Hak Ehli Cemaatler, Anadolu’nun Sigortasıdır
Yaşananlar ve ‘Takriri sukun” yasaları
Osmanlı coğrafyası parçalanıp, üzerinde kırka yakın devlet kurulduğundan beri Müslümanlar başsız ve sahipsiz. Müslümanlar kendi dinlerini öğrenme ve yaşama yolunda farklı farklı imtihanlardan geçiyor.
Osmanlının bakiyesi bu topraklara sığınanların ilk imtihanı, dini baskılar ve engellemelerdi. Dinine sadakatle bağlı Anadolu halkı, Batı’ya karşı İstiklal harbini verirken en büyük fedakârlığı yaptığı halde, yeni kurulan devlet, halkına kendi dinini öğrenmeyi yasakladı.
Tek parti döneminde, Sovyetler birliğinin kendi rejimini ihraç etme politikasının da etkisinde kalınarak dinsiz bir nesil yetiştirme yoluna gidildi. Dini hayatı ve eğitimi sert bir şekilde ortadan kaldırmayı hedefleyen, ‘Takriri-i sükun’ yasaları ve ezanı, Türkçeye çevirmek gibi ağır dini yasaklar uygulamaya konuldu.
Ülkemizde daha sonra ehven-i şer anlayışıyla batıyla yakınlaşma politikasına dönülüp, NATO’ya üye olduktan sonra çok partili yönetime geçildi ve dini eğitim, yaşantı ve faaliyetlere de kontrollü bir şekilde izin verildi. İşte bu dönemde dini eğitim, yayıncılık, vakıf dernekler ve benzeri faaliyetler yarı gizli saklı, yarı aleni olarak sürdürüldü.
İşte o dini faaliyetlerin gizli saklı yürütülmesi mecburiyeti; samimi ve halisane duygularla faaliyet yürütüp hizmet edenlerin yanında, dinine önem veren Anadolu insanımızın inancını istismar etmek niyetinde olan bazı grupların tuzaklar kurmasına da fırsat verdi. Hatta dindar halkımızın zeki çocuklarına, yine dindar hayırseverlerden alınan burslar verildi. Sonra 15 Temmuzda beyni yıkanan bu kişilerin, kendi halkına silah doğrultacak hale gelebildiğini çok acı bir şekilde gördük.
Devlet, istismara
müsaade etmemeli
Ne yazık ki ülkemizde dindar halkımızın cahilliğinden faydalanarak inanç istismarı yapan tek grup bu örgütten ibaret de değil! Geçtiğimiz aylarda mehdilik taslamasıyla bilinen, güya İslam birliğini savunan, internette arama yaptığınızda dini bilgilerle dolu siteleri ilk sayfalarda çıkan ama ekranlarda iğrenç ve trajikomik manzaralar arz eden malum şahıs tutuklandı. Kirli ilişkiler ağına sahip bir mason olduğu biliniyordu ama nedense tutuklanması çok geç gerçekleşti.
Ne acıdır ki bu yarı ruh hastası, yarı dış mihrakların kuklası ajan, din ve tasavvuftan dem vurarak kendine savunma zırhı inşa eden fesatçıların sonuncusu değil. Hala peygamberlik iddia edenden, sahte şeyhlik taslayanına kadar birçok sapkın kişi ve onların etrafında toplanmış gruplar insanlarımızın dini duygularını istismar edebiliyor. Aslında devlet, bu kişilere karşı müdahalede bulunmalı ve dinin, tasavvufun istismar edilmesine bir son vermeli. Bu memlekette diploması olmadığı halde doktorluk yapanlar tutuklanır, sahte ilaç satanlar hapse atılır. Peki insanların din güvenliği daha mı önemsiz?
Ahiret gününde, Allah katında hiçbir geçerliliği olmayan sapkın bir yolda olduğunu görüp pişman olan tek kişinin bile vebali çok ağırdır. Çünkü kimsenin tekrar dünyaya dönüp, doğru yolu arama imkanı olmayacak. Bize, dönüşü olmayan ahiret yolunda, mutlaka; “Sadıklarla beraber olmamız” emredilmiş.
Öte yandan bu yaşanan olaylar, bir kısım halkımızda kısmen haklı endişelere sebep oluyor. Bazı din kardeşlerimiz, bu hallere bakarak acele bir yorumla, “Artık cemaatlere ne gerek var? Diyanet var ya. Cami cemaati nemize yetmiyor?” diyebiliyorlar. Oysa bu düşünce hiç de doğru değil! Çünkü Diyanet hala laik bir rejime sahip olan devlet yapısının resmi bir kurumudur. Diyanetin kendine göre vazifeleri vardır. Kendi iç işleyişine göre halkın ihtiyacı olan bazı dini hizmetleri sunar. Ama bir gün gelip de bu kurumun, o zamanki iktidarın emriyle dini konularda yanlış yorumlara sapmayacağını kimse garanti edemez.
Nitekim geçmişte Abbasi hilafeti zamanında, mutezilenin iktidara tesiri neticesinde ehl-i sünnet alimlere mihne eziyetleri yapılmıştır. Zamanımızda da dinde reform ve tarihselcilik gibi söylemleri olanlar, din üzerinde kendi indi kanaatleri ile konuşabilmektedir. İşte böyle bir dönemde, hepimizin hem kendi itikadımızı muhafaza etmek için hem gelecek nesillere hak dini aktarma görevimizi yerine getirmek için, tutunacak sağlam bir kulpa çok daha fazla ihtiyacımız var. Böyle çalkantılı bir zamanda yanlış yollara sürüklenmemek için, Hak yolunda bize rehberlik edecek Rabbani âlimler etrafında birlik olmamız gerekiyor.
Bir uyanış ve ihya
harekatı Halidîlik
Unutmayalım ki tarih tekerrürden ibarettir. Daha evvel Ehl-i sünnetin müdafisi olan Selçuklu Devletinin önde gelen devlet adamları, Batınilerin suikastları neticesinde hayatlarını kaybetti, ama arkalarında İslam dinini kıyamet gününe kadar anlatmaya devam edecek ilim, marifet ve muhabbet erleri bıraktılar. Nitekim Nakşibendi yolunun büyüklerinden Yusuf Hemedanî, o devrin tasavvuf büyüklerinden ders alarak yetiştikten sonra Anadolu’yu, İslam ilim ve irfanıyla mayalayacak olan Hace Ahmed Yesevî ile Hace Abdulhalık Gucdavanî kaddesallahu sırrahuyu yetiştirdi.
Hace Ahmed Yesevî Hazretleri, Anadolu’nun İslamlaşmasının ilk devirlerinde büyük hizmet görürken, diğer koldan yetişen Hacegan büyükleri de Osmanlı’nın son devrinde ihya hareketini başlattılar.
Tasavvuf yolunun büyükleri, aynı zamanda İslam’a ilmi, siyasi ve hatta askeri yönden hizmetleriyle de temayüz etmişlerdir. Ümmetin irşadı ve manevi dirilişi için, o devrin şartlarına en uygun şekilde hizmet etmeye de önem vermişlerdir. Nakşibendi yolunun büyükleri bu hususta mümtaz bir mevkiiye sahiptirler.
Osmanlının son asırlarında gerek İstanbul’da gerekse Anadolu’da en yaygın tasavvuf mektebinin Nakşibendi tarikatının Halidî kolu olduğu görülür. Halid-i Bağdadi Hazretleri, büyük ihtimalle manevi bir işaretle, istikbalde büyük bir rol üstlenecek olan Anadolu’da, İslami uyanışın zeminini hazırlaması için pek çok halifesini görevlendirmiştir.
Osmanlı devletinin bakiyesi, Anadolu ve Rumeli coğrafyası bugün İslam aleminin umududur. İktidarlar gelip geçer, devletler el değiştirir ama sivil cemaatler halkı eğitmeye ve dini sağlam bir şekilde gelecek nesle aktarmak için çalışmaya devam ederler.
Malum, I. Dünya savaşının sonunda Osmanlının dağılması ve topraklarının işgale uğramasıyla İslam alemi büyük bir darbe aldı. O devrin büyüğü, On ikinci asrın müceddidi ünvanıyla anılan Mevlana Hâlid-i Bağdadi hazretleri Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğe çok önem veriyordu. Birliğin yeniden tesisi için, Halife’nin güçlü bir şekilde desteklenmesini tek çare olarak gören Halid-i Bağdadi Hazretleri, yazdığı mektuplarla halifelerine, Osmanlı Padişahına dua etmelerini ve padişahlarının farklı zamanlarda ilan ettikleri cihad çağrılarına müritleriyle beraber iştirak etmelerini emretmişti.
Tasavvuf büyükleri daima zamanın ihtiyaçlarına göre hareket etmişlerdir. İslam coğrafyasındaki dağılmanın önüne geçilemeyince bu sefer, dini muhafazaya gayret edildi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin eğitim/öğretim alanındaki sünnetini aynen örnek alarak, dini ilimlerin tedrisatı için medreseleri, halkın irşadı için camileri ihya etmeye önem vermiştir. Ümmete liderlik yapabilecek kabiliyette şahsiyetlerin yetişmesi için, Halidiyye halifelerinin aynı zamanda iyi birer müderris olmalarına önem veren Halid-i Bağdadi Hazretleri, Cumhuriyet devrinin baskılarına rağmen dini ihya eden sağlam bir yol tesis etmiştir.
Hâlidî Halifelerinin vazife yaptıkları medreseler, aynı zamanda Ehl-i Sünnet yolunun muhafaza edildiği merkezler olmuşlardır. Dergahlarda Peygamber efendimizin sünnetinin ihyası için hadis-i şerif derslerine önem verilmiştir.
Bugüne geldiğimizde, şu anda dini eğitim üzerindeki baskılar hafiflemiş olsa da belki ondan çok daha tehlikeli olan bireyselliğin, yani nefsani bencillik ve dünyevileşmenin, Müslümanları esir almaya başladığını görüyoruz. Bugün camilerin, medreselerin açık olduğu ama insanımızın revahet içinde olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Belki birçokları zannediyor ki, dini yaşamak için cemaatlere ihtiyaç yok, herkes kendi çabasıyla özel hayatında dinini yaşayabilir. Ama öyle olmadığını görüyoruz. Bugün Müslümanlar arasında maddi refahın da artmasıyla birlikte, dini hükümlere uymada gevşeklik ve gayretsizlik yaygınlaşıyor. Dindar ailelerin çocukları bile modern zamanın akımlarına kapılıyor.
Bu tablo karşısında halkı ikaz etmesi gereken din hizmetlileri de kınanmaktan çekiniyor ve olup biteni görmezden geliyor. Hatta bir kısım ilahiyatçılar mevcut duruma uygun fetvalar üretmeye girişiyor, insanları dine değil, dini insanların hevasına uydurmaya kalkışıyor. Peki bütün bu kafa karışıklığı içinde insanlar doğruyu nasıl bulacak?
Asıl en çok içinde bulunduğumuz bu çağda İslam’ı dosdoğru ve tavizsiz bir şekilde yaşayabilmek için, Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin getirdiklerinden hiçbir sapma olmadan dosdoğru muhafaza etme çabasında olan mustakim alimlerin etrafında birlik olmak gerekmektedir. Tıpkı ashab-ı kiramın Peygamberimizin etrafında birlik olarak teslimiyet ve tevekkülle Allah’ın indirdiğine aynen uydukları gibi…
Sahteleri de var diye cemaate, tasavvufa sırt çevirmek doğru değildir, aksine böyle sahtekârlara zaten cehalet yol açmıştır. Cehaletin çaresi de ilim ve irşad etrafında birlik olmaktır.
Eğer halkımız cehaletten kurtulursa sahte şeyhlerin peşinde gitmeyecek, hakiki mürşidi kamilleri tanıyacak hale gelir. Kendisi bilmiyorsa ilim sahiplerine sorabilir.
Mürşid ve cemaat önderinde
olması gereken vasıflar
Bu arada tekrar hatırlatmamız gerekirse; bir şahsın Mürşid-i Kamil olması için, İslami ilimleri iyi bilen, sâlih ameller işlemeye gayret gösteren, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin sünnet-i seniyyesine bağlı olan ve tasavvufta seyr-i sülûkunu tamamlayıp, irşada icazet kazanmış bir kimse olması gerekir.
İnsanları doğru yola ulaştıran bir Mürşidin Ehl-i sünnet itikadınabağlı olması ve İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uyması şarttır. Bunun yanında Mürşid-i kâmil’in mutlaka kendinden önceki bir mürşid-i kâmilden feyiz alması, onun terbiyesi altında yetişmesi gerekir. Bir mürşid-i kâmil, Peygamber efendimizden başlayıp zamanımıza kadar birbirinden feyz alarak yetişmiş mürşidlerin kalbinden gelen maneviyatı saliklerinin kalplerine akıtmalıdır.
Kamil Mürşid’ler insanları Allah’a kulluğa, takvaya ve güzel ahlaka çağırır. Samimi bir Müslüman olma yolunu öğretir. Dünyevi işlerde daima dini gaye ve dini ölçülere bağlı kalır. Dünyevi başarıyı esas almaz, Allah’ın rızasını üstün tutar.
Böyle zatlar ve etrafında toplanan cemaatler kıyamete kadar var olacaktır. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: ‘Ümmetimden bir taife hak üzere galip olarak devam edecektir. Allah’ın emri kendilerine gelinceye kadar, onlar hak üzere hep öyle sebat edecektir. Muhalefet edenler onlara zarar veremeyecektir.” (Müslim)
Allah’ın bu ümmete ihsanı ve yardımı olan böyle cemaatlere uymak, yegane kurtuluş yolumuzdur. Bu devrin ins ve cinni şeytanlarının hilelerine karşı ancak Allah’ın hususi bir lütfu olan bu kurtuluş vesilelerine tutunmakla karşı koyabiliriz.
Hiçbir zaman unutmayalım; İslam, Allah’ın insanoğluna gönderdiği hidayet kaynağıdır. Hatemu’l-Enbiya olan Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselamın getirdiği bu din, kıyamete kadar insanlara rehberlik yapmaya devam edecektir.
Müslümanlar, her devirde farklı fitnelerle, iç karışıklıklarla imtihandan geçse de hiçbir zaman ümitsiz olmamalı, hak yolda sebat etmelidir. Çünkü bu dinin sahibi âlemlerin Rabbi Allah’tır. “Kûn” deyince her şeyi oldurmaya kudreti yeten Yüce Rabbimiz, elbette kendi dinini muhafaza edecektir. Yeter ki biz imtihanlar karşısında sarsılmayalım, daha da gayretli olalım.