HASBİHAL / Seküler Dindarlık

HASBİHAL
Seküler Dindarlık
Davut ZAT
Alacağımız nefesin sayısı bize gaip olsa da her şey kader kitabımızda yazılıdır. Hudutları belli bir sınırla çizilmiş ömrümüz var. Ne kadar yaşarsak yaşayalım, faniler kervanında bilinen sona doğru yolculuğumuz devam ediyor. Sonsuz bir hayat karşısında dünyaya fazla bel bağlamak akıllı insanın işi değildir. Lakin gaflet gömleğini giyerek gözümüze çekilen perdeler şuurumuzu da köreltiyor maalesef. Ahireti kazanma noktasında bize bahşedilen şu kısacık ömrü, ebedi hayata karşılık feda etme yarışındayız.
İki cihanın Efendisi Sevgili Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam bu hayatı “bir gölgelenme yeri” olarak nitelendiriyor. Öyle ise nedir gölgelik yerinin kendisine verilen bunca önem? Dünyanın değeri ahiretimizi kazanmaya vesile olmasından kaynaklanması gerekmiyor muydu?
Ölçü kaynağımız ve rol modelimiz olan Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem hadisi şeriflerinde bizi ‘vehen’ hastalığından sakınmaya davet ediyor. Yani; “Dünyayı sevmek, ölümü sevmemek…” manevi bir hastalık olarak hayatlarımızı işgal ediyor. Evet, bu manzaralar dünyayı gereğinden fazla önemsemek ve sevmekten kaynaklanıyor. Nimetlerinden faydalanmak, gerektiği kadarından istifade etmek yerine aşırı sevmekten, ölümü unutmaktan dolayı böyle oluyor. Ölümü unutunca dünyada her şey mübah gibi görünüyor nefsimize.
Sekülerleşme sürecinden bizler de nasibimizi aldık maalesef. Düğünlerimiz inançlarımızla örtüşmüyor. Evlerimiz cennetten bir köşe gibi. Tatil hayatımız köklerimizin değerleriyle benzeşmiyor. İsraf, tüketim, savurganlık, lüks, moda esir almış hayatlarımızı. Her şeye aklın ve maddenin gözüyle bakıyoruz. Ruh ve mana tatile çıkmış. İçler acısı bir maneviyatsızlık bunalımında kıvranıyor toplumumuz. Ticari hayatımızda helal haram hassasiyeti, yatırımlarımızda faiz hassasiyeti yok olmuş. Sekülerizmin kollarında savrulup duruyoruz. Borcumuz var ama lüks arabalarımız da var. Kredi çektik ama güzel evler ve eşyalar üzerinde oturuyoruz. Paramız az ama modanın kurullarına uygun elbiselerimiz dolapları süslüyor. Din kardeşlerimiz açlık ve susuzluk çekiyor ama cep telefonları ile iletişim kurabiliyoruz. Üzerlerine bombalar yağıyor, öldürülüyor şehirleri yıkılıyor ama altın ve şirket hisselerimiz borsalarda tavan yapıyor… Cıvıltılı ışıklar, süslü dünya ve konforlu bir hayat. Dünyanın bir ucu açlık, susuzluk içinde öbür yanı açık büfelerde kusana kadar yiyor. Yiyemediğini ise çöpe atıyor. Din kardeşlerimiz yerinden yurdundan ediliyor üzerine bombalar yağıyor, çocuklar, yaşlılar ve kadınlar ölüyor. Mazlumların ırzı çiğneniyor diğer tarafı tatil yörelerinde sefa sürüyor.
Benzemişiz başkalarına. Çevreye uyumlanmışız. Daha nice örnekler var böylesi iç sızısı olan. Bir çelişki, bir çarpıklık, umursamaz bir vicdansızlık var ama nerede? Ne diyordu bilge lider Aliya İzzetbegoviç; “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir…“ Tam Avrupai olmuşuz, çağ atlamışız velhasıl!
Dinden Taviz Veriyoruz
Evet, mal biriktirdik bizden sonra geleceklere. Kariyer yaptık, unvan peşinde koştuk. Dünyalık peşinde koşarken zillete düşüyoruz. Değerlerimizi yitiriyor, tavizler vererek gevşeme gösteriyoruz inançlarımızdan. Kulluğumuz eksiliyor, ibadetlerimiz aksıyor. Lezzetini kaybediyoruz duanın ve kulluğun. Yozlaşıyor, vicdanlarımızı köreltiyoruz bunca dünyayı sevme karşısında. Hem de sonsuz cennet bizi kendine davet ederken. Bizden öncekiler de bizim gibi yapmış olsalardı şayet, böyle yaşanabilir bir dünya emanet kalır mıydı? Her şeyi bu dünyada tüketirsek yarınlarımız nasıl olur. Peki, biz nasıl bir dünya bırakacağız bizden sonra geleceklere? Dünyamızı mükemmelleştirdik. Ya ahiretimiz? Kâmil yapabildik mi, imar edebildik mi yarınlarımızı? Hani imtihan için gönderilmiştik dünyaya. Birbirimizle yaptığımız yarış dünyalık için mi olmalıydı? Yok yok bizim kalbimiz temiz..!
Hem bu dünyada hem de sonsuz âlemde cennet yaşamak arzusundayız. Bunu da mazlum coğrafya insanları cehennem yaşarken elde etme çabasındayız. Ne dersiniz çelişik değil mi, çok da hakkani olmasa gerektir. Karar verelim mal sahibi miyiz, varlığın bekçisi mi? Dünyanın sahibi miyiz misafiri mi? Kalbimizi ve beynimizi dolduran şeyler, yüreğimizi sıkıştıran nedenler ebedi hayatı kaybetmek korkusu mu yoksa mallarımızın ziyan görmesi korkusu mu? Statümüzden memnun muyuz, bulunduğumuz konumların üzerinde yaşadığımız nimetlerin bir hesabı var mı? Mallarımızın kölesi mi efendisi miyiz? Dünyalıklar bizi helak eder mi, bunca nimet bizi çukura çeker mi, boğulur muyuz böyle bir şatafat içinde. Halbuki malın ve mülkün hatta bizim de sahibimiz Allah’tır…
Dikkat edelim! Dünyaya dalmak ve dini ölçüleri hevamıza göre uydurup yorumlayarak kendimizi rahatlatmak bizi temize çıkarmaz. Deve kuşu misali başımızı kuma gömmekten öteye de geçirmez. Dini ölçülerin bir bütünlük içinde yaşanması heva karşısındaki tek devamızdır. ‘Namazımı kılarım, belli kabahatleri da yaparım, eh ne yapayım’ yaklaşımı dünyeviliktir. İnsan günahını günah gibi görmeli, kendini temize çıkarmak adına tevil yoluna başvurarak dini kendine uydurmaya çalışmamalı. Ne diyordu Hz. Ömer radıyallahu anh; “İnandığı gibi yaşamayanlar bir süre sonra yaşadığı gibi inanmaya başlarlar.” demiyor muydu? Türk-İslam mefkûresinin fikir hocası Seyyid Ahmet Arvasi rahmetullahi aleyh ise; “Yaşanmayan bir davanın, yaşama şansı yavaş yavaş ortadan kalkar. Zafer; davasını yaşayarak yaşatanlarındır.” diyor.
Gün gelip de gözlerimizi kapattığımızda tüm varlıklar, nimetler, her şey bitmeyecek mi? Bir hastalık geldiğinde sağlığımızı almaya yetmeyecek mi? İhtiyarlık ve ölümü bertaraf edebilecek miyiz? Musallada herkes eşitlenecek. Mezara girince yorganımız toprak olacak. Mezar taşımız kaybolunca üzerimizden yürüyecek hayvanlar ve insanlar. Bir kuşak geçince adımız sanımız kaybolacak. Güzellik, gençlik, zenginlik, makam, mevki, ömür, hayat, şöhret hepsi geçip gidecek. Peki, gittiğimiz yere götüreceğimiz bizdeki kalıcı olan nedir?
Öyle ise; dünyayı kendimize uydurmak çabasından uzaklaşalım. Ölçümüzü ve yaşantımızı da hak ölçüye uyduralım. Ölüm hakikati karşısında her şeyin anlamsızlaştığını nefsimize hatırlatalım. Dünyanın, nefsin ve şeytanın oyuncağı olmuşların basit vaatlerine karşılık Allah’ın vaadini bilincimizde sabit tutalım.
Ne güzel diyor merhum şair Abdurrahim Karakoç; “Tüm nimetler talan talan, Hızır bekler darda kalan. Varı yalan, yoğu yalan, Bu dünya kimin dünyası?”