Ermeni Zulmünde Allah Dostları
Ermeni Meselesi ve 1915 olayları sebebiyle; “Ermenilerden, özür dilenmeli mi, dilenmemeli mi?” tartışmalarının yaşandığı günümüzde, bu sorunun cevabını tarihin tozlu saifelerinde bulmak mümkündür. Biz de bu makalemizde “Yaradılanı severiz; Yaradan’dan ötürü” düsturuna sahip, Hak âşıklarının yani sufilerin özellikle 1915 yılında Doğu Anadolu’da nasıl davrandıklarını incelemek istiyoruz.
Sufiler, karıncayı incitmekten bile çekinirler ama yeri geldiği zaman harp meydanlarında aslan kesilirler. Kübreviyye yolunun aziz piri Necmüddin-i Kübra kuddise sirruhu gibi… Aziz Pir; Moğol Hakanı Cengiz Han’ın ordusunun önüne atılmaktan bir an bile sakınmaz. Harezm topraklarına şehit düşen bir Allah dostudur o.
Libya’ya düşerse yolumuz; orada da İtalyanlara karşı direnişte bir diğer Sufi grubu, ‘Senusileri’ görürüz…
Çöl Aslanı Ömer Muhtar’da Senusiyye yoluna mensup, bir garip derviştir aslında. Fakat garipliği tekke’dedir sadece! Yoksa otuz sene boyunca imkânsızlıklar çölünde, İtalyanlarla dişe diş nasıl mücadele eder de onları dize getirebilir, kolay mıdır?
Sonra Hazar denizinin batısına bakalım. Orada İmam Şamil var mesela; Kafkasları, Ruslara dar eden Şeyh Şamil de bir Nakşî Şeyhi, hem sufi hem de büyük bir mücahid kumandan. Destanlar yazan bir kahraman. Rus Çarının dahi hayranlığını kazanacak kadar mert bir Allah adamı…
Mutasavvıflar kâh Yunus gibidir; Herkese kucak kucak sevgi dağıtırlar. Merhum Esad Coşan Hocaefendi gibi; namazdan önce çöp sepetine attığı böcek içine dert olur, durumuna bakmak için namazı bozarlar. Bazen de Yavuz Selim Han gibidirler. Selçuklular Devrinden beri milleti sadıka olarak bildiğimiz Ermenilere 1850’lerin İkinci yarısında sonra Amerikalı misyonerler ve Rusların kışkırtması ile bir haller oldu. İsyanlar, katliamlar ve Doğu Anadolu’da yaptıkları zulümleri tarih kitaplarından okuyabilirsiniz.
Taşkesenli İbrahim Efendi
Aslen Bingöllü bir aileye mensup olan İbrahim Efendi; hocası Şeyh Ahmed Efendinin bulunduğu Erzurum’un Taşkesen Köyüne yerleşir. 1914’te Cihad-ı Ekber fetvası ile beraber, talebeleri ile birlikte cepheye koşar. Artık durulacak gün değildir. Bir yanda Ruslar Doğu Anadolu’da ilerlemektedir; diğer yandan Ermeni Komitacılar cephe gerisini kasıp kavurmaktadırlar. Dahile karşı kılıç çekilmesine müsaade etmeyen tasavvuf; hariçten gelen her saldırıya cevap verilmesini zaruri kılan insanları ferd ferd yetiştiren; yerine göre sufi, yerine göre mücahid olmayı öğreten dayanağı Kur’an ve Hz. Rasulullah olan bir anlayış işte.
Taşkesenli ise büyük bir mutasavvıf… Ak sarıklı talebeleri ile cepheye koşturur. Kâh Ruslara, kâh Ermenilere karşı gönüllü alayı ile birlikte savaşır. Sarıkamış yakınlarında aldığı şarapnel parçası ile bir ayağı sakat kalır. Bu sebeptendir ömrünün geri kalan kısmında Topal Şeyh unvanı ile anılması. Ömrü ahirinde Manisa’ya gelir ve 1927 yılında Manisa’nın Demirci ilçesinde vefat eder.
Muhammed Diyauddin Hazretleri
Bitlis’in Nurşin ilçesinde mukimdir. Nakşî Halidi yolunda ‘Hazret-i Sani’ olarak bilinir. 1915 Yılında Rusların, Ermenilerin kılavuzluğunda Bitlisi işgal edip bir yandan katliama başlamaları üzerine dervişleri ile beraber cepheye koşar. Zor günlerdir; Anadolu insanının dostunun kalmadığı devirlerdir. Norşin Tekkesinde vird örtüsü (tarikat dersi yaparken başa örtülen beyaz örtü) artık kefene dönmüştür. “Allah Allah” nidaları, Bitlis semalarında yankılanır. Virdler siperlerde yapılır. Hatme-i Hacegana dervişler, nöbet bitiminde katılırlar. Bitlis İşgali ve Ermeni zulmü sona erdiğinde Şeyh Muhammed Diyauddin kuddise sirruhu talebelerini, dervişlerini, akrabalarını cihad meydanında bırakır. Bir de sağ kolunu…
Çok uzun yıllar sonra Devlet yetkililerinden, “ Bitlis Norşinli Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretlerine” diye başlayan bir teşekkür mektubu ve İstiklal Madalyası alır. Gazilik Maaşını ise, “Vatan savunmasının bedeli ahirettedir” diyerek reddeder.
Seyyid Abduhakim Arvasi Hazretleri
1914 Yılında I. Dünya Harbinin başlarında, Rus askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu’yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak, masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübarek zat şöyle nakletmektedir: “Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamıyla yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, aile efradımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahu Teâlâ’nın lütfu ve inayeti ile kasaba geri alındı ve ailece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik.
Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından, hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, camilerimizi tamamıyla yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize, hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz’u ele geçirmişti. Keldanî aşiretleri ile Ermeniler, dünyanın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup, gitmekten başka çare kalmamıştı. Bu istikamete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibaret olan, birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi, Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdafaasız kimselerden meydana gelen göç topluluğu, bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedaileri ise Nurduz’dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehid ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho’nun dağ ve çöllerinde, muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular.
Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular. Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız’a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde (fazla) bir yerde 90 gün oturduk. Eylül’ün ikinci günü Erbil’e çoğumuz, hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah’ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik.
Ekim ayının dokuzuncu günü Musul’a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi. Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere veda ederken, gönlümüzü hoş ederek; “Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kira almazdım.” dedi. Allahu Teâlâ kendisinden razı olsun.
Devamlı olarak, Bağdat’ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul’da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah’ın yardımıyla aşarak Adana’ya geldik. Adana’da çeşitli hastalıklar sebebiyle defnettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir’e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya’da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul’a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış aile efradımı, Allah’ın inayeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. İstanbul’a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.”
Said Nursi Hazretleri
Sultan Mehmed Reşad ile Kosova ziyareti dönüşünde aldığı tahsisat ile Van’da Medresetüz- Zehra’nın temellerini atan Said Nursi Hazretleri; I. Dünya Savaşı ve Rusların Bitlisi işgali üzerine talebeleri ile birlikte Bitlis Müdafaasına koştu. Bu dönemde at sırtında yazılan ve Kuran-ı Kerimin icazını anlatan ‘İşaratül İcaz’ isimli tefsiri, alanında Türkçedeki en mükemmel kaynaklardan birisidir. Savaş siperlerinde hiçbir kaynak olmadan yazılmıştır. Başta yeğeni Abdurrahman olmak üzere pek çok talebesini, Bitlis önlerinde kaybeden Said Nursi Hazretleri de Ruslara esir düştü. Üç sene süren uzun bir esaret döneminde sonra Polonya ve Almanya üzerinden kaçarak esaretten kurtulmuştur.