Efendimize Nübüvvetinin Bildirilmesi
İlk vahiy
Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem, kırk yaşlarına gelince, Allah kendisine ilk vahyi, yani ilk mesajı göndererek ona peygamberlik verdi.
Kendisine vahiy gelmeden önce Hz. Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem, Mekke Şehir Devleti’nin puta tapıcılığından kaçıyor, yalnızlığı arıyordu. Taştan, demirden ve tahtadan yontulmuş put heykellerinin hiçbir işe yaramadıklarını biliyor, onlardan uzak duruyordu. Heykellerin önünde saygıya durarak veya etrafında dönerek onları yüceltmenin manasız olduğunu kavrıyor, bu cahiliye âdetinden mümkün mertebe kaçıyordu. Sırf bu gayeyle, yani putlara tapmamak ve onları yüceltmemek için, Mekke yakınlarındaki Nur Dağı’nda yalnızlığa çekiliyordu.
Kendileri yaratılmış olan bu taş parçalarının kime ne faydası olurdu ki?
Nur Dağında, Hira adında bir mağara vardı. Orada yalnızlığa çekiliyordu. Yalnızlık… İnsanı, kendi kendisiyle baş başa bırakan korkunç tatlılık… Yalnızlık sessizliğinde duyulan tek ses, göğüs kafesindeki kalp atışları… Yalnızlığı aramak, bu kalp atışlarını dinleyip onları terbiye etmek, onları anlamaya çalışmaktır. İçten gelen o sesler, taşa, demire, bronza kulluk etmemeyi öğretir insana! Duymasını bilenler için hürriyet aşkı fısıldar o atışlar, o inleyişler…
Bir Ramazan günüydü. Allah Resûlü sallallâhu aleyhi vesellem, yine Hira Mağarası’ndaki yalnızlığına çekilmişti. Birden bir ses duydu.
Hadisenin gerisini Efendimiz aleyhissalâtu vesselam şöyle anlatıyor: “Ben uykudayken Cebrail geldi ve bana ‘Oku!’ dedi. Ben de, ‘Okumasını bilmem, ne okuyayım?’ dedim. Bunun üzerine beni sararak öyle bir sıktı ki, öldüm sandım. Sonra bırakarak, yine ‘Oku!’ dedi. Ben yine, okumam olmadığını söyledim. O, tekrar beni sararak aynı şekilde sıktı ve geri salarak, aynı şeyi söyledi. Benden de aynı cevabı alınca, nihayet şöyle dedi: ‘Ey Muhammed! Yaratan, insanı (bir kandamlası olan) alak’tan yaratan Rabbinin adıyla oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir. İnsan, kendisini zengin olmuş görünce muhakkak azar.” (Âlâk Sûresi, 1-7)
Allah Resûlü sallallâhu aleyhi vesellem devamla şöyle diyor: “Cebrail bunları söyledikten sonra çekildi gitti. Dehşet içinde uykudan uyandım. Sanki kalbime bir kitap işlenmişti.”
“Sen Allah’ın Resulüsün!”
Bu ilâhi hadise karşısında, dehşet ve hayrete düşmüş olan Allah Resûlü sallallâhu aleyhi vesellem, hemen evine dönmek üzere yerinden kalktı. Korku ve heyecan kaplamıştı vücudunu…
Mağaradan çıkmış, Nur Dağı’ndan aşağıya iniyordu. Her adım atışında binlerce ses: “Ey Muhammed! Ey Allah’ın Resulü, sana selâm olsun!” diyordu. Her defasında geriye dönüyor, taş ve ağaçlardan başka bir şey göremiyordu.
Nur Dağı’nın ortalarına kadar bu dehşet içinde gelebildi. Aynı sesler… Aynı selâmlar… Dağın ortasında, Allah’ın meleği Cebrail aleyhisselâmı göründü. Ufuk ile sema arasını kaplamıştı. Efendimiz aleyhissalâtu vesselâma şöyle dedi: “Sana selâm olsun Ey Muhammed! Sen Allah’ın Resûlü’sün! O’nun Peygamberisin!”
Efendimiz aleyhissalâtu vesselâma Peygamberlik vazifesi verilmişti… Peki, neydi bu Peygamberlik vazifesi?
Peygamberlik; insanlara, sadece Allah’a kulluk etmek üzere yaratıldıklarını bildirmekti. Peygamberlik; insanlara, putlara, resimlere, heykellere, paraya tapmamayı öğretmekti. Peygamberlik; insanları ululaştırmamanın öğretisiydi. Peygamberlik; kendi görüş ve ilkelerini ilahlaştırmış olan insanları, Allah’ın kanunlarına bağlamak için programı Allah tarafından çizilmiş İlâhî inkılap müessesesiydi… Peygamberlik, kuvvet sistemleri yerine hak sistemi kurmanın projesi, gerçeğe kapı açmanın yoluydu.
Bu şekilde Allah Resûlü sallallâhu aleyhi vesellem ilâhi mesajı almış; onun heyecanıyla evine dönüyordu.
Vefakâr ve dünya kadınları için örnek olan hanımı Hz. Hatice annemiz onu bekliyordu. Efendimiz aleyhissalâtu vesselam, hâlâ kendisine gelen vahyin, yani İlâhi mesajın tesirinde, hâlâ o tatlı heyecan içerisindeydi. Biraz dinlendikten sonra, başından geçenleri, hanımı Hz. Hatice radıyallahu anha validemize anlattı.
O gelen Cebrail’dir!
Hz. Hatice validemiz, onu huşu ve hayretle dinledikten sonra, bu duyduklarını sormak için, amcaoğlu Varaka b. Nevfel’e gitti.
Varaka, Hıristiyanlık hakkında da çok okumuş, bilgili bir zattı. Putperestliği de reddetmiş olan bu yaşlı adam, Mekkeli müşriklerden de uzak durmaya çalışıyordu ki, bu gibi insanlara; “Hanif” deniyordu.
Varaka, Hz. Hatice’yi dinledikten sonra, şöyle dedi: “Kuddüs, Kuddüs!… Allah’a yemin ederim ki ey Hatice! Eğer anlattıkların doğruysa, O’na gelen, Nâmus-u Ekber’dir yani Cebrail’dir. Hz. Musa’ya gelen Nâmus… Muhakkak O, bu insanların Peygamberidir. O’na de ki; sebat etsin, dayansın!”
Hz. Hatice, eve dönerek, Varaka’nın anlattıklarını kocası Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi veselleme anlattı. Daha sonra, Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem de her zamanki gibi, Kâbe’yi tavaf etmeye gitti. Orada Kâbe’yi tavaf etmekte olan Varaka kendisine şöyle dedi: “Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sen bu ümmetin peygamberisin. Sana gelen, Musa’ya da gelmiş olan büyük Namus’tur. Muhakkak yalanlanacak, işkence görecek, vatanından çıkarılacak ve savaşacaksın. Şayet o günleri görürsem, Allah’a yardım edecek, yani O’nun gösterdiği tarafta olacağım. Sen bu ümmetin Peygamberisin.”
Varaka’nın bu sözleri üzerine evine dönen Allah Resûlü aleyhissalâtu vesselâma, Allah’ın meleği olan Cebrail zaman zaman geliyor, ona insanların yaşam programı olan Kur’an’dan ayetler getiriyordu. Fakat bir müddet sonra, Cebrail aleyhisselâmı gelmez oldu. Ne olmuştu ki? … Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem Efendimiz üzüntü ve kuşkuya düştü. Kendisini peygamberlikle görevlendiren Allah, O’nu terk mi etmişti? Cebrail artık gelmeyecek miydi? Yoksa bu geçici bir şey miydi?
İnkıta-i Vahy hadisesi
Rasulullah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hâdise ile karşı karşıya geldi: İnkıta-ı Vahy hadisesi. Yani vahyin kesilmesi… Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında, Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki, âdeta dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnada Cebrail veya İsrafil aleyhisselâmı teselli için birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.
Allah Resûlü tam kırk gün bu üzüntü ile karşı karşıya kaldı.
Dünya, “Dârü’l-Hikmet” olması sebebiyle onda her şey şüphesiz hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiç bir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi, hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bu yüzden, vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi, şüphesiz birçok sebep ve hikmetlere binaen cereyan etmiştir. Fakat biz, hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte, meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:
- a) Allah Resûlü, ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.
- b) Ruh-u Ahmed aleyhisselâmın ıstırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması.
- c) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması
Kırk günlük bir aradan sonra, Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı. Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır: “Bir gün giderken, aniden, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda Hîra’da bana gelen Meleği (Cebrail) yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp, ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah şu ayeti indirdi: ‘Ey elbisesine bürünen! Kalk ve insanları Allah’ın azabından sakındır. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azaba sebep olacak günahlardan uzak dur.” (Müddesir Sûresi, 1-2)
Vahyin kesildiği dönemlerde, bir kısım müşrikler alay ederek “Artık Muhammed’in Rabbi onu terk etmiş” demeye başlamışlardı.
Bu sözler, Allah Resûlü aleyhissalâtu vesselam Efendimizi bir hayli üzüyordu. Sonra Cebrail aleyhisselâm, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselam Efendimize teselli kaynağı olan şu ayetleri getirdi: “Kuşluk vaktine and olsun, sükûna erdiği zaman geceye and olsun ki Ey Muhammed, Rabbin seni ne bıraktı ve ne de sana darıldı. Doğrusu ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın. Seni öksüz bulup da barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi? Öyleyse sakın öksüze kötü muamele etme. Ve sakın bir şey dileneni kovma!” (Duhâ Sûresi)
Tekrar vahiy gelmeye başladıktan sonra, Allah-u Teâla, Cebrail aleyhisselâmı, Rasûlullah aleyhissalâtu vesselam Efendimize gönderdi ve O’na namaz kılmasını öğreterek farz kıldı. Yalnız önceleri iki vakit olan bu namaz, daha sonra Allah tarafından beş vakte çıkarıldı…