HASBİHAL / Ölümsüzlüğü Özlemek
HASBİHAL
Ölümsüzlüğü Özlemek
Davut ZAT
Hayattaki en mühim mesele nedir diye sorsaydık kendimize ne gibi sonuçlar alırdık acaba? Sanıyorum herkesin yaşama gayesi neyse, hayattan beklentileri nelerse, idealleri ve arzu ettikleri neleri kapsıyorsa sorunun cevabı da bu doğrultuda olurdu. Sonlu bir hayatı sonsuza taşıyacak bir ekim sahası değil midir dünya? Bana göre sorunun cevabı da burada gizlidir.
Hayatın en mühim meselesinden birisi doğum ise ikincisi de ölümdür. Nasıl, nerede ve hangi sebebe bağlı olarak öleceğimiz, Yaratıcımız tarafından gizlenmiş. Niçin? Dünya hani bir imtihan sahasıdır ya işte ondan! Birinci önemli olan gerçekleşmiş, çünkü doğmuşuz. İkinci önemli olana da hızla yol almaktayız. Esas olan ise “bu yolculukta yanımıza neleri alıp götüreceğiz” sorusunun cevabını aramak olmalı. Bir yandan dünyayı yaşarken, öbür yandan da bu yaşanmışlıkların hepsini ölüme giden süreçte yol arkadaşı olarak yanımızda götürüyoruz.
Ölüm kaçamayacağımız bir gerçeklik. Örnekler öyle gösteriyor! Dünyanın sonlu olduğu gerçeğini yüzümüze vuran daha net başka bir hakikat aramaya gerek var mıdır? Etrafımızdaki tanıdıkların bir bir eksilip gitmesi, tanış olduklarımızın ya da yakınlarının dünyadan ayrılması, hep o hakikati hatırlatıyor. İçimizi ürperten, korkularımızı körükleyen, sıra gözetmeksizin, genç, yaşlı demeden olaylar vesilesiyle her daim kapımızı çalan ölüm!
Herkesin onu karşılama biçimi de farklı farklı olmuş. Kimisi kaçmış, kimisi koşmuş. Kaçanlar dünyada biraz daha yaşayabilmek adına ya da ölümün korkutuculuğu, dehşeti ve ürperticiliği içinde barındırmasından kaynaklı kaçmış. Koşanların bazısı dünyaya ait umutlarını yitirdiklerinden dolayı. Kimisi de dünyanın beş para etmezliği karşısında tüm iyilerin gittiği yerde onlarla bir an evvel buluşmak adına koşmak istemişler. Vuslat bilmişler. Veriler böyle. Mademki, hayatın en önemli meselesi ölüm, o zaman ölümü bir trajediye mi dönüştüreceğiz gözümüzde? Yoksa hayatı yaşarken içimizi mi öldüreceğiz? Başka seçenekler var mıdır onları da araştırmak lazım…
Ölmeden Evvel Ölebilmek
Yaratılışın bir kanunu var. Tabiatı da içindekileri de onların yaşamasına ait kanunları da bir Yaratan var elbet. An an ölümler ve doğumlar gerçekleşiyor. Saniye başına, hatta salise başına.
Her nefes bir doğum, her nefes bir ölüm. Her kıpırdanış yeni bir doğum ve geride kaldığında ise bir ölüm. Her duygu bir doğum, her kırılma bir ölüm. İşte; ya “ölmeden evvel ölmek” sırrına ereceğiz. Yeni bir doğumla şaha kalkacağız her defasında. Ya da içimizin ölmesine müsaade etmeyeceğiz. Çünkü öylesi ölmek “ölmeden evvel ölmekten” çok farklılık içeriyor. Ölmeden evvel ölenler, muhteşem bir dirilişin sırrına erenlerdir. Ancak içini öldürenler henüz yaşarken ölenler değil midir?
Yok olan duygular, kaybolan güvenler, burkulan yürekler, acı kayıplar. İşte içimizi öldüren bu vefasız hallerdir. Asıl trajedi de budur! Hiçbir duygu insanda kalıcı olmuyor. Zamanın hızı duyguları da törpülüyor, sevdiklerimizi de alıyor bizden. Bir bir kaybolup gidiyorlar sonsuzluğa. Gittikleri yerlerde yeniden mutluluk ararken, istediklerini elde etmişler midir bilinmez. Ancak hayat böylesine acımasızken kimse bu dünyada istediğine ulaşamayacaktır bilenen bu. Zira tecrübeler böyle izah ediyor en azından.
İnsan geleceğe ümitle, korku arasında bir yolculuk yapar. Ne fütursuz bir korkusuzluk ne de ümitsiz bir bıkkınlık içinde dalıp gitmez. Eskiler ne güzel demişler. “Havf ve reca.” Her ikisinin dengesinde saklı değil midir mutluluk. Evet, dünya sürekli bir devir içinde. Dolup dolup boşalıyor. Nefes alıp alıp veriyor. Tabiatın dengesi her geçen günde değişiyor. Anlar anları, saatler günleri, günler geceleri. Mevsimler mevsimleri ve yıllar yılları kovalayıp duruyor. İşte biz de bu yolculuktan payımıza düşenleri alıyoruz.
Ancak nedendir bilinmez; sımsıkı sarılıyoruz hayata. Ölenlerimizin acısını yaşarken, sevdiklerimizin öldüğünü görmezden gelerek acımızı hafifletmeye çalışıyoruz belki de. Kaçtığımız gerçekle bir gün yüz yüze gelip, “Şimdi zamanı mıydı?” diyecek kadar geciktirme umudunun ardına saklanıyoruz. Kaçırıyoruz kendimizi de. Oysa her ölüm can yakıyor.
Ne kadar uzatmak istesek de ömrümüzü; er ya da geç tayin olunan vakitte geçip gideceğiz misafir olduğumuz dünyadan. Hüzün yüklü bulutlar tepemizde gezinmiyor mu sevdiklerimizi kaybetme korkusuyla. Ateş düştüğü yeri yakarken, bu acıyı hissedenlerin sesli ya da sessiz fevaranları yüreklerimizi burkuyor. Bir parça kendimizi sorguluyoruz… Ancak, unutmak nimeti veya gafleti ile öteleyip, savunma mekanizmalarımızı çalıştırıyoruz.
Ölümlü dünyada daha çok yaşamak yaratılıştan gelen bir istek olmalı. Kalmak, kalıcı olmak için çaba harcıyoruz. Bunun yollarını araştırıyoruz. Kimisi çok sayıda çocuk yaparken, kimisi sadakayı cariye hükmünde kalıcı eserler, bazıları ise kitap yazarak edebi eserler, kimisi de diğer sanat eserlerini ardında bırakarak kalıcığılığını perçinlemek istiyor. Belki de ruhun ölümsüzlük özlemi bu şekilde tatmin edilebiliyordur. Ne dersiniz?
Hepimizde de benzer duygu ve çaba yok mu? Öyle ya! Dünyada iki ya da üç çeyrek yüzyıl gibi hatta tam bir yüzyıla denk gelecek kadar yaşayanlar var. Geriye dönüp baktığımızda hiç yaşamamış gibi unutulup gitmek! Bunca özlem, yaşanmışlık ya da yaşama isteklerinin ardından ağır bir tablo olsa gerektir.
Sırf dünyanın devamına katkı sağlamak amacıyla onca meşakkate girmezdik sanırım. Ne var ki, devamlılık olmadan da miras nesilden nesile devretmiyor.
İnsan bir ömür yaşayıp edindiği tecrübeleri, birikimleri, duyguları, hissiyatı, kırılganlıkları, acıları ya da sevinçleri, her ne ise birikimleri bunlar anlaşılmadan toprak olsun istemiyor. Muhafaza ettiğimiz her ne varsa boşa gitmemelidir. Hükümsüz olmak ve ismi, cismi kaybolup gitmek acı veriyor.
İnsan denilen varlık, sadece bir beden elbisesinden ibaret olmamalı.
Toprağa girdin mi kişinin belki bu dünya ile ilgisi kesilebilir. Bir gün mezar taşı kaybolduğunda hatırlanmaktan da yoksun kalabilir. Ne var ki, mükemmel bir donanımla yaratılan insanın ölümden sonrasına ait bir hayatı da olmalıydı. İşte biz buna ahiret diyoruz. Mühim olan orayı da imar edebilmektir. Orada da güzel yaşayabilmek, güzelliklerle, iyi insanlarla ömür sürebilmektir. İşte ölümsüzlük sırrı belki de bu hakikatte gizlidir. Ölümün acımasız ve soğuk yüzü kasteddiğimiz işte bu ölümsüzlük duygusunda bir parça teselli buluyor…
Hayırla Anılmak İçin…
Mademki bundan kaçış yoktur o zaman “güzelliklerimizi” hiç kaybetmemeli. Çirkinleşmeden, çirkefleşmeden, efendilikten yana tavrımızı muhafaza etmeliyiz. Kul olduğumuz bilinci içinde Rabbani hükümlere tâbi olma zaruretimiz vardır. Bir de kaderin bize armağan ettiklerine sahip çıkabilmek. Sevdiklerimizin duasında yer alabilmek için gönüller kazanmak…
Her zaman kazandıklarımızı elimizde tutamayız, bu doğrudur. Hayat hoyrat, insanlar ise sevgisiz ve çok acımasız. Bu durumda ne yapılmalı peki?
Bir zamanların kazancı dahi olsalar da biriktirdiklerimiz her daim duamızda olabilmeliler. Biz de onların dualarında yer alabilmeliyiz. Ancak böyle olduğunda yaşarken henüz ölmemişler kervanına dâhil olabiliriz.
İzin vermeyiz ölmemize ve ölmelerine. Zira dünya bitecek. Kaderin bize armağanı olan insanlarla yüzleşeceğiz ölümden sonra da. Nasıl ki, ruhlar âleminde görüştüklerimizle dünyada da karşılaştık. Ama az ama çok sevgi tomurcukları açtırabildik. Aynen bunun gibi öbür dünyada da bir alacak verecek hesaplaşması içinde olacağız.
İyisi mi işi öteye bırakmamak gerek. Mümkünse gönül kırmamak, kırdıklarımız varsa da helalleşmek, bizi kırmışlarsa da affedebilmek… Neden? Kazanan biz olacağımız için. Böylece hem içimizi diri tutar, yaşarken duygusal ölümlere izin vermemiş oluruz. Hem de ölümden sonrası için hoş bir seda bırakır, hayır dualarla anılırız. Ne dersiniz?
Öyle ise insan denen varlık, henüz dünyada iken kendisini doğru tanımalı ve tanımlamalı. Dünyayı, ahireti ve kendisini anlamalı. Ölmeden ölümü bilmeli ki, ölümsüzlüğü tadabilsin. Ölümlü insanların hatıralarında insan ne kadar yaşayabilir ki?
Neticede bir gün onlar da yaşamı tüketecekler. Ancak insanın kendini bilmesi, yaratılış gayesini hatırlaması ve bu uğurda çaba harcaması onun ölümsüzlüğüne kapı aralayabilir diye düşünüyorum. Bunu derken ölümü hicvettiğim anlamı da çıkmamalı.
Kimi zaman da olur güzel bir ölüm özlenir! Âşıkların “vuslat” dediği türden olduğunda ölüm.
Ölüm olmasa bunca insan nerede yaşar, nereye sığar, ne türlü kötülükler yaşanırdı kim bilir? Açlıktan, tamahtan, hasetten, hırs ile kinden kaybolan insanlar neler yapmazlardı? Ölmeyeceğini bilenlerin her şeyi ötelemeleri üretkenliği yok ederdi. Tembellik artardı. Fütursuzluk çoğalırdı. Ölümlülüğü bildiği halde bu kadar kirleten ve kirlenen insanlar ölümsüzlük şartlarında dünyayı kötü kokulardan geçilmez yaparlardı. İnsanlığını kaybetme yarışında hayvanlara fark bile çekerlerdi. Bu yüzden; kendi doğasında gerçekleşen doğal bir ölüm de nimettir aslında…
Her an ölümün pençesinde olduğumuz gerçeğiyle dünya ve ahiretin dengesinde mutluluğu yakalayarak, gerçek ölümsüzlüğe kavuşabilmek duası ve niyazı ile…