Hakiki Mürşidler Kimlerdir?
Hakiki mürşidler ve evsafları
Mürşid; Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yolundan giden, insanları irşat eden, doğru yolu gösteren, üstün bir kimse ve rehber gibi manalara gelir.
Mürşid-i Kamil, ehl-i sünnet itikadını iyi bilen, İslami ilimlere tam vukufiyeti olan ve her halinde istikamet üzere yaşayan kişidir.
Büyük mutasavvuf İmam Suhreverdi kuddise sirruhu, mürşid-i kamil’in vasıflarını sayarken, mürşidin sabır, istikamet, şükür, seha (cömertlik), vefa, kanaat, hilm, tevazu, sıdk, takva, haya, vakar ve akl-ı selim gibi hasletler ile müzeyyen (süslenmiş) olmasının yanında, şu üç şartın da mürşid-i kamilde olmasının üzerinde hassasiyetle durur:
Birincisi; Sağlam bir silsile ile Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi veselleme dayananması,
İkincisi; Alim olması,
Üçüncüsü de dünya sevgisinden tecerrüt etmiş (sıyrılmış) olması…
Yine Suhreverdi aynı mevzuya devamla, hakiki mürşidler hakkında şöyle der: “Onlar, Peygamberimizin envarından birer nur, birer meşaledir ki, ancak bu gibi selahiyetli mürşidlere uyulabilir.
Demek ki, mürşid, irşada ehil, vazifeyi ifaya layık, enva-i kemalatı cami (kuran ve sünnetin emrettiği vasıfları kendisinde toplamış), her türlü azamet ve kibir libasından (kibir ve büyüklenme elbisesinden) beri (uzaklaşmış) olmalıdır. Şayet, marifet ve Muhabbet-i İlahiye’ye isal edecek (ulaştıracak) bir mürşid-i kamil bulabilirsen, her şeyinle ona hizmetkâr ol, ona teslim ol, gösterdiği istikamette daim ol. Mürşidin sohbeti ile veya eserleri ile devamlı meşgul olmak, onun meşrebi ile meşreplenmek, onun rengi ile boyanmak en büyük bir nimet ve necattır (kurtuluş vesilesidir). Ona muhabbette daim olmak ve hizmetlerini deruhte etmek (üstlenmek) de aklın ve vicdanın gereğidir.
Mürşid-i Kamiller, Allah’ın az bulunan müstesna kullarıdır. Cenab-ı Hak da ‘…. Sadıklar ile olun.’(Tevbe; 119) diye emretmektedir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurmaktadır: “Allah’la beraber olunuz. Buna güç yetiremezseniz, Allah’la beraber olan salihlerle olunuz ki; onların bereketi sizi Allah’la beraber olmaya ulaştırsın.”
Onların kalbleri sır hazinesidir
Mürşid-i kamilin sıfatlarını Halid-i Bağdadi Hazretleri, Risale-i Halidiye’sinde şöyle anlatır; “Onun zahiri, halk ile batını da Hak iledir. Halk ile meşgul olması, O’nu Hak’tan beri edemez. Hareketleri hikmetten neş’et eder (yeşerir). Şefkati güneş gibi bütün Müslümanları, hatta tüm insanlığı ihata eder. Eskiden sadık müridler, böyle mürşidleri kapı kapı gezerek ararlar ve onları canlarından, mallarından, evlatlarından daha ziyade sever, insan-ı kamil derecesine gelinceye kadar mürşidlerinin kapısında uzun seneler bekler, her fedakarlığa katlanır, hatta çilehanelerde günlerce riyazet yaparlardı.”
Mürşid-i kamil, hak ve hakikati anlayıp almada ziyadar bir yıldız gibidir. İnsanlara karşı son derece şefkatlidir. Fertler arasında muhabbeti temin eder. Kötü ahlaklardan içtinapla (kaçınmakla) beraber söz ve fiillerinde Kur’an ve Sünnet üzere hareket ederek kalbini ve latifelerini muhabbettullah ile tezyin etmiştir (süslemiştir). Rehber olduğu müntesiblerini, marifetullahta terakki ettirmenin usul ve adabını çok iyi bilir. Şeriat-i Muhammediyeden iktibas ettiği nur ile, etbaını (tebasını) makamdan makama yükselterek onları en ali derece olan marifet ve muhabbet-i İlahiye’ye isal eyler (ulaştırır).
Ehlullah-ı izam Hazretleri buyurmuşlardır ki, “Mürşid-i kamiller, makam-ı muhabbettedirler. Huzur-u Hak’tan gaflet etmezler (daima zikir ve murakabe halinde), kalb ve gönülleri Hak ile meşguldür. Onlar için kahır ne ise, lütuf da odur. Onların ahlakları nezih, seciyeleri (huyları) latif, meşrebleri şeriftir (şereflidir). Gönülleri aşk ve şefkat deryasıdır. Kalbleri ise birer sır hazinesidir.”
İnsanın iki alemi
Her akıl ve izan sahibi bilir ki, insan biri cisim, diğeri ruh olmak üzere iki mahiyyetten (nitelikten) mürekkeptir. O yalnız maddesi itibariyle düşünülürse, kıymet ve değeri de adi bir madde derekesine (Aşağı derecelere) düşer. İnsanın asıl kıymet ve değeri de kalp ve ruh cihetiyledir. Bu nokta-i nazardan İslam dini, asıl ehemmiyeti insanın ruhuna ve maneviyatına vermiştir. Zira insan, sadece cisim ve maddesiyle değil, ruh ve kalbiyle birlikte bir ehemmiyeti haizdir.
İnsanın, cismani aleminden ayrı bir manevi alemi vardır ki, o alemin ulviyeti, iman ve marifet üzerine bina edilir. Demek ki, insan kendi zatında, kendine has bir alem inşa edebilir. Şu halde manen zengin, ruhen temiz olan şahsiyetlerin, birçok İlahi sır ve nurların tecellilerine mazhar olması Rahmet ve Rububiyet-i İlahi’yenin müktezasındandır. İlahi feyz umumi (genele has) ve nihayetsizdir. Her fert (kişi), istidadına (kabiliyetine) göre bu feyzden istifade edebilir. Nefsini günahlardan temiz tutmakla, kalp ve ruhunu ihlas ve ibadetle tezyin eden herkes, bu feyizlere, istidadı derecesinde mazhar olabilir. Cenab-ı Hak, bazılarına insaniyete mahsus olan bu makamın en yüksek mertebesine çıkmaya tam ve kamil bir istidat bahşeder. Onların kalbleri, İlahi hakikatlerin açık bir surette tecelligâhı olur. Yani, alem-i melekûttaki (melekler alemindeki) maneviyatın bazı esrarı o seçkin zatta inkişaf eder (açığa çıkar). Cenab-ı Hakk’tan kendilerine ihsan olunan hakikatlere, insanları davet etme vazifesini deruhte ederler (yürütürler).
İlham ve keramet
Peygamberler, nübüvvete ait vazifelerini vahiyle icra ettikleri gibi, mürşid-i kamiller de irşada taalluk eden tasarruflarını Cenab-ı Hakk’ın ilhamıyla ifa ederler. Kur’an-ı Kerim, vahiy ve ilhamın manasını o kadar tamim ve teşmil ediyor ki, arılarda bile vaki olduğunu: “Rabbin bal arısına ilham etti.” ayetiyle beyan buyuruyor. Hayvanata ilham olunca, mahlukatın en şereflisi olan insana ilhamın tecellisi nasıl kabul edilmez, nasıl akıldan uzak görülür?
İlhamın keyfiyet ve vukuunu en büyük alim ve feylosoflar ittifakla kabul ve itiraf ediyorlar. Mesela; meşhur feylosof olan Sokrat, birtakım Esrar-ı Subhaniyenin ilham yoluyla insan vicdanında tecelli ettiğine inanmaktadır. Ancak Arnas ve Hegel gibi maddeden başka bir şey görmeyen bazı filozoflar ilhamı kabul etmiyorlar. Halbuki, maneviyata ait hakikat ve hadiseleri inkar eden bu feylesofların iddiaları hiçbir delile dayanmamaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder: “Herşeyi maddede arayanların, akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” Mümkinattan olan yani muhal olmayan herhangi bir şeyi inkar etmek, ya cehaletten ya da inattan kaynaklanır. Halbuki ilhamın manası; Allahu Teâlâ Hazretlerinin dilediği kulunun kalbine birtakım esrar ve manaları ilkâ (bırakması) ve ihtar etmesidir (hatırlatmasıdır). Keramet ve ilhamın vukuatı sayılamayacak kadar çoktur. Bu gibi azim harikaların tarihi bir hakikat olduğunu, tasavvuf tarihini inceleyen zatlar itiraf ediyorlar. Tarihin şehadetini inkar etmek ise hikmet ve hakikate zıttır.
Büyük mürşidler, keramete pek ehemmiyet vermezler, onların en büyük maksat ve gayeleri, cehaleti izale ederek insanların dünya ve ahiret sadetlerini temin etmektir. “Tasavvufi eğitimini tamamlayan bir kişi, tekrar insanlar arasına döner, onları irşad etmeye, kalp ufuklarını açmaya başlar.” Allah’ın kendisine ihsan ettiği feyz ve lütuftan başkalarının da istifade etmeleri için gayret gösterir.
Mürşid-i Kamillerin vazifesi
Mürşid-i kamilin vazifesi, insanın zilletine sebep olabilecek garaz, intikam, adavet, hıyanet gibi fena ve zararlı huyları kalb ve ruhtan temizleyip, onları sabır, şükür, muhabbet, tevazu, adalet ve haya gibi güzel seciyelerle tezyin etmek, insanı hem kendine hem de diğer insanlara faydalı bir hale getirmektir. Mürşid-i kamilin üzerinde hassasiyetle durması gereken diğer bir konu ise, talebelerinin istidadlarını (kabiliyetlerini) daima göz önünde bulundurması ve her birisine kabiliyet ve idrakine göre vazife tevdi etmesidir.
Onları sevmek saadettir
Mürşid-i Kamillerin bütün hayatları adeta ılık gölgeli bir yaz hükmündedir. Bunun içindir ki; kendilerine Evliyaullah denilen bu muhterem zatlar, Allah dostları ve ehlullah olarak sevilirler; bozulmamış gönüllerin sevgilisi olurlar. Bunları sevenler de sevilir ve Allah’ın rızasına ererler. Onları sevmeyip dil uzatanlar, sevilmezler ve bu mübarek zatların feyizlerinden mahrum kalırlar. Allah dostlarını istismara kalkışanlar, onları gözden düşürmeye çalışanlar, ya da düşmanlık edenler, mutlaka cezalarını bulurlar. Allah dostları olan arifleri, Kur’an-ı Kerim bize şöyle tanıtıyor: “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Onlar, Allah’a inanmış ve O’na karşı gelmekten sakınmışlardır. Dünya hayatında da ahirette de müjde onlaradır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu büyük kurtuluşun kendisidir.”
Bir hadis-i kudside şöyle bildirilir: “Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38.)
Mürşid-i Kamil, kendi kusur ve noksanlarını teftiş etmekten de hiçbir zaman gafil olmazlar. Zira, onlar kendi nefislerini daima muhasebe ve murakabe altında tutarlar. “İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır.” hadis-i şerifine imtisalen (uyarak) zamanlarını ilim ve irfanda, marifet ve fazilette teâli ve tekâmül ile geçirirler.
Şeyh kılığına bürünmüş aldatıcılara dikkat!
Şu da unutulmamalıdır ki, hakiki mürşidlerin nice insanların hidayetine ve manen terakkilerine vesile olmalarının yanında, şeyh kıyafetine giren bazı bedbahtlar da nice safdil insanları aldatmışlar ve şeriata uymayan bir yola sevk etmişler, hatta dalalete kadar götürmüşlerdir. Bu gibi sahte insanların peşinden gidenler, Beyazid-i Bistami Hazretlerinin şu tesbitinden habersiz olduklarından aldanmışlardır. ‘Bir adam suyun üzerine seccade serse, gökyüzüne bağdaş kurup otursa, İslâm’ın emir ve nehiy çizgisindeki tavrını görmedikçe ona aldanmayın.” diye buyurmuştur. Bu konudaki acı misaller tarihte olduğu gibi maalesef günümüzde de mevcuttur. Ancak bunların hatalarını bahane ederek mürşid-i kamilleri itham veya inkar etmek en azından insafsızlıktır.
İşte bu mürşid-i kamillerden biri de Bediüzzaman Hazretleridir. Bedüüzzaman, yolu ve izi olmayan, ancak piyade ve at ille gidilen en ücra bir köy olan Barla’ya nefyedilerek, insanlardan uzaklaştırılıp unutturulmak isteniyordu. Fakat onu unutturmak isteyenler unutuldular. O ise, daima terakki ederek şahikadan şahikaya yükseldi, nur-u irfan ile etrafını aydınlattı. Bir arif-i billah için yetişilmesi mümkün olan en büyük zirve-i kemalata vasıl oldu. Bediüzzaman, İslam dinini asrın insanlarının idrakine uygun olarak anlattı.
Helaket ve felaket esrında her türlü menfi cereyanlar, imansızlık ve sefahet ateşi her tarafı kasıp kavurmakta idi. Üstad bu manzarayı şöyle dile getirir. “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum.”
Kur’an nurunu söndürmeye çalışanlar zulümlerini bütün şiddetiyle icra ediyorlardı. Başta Bediüzzaman olmak üzere Kur’an’a ve imana hizmet eden ilim ve irfan erbabı her türlü zulüm, istibdat, hapis ve sürgün gibi eza ve cefalara maruz kalıyorlardı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad (zıtlar), suretlerini mübadele etmişler (değiştirmişler.)
Dolayısıyla, fazilete, rezalet; rezalete fazilet denilen dehşetli bir asır yaşanıyordu. Himmet erbabı, hiçbir tarihte, onun zamanındaki gibi eza ve cefaya maruz kalmamıştı.