elinde olmayan soy ve kökene göre değil, Alemlerin Rabbinin gönderdiği dine, ahlak ve fazilet ölçülerine uymasındadır.
Günümüzde milliyetçilik, ulusçuluk manasında kullanılır. Elbette insanın aynı vatanda birlikte yaşadığı kişilerle kader ortaklığı vardır. İnsan tabiatı icabı kendi ailesini daha çok sevdiği, düşündüğü, iyiliğine çalıştığı gibi, birlikte yaşadığı halkı, milletini de sever. Bu sevgi kınanmış değildir. Ancak bu sevgi adına etnik ve dil bakımından farklı kökenden bir din kardeşine de düşmanlık besleyemez.
Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam,
“Yâ Resûlallah! Kişinin kendi kavmini sevmesi kabilecilik/ırkçılık sayılır mı?” diye sorulduğu zaman;
“Hayır. Lâkin kabilecilik/ırkçılık, kişinin kendi kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır.” şeklinde cevap vermiştir. (İbn Mâce, Fiten, 7.)
Üstünlük iddiasıyla veya haksız yere düşmanca ırkçılık ve ötekileştirme yaptığı durumlarda kendi kavmini körü körüne desteklemek dinimizin yasakladığı ırkçılıktır.
İslam dini, bütün Müslümanların kardeş olduğunu, aralarındaki soy, sop, etnisite, ırk gibi farkların bir üstünlük konusu olamayacağını açıkça beyan etmiştir. Bu konuda en ufak bir taviz dahi yoktur.
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Allah indinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva iledir.” (Cem’u’l-Fevâid, 1; 510, No: 3632; Ahmed b.Hanbel, Müsned, V,411)
Rabbimizin dikkatimizi çektiği gibi, insanların derilerin renginin, simalarının, dillerinin, kültürlerinin çeşitli olması, bir zulüm kaynağı değildir. Bilakis sonsuz hikmetleri olan bir takdirdir. Allah’ın rahmetinin eseri ve eşsiz sanatını ortaya koyan bir âyettir.
İslâm dini, Allah’ın takdiri ve hikmetli yaratışının bir neticesi olan çeşitliliği bir sorun kaynağı olarak tanımlamaz. Asla hiçbir etnik kökenin ve kültürün aşağı olduğunu da iddia etmez. Hiçbir dil veya kültürün asimile edilmesini, yok sayılmasını emretmediği gibi hiçbirini de üstün saymaz. Tam aksine insanlık tarihi boyunca hep büyük bir zulüm kaynağı olmuş olan ırkçılığı yasaklar.
Rasulullah aleyhisselatu vesselam şöyle buyurmuştur:
“Kim ırkçılık propagandası yaparak veya kabileciliğe/ırkçılığa destek vererek yoldan çıkmış bir topluluğun bayrağı altında öldürülürse, onun ölümü cahiliye ehlinin ölümü gibidir.” (Müslim, İmare, 57)
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin doğup büyüdüğü cemiyette, soy sop asalet anlayışı hakimdi. İnsanlar kabileleriyle övünür, kendilerini üstün sayardı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem çok sert ifadelerle bunu yasaklamıştır:
“Aziz ve Celîl olan Allah, sizden câhiliyyet devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takva sahibidir. Kâfir olan ise, şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bir kısım erkekler, bir kavimle (kâfir olarak ölmüş atalarıyla) övünmeyi terk etsinler. Çünkü onlar, cehennem kömüründen bir kömürdürler yahut onlar, Allah indinde, burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvud, Edeb, 5116; Tirmizî, Menâkıb, 4212-4213)
İslam dini müslümanların birbirine ırkçı ideolojinin taktığı gözlükle bakmasını yasaklar. İslam’a göre ırk, etnik köken veya nesep insanları birbirinden ayıran değil, yaklaştıran bir unsurdur.
Ecdadımıza Layık Olalım
Her toplum, kendi eğitim sisteminde, çocuk ve gençlere bir tarih bilinci aşılar. Böylece kendi ecdadını sevmesini ve onların devamı olarak kimlik kazanmasını ister. Bu da yine tabii bir durumdur. Çünkü tarihini bilmeyen insan şuursuzdur, kimliksizdir ve yabancı zihniyetler tarafından kolayca etkilenip yönlendirilir.
Bu sebeple insanın kendi ecdadına, ait olduğu millete karşı muhabbet ve bağlılık duyması ona şuur ve kimlik kazandıran bir özelliktir. Bilhassa ecdadı İslam’a hizmet etmekle şeref kazanmış bir toplumun böyle bir ecdadın soyundan geldiği için şükretmesi, onların kıymetini bilmesi, bu şerefe layık olmak için onların yoluna bağlılık duyması asil bir duygudur.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, içinde Peygamberlerin yetiştiği bazı aileleri sayarak onları tafdil ettiğini bildiriyor: “Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçip (kendi zamanlarında) âlemlere üstün kıldı.” (Âl-i İmrân; 33)
İşte bu şekilde olursa, insan soyunu ve ecdadını sevebilir ve hatta sevmelidir. Ama bu kuru kuruya bir övünme olmamalıdır. Çünkü hiç kimse içinde doğduğu aileyi kendisi seçmiyor veya hak etmiyor. Böyle bir nimete sahip olarak dünyaya gelmiş olmaktan dolayı kişi, kendini daha fazla sorumlu hissetmeli; onlara layık evlat olmanın gayreti içinde olmalıdır. Yoksa soy sop insana ahirette bir şey kazandırmayacaktır. Allah Resulü aleyhisselatu vesselam buyuruyor ki: “Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandırmaz.” (Müslim, Zikr 38; İbnMâce, Mukaddime 225; EbûDâvud, İlm, 3643; Dârimî, Mukaddime 351)
İslâm, soy üstünlüğü anlayışını yasaklamış ancak kişinin akrabalarıyla ilişkisini kesmeyip iyilik ve ihsana en yakınlarından başlamayı emretmiştir. Akraba, komşu, soydaş, vatandaş ve milletine karşı merhamet duymak, öncelikle onların haliyle ilgilenmek kötülenmiş bir milliyetçilik değildir. Kendi halkı zor duruma düştüğünde onlarla ilgilenmek, zulme uğradığı zaman müdafaa etmek dinimizin emrettiği güzel hasletlerden biri olan vefa duygusundan gelir. Kişinin varlığını borçlu olduğu vatanına karşı elbette bağlılık hisleri olmalı, asla ona karşı ihanet ve vefasızlık içinde olmamalıdır.
Kişinin kendi milletini ve kabilesini sevmesini meşru kabul eden ve “Sizin en hayırlınız, günaha girmemek şartıyla yakınlarına arka çıkanınızdır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 111-112.) buyuran Peygamberimiz, bir kimsenin kendisini öz babasından başkasına nispet etmesini (Buhârî, Meğâzî, 57.) ve onlardan olmadığı hâlde kendisinin bir kavme mensup olduğunu iddia etmesini de yasaklamıştır. (Buhârî, Menâkıb, 5.)
Buradan da anlaşılabileceği gibi, İslam dini insanda tabiî olarak bulunan sevgileri terbiye edip yüksek bir hissiyata basamak haline getirir. Ecdada ve kavmine duyulan bağlılık hissini de onlara yakışan, onlara layık bir evlat olma hissine çevirir. Nitekim Elmalılı Merhum, yukarıda geçen ayetin izahında şöyle diyor:
“Netice olarak bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp dağılmak ve döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip, korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan kavmin soyundan olmak değildir. “Sûra üfürülünce artık aralarında neseb yoktur.” (Müminûn, 23/101) Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.”
Tarihten İbret Alalım
Ne yazık ki dinimizin emrettiği kardeşlik, birbiriyle iyilikte ve takvada yardımlaşmayı, en yakınlarından başlayarak bütün insanlığı şefkatle kucaklamayı emrettiği halde, bugün İslam aleminin durumu içler acısıdır.
İslam dini nasıl ki duyguları terbiye edip yüceltiyorsa, şeytanın oyuncağı olmuş batı kültürü de tam tersine her duyguyu yozlaştırıp, zulüm ve fesada alet eder. Kavmiyetçilik ideolojisinin doğuşu da böyle olmuştur.
İslam dini farklı coğrafyalara yayıldığı zaman İranlı, Kürt, Türk gibi farklı milletler de topluca İslam’a girdiler. Bazı siyasi olayların da etkisiyle zamanla İslam ümmeti içinde şuubiye, unsuriyye, gibi isimler altında etnik hizipleşmeler ortaya çıktı. Bu ayrılıklar zamanla itikadi fırkalaşmaları da besleyip ümmetin zayıflamasına yol açtı. Ümmetin zayıf düşmesine ve Haçlı istilası, Moğol katliamı gibi felaketler karşısında güçsüz kalmasına en büyük sebeplerden biri bu bölünmelerdi.
Yakın tarihimizde de Osmanlı devletinin parçalanması, yine etnik temelli, kavmiyetçilik anlayışının empoze edilmesi ile gerçekleşti. Oysa Osmanlı devleti bütün milletlere varlığını sürdürme hakkı tanımıştı. Gayr-i Müslimlerin bile kendi dinini yaşamasına izin veren Osmanlı devletinin ana unsurları ise, ehl-i sünnet Müslümanlardı. Arap, Kürt, Türk, Boşnak, Arnavut, Gürcü, Çerkes ve benzeri bütün müslüman unsurlar Osmanlıda kardeşçe bir arada yaşıyordu.
İslam’a bağlılığın devam ettiği dönemler boyunca birlik beraberlik ruhu da devam etti ve müslümanlar dünya üzerinde izzetli bir hayat yaşadılar. Ancak batıdan gelen kavmiyetçilik cereyanı bu birliği bozunca bütün İslam yurtları işgale uğradı, sömürüldü, zillete mahkûm oldu. Günümüzde de hala müslümanlar hakiki birlik beraberliği sağlayamadığı içindir ki hala batı hegemonyasından kurtulamamaktadır.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ırkçılık hakkında, “asabiyyet-i cahiliyye” tabirini kullanmış ve cehalet devrinden kalma çirkin bir dâvâ olarak görmüştür. Ahir zamanda bu cahiliyye adetinin tekrar hortlayacağını bildiren hadis-i şerifinde ise şöyle buyurur:
“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir: “Kaderiye (‘kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır’ cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr dâvâsı). Unsuruyet dâvâsı (ırkçılık) ve dinî meselelerde gevşeklik etmek.” (Taberanî, Mu’cemüs Sağir, 158)