Haziresinde Beş Osmanlı Şeyhü’l-İslâmı Barındıran Mescid
Şeyhü’l-İslam kimdir?
Şeyhü’l-İslâm, İslami konularda en yüksek derecede bilgi ve yetkiye sahip olan kimse anlamına gelir. İlmiye sınıfının başı yani âlimlerin en kıdemlisi ve reisidir. Şeyhü’l-İslâmlık (kurumu) ise günümüz Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yerine getirdiği görevleri uhdesinde bulunduran kurumdur. Bu önemli özelliği sebebiyle Şeyhü’l-İslâm, Osmanlı Devletinde padişahtan sonra gelen en önemli ve etkin iki isimden biridir. Divana katılan fakat oy kullanmayan Şeyhü’l-İslâm’ın protokoldeki sırası vezir-i azamla aynıdır.
Hem ilmi kişiliği, hem de fetva verme yetkisi dolayısıyla Şeyhü’l-İslâm’a büyük saygı gösterilirdi. Bayramlaşma ve benzeri önemli törenler sırasında padişah sadece Şeyhü’l-İslâm’ın karşısında ayağa kalkardı. Önemli devlet işleri hatta istisna da olsa padişahların görevden alınması için mutlaka Şeyhü’l-İslâm’ın fetvası gerekiyordu. Şeyhü’l-İslâm, idam cezasına çarptırılamaz, tutuklanamaz ve hapsedilemezdi. 17. yüzyıla kadar görevden alınması bile söz konusu değildi.
Şeyhü’l-İslâmlığın
kurumsallaşması
Yaşlı kimse, reis, bilge anlamlarındaki “şeyh” ile “İslâm” kelimesinden oluşan ve “İslam’ın şeyhi” anlamına gelen “Şeyhü’l-İslâm” tabiri, İslâm dünyasında önde gelen yüksek bilgi sahibi fakihlere ve fetva ehliyeti olan bilginlere verilen bir şeref unvanıdır. X. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu çağlarda “İslam” kelimesinin başına bazı sıfatlar getirilerek çeşitli lakaplar oluşturuluyordu. M. Salih Arı’nın “Şeyhü’l-İslâmlık Kurumunun Ortaya Çıkışı” isimli makalesinden öğrendiğimize göre Umadü’l-İslam, Hüccetü’l-İslam, Fahrü’l -İslam, Zeynü’l-İslam, Cemalü’l-İslam, Ruknü’l-İslam, Burhanü’l-İslam ve Nizamü’l-İslam bu unvanlardan bazılarıdır. Şeyhü’l-İslam kavramı da bunlara benzer şekilde oluşturulmuştur. Mehmet İpşirli, “Şeyhü’l-İslâmlık” isimli makalesinde Şeyhü’l-İslâmlığın dinî bir müessese haline gelişinin Osmanlılar döneminde gerçekleştiğini zikreder. En yüksek dereceli müftü anlamına da gelen Şeyhü’l-İslâm, gerektiğinde dini konularla ilgili görüşlerini fetva yayımlayarak açıklar ve bu fetvalar kanun niteliği taşırdı. Genel kanaate göre uzun yıllar Bursa kadılığı yapan Molla Fenârî’nin 1425’de Bursa müftülüğüne tayin edilmesi Osmanlılarda müftülük ve Şeyhü’l-İslâmlığın başlangıcı olarak kabul edilir.
Osmanlı’da müftülük ve kadılık önceleri ayrı ayrı sahalardı. Molla Fenârî, bu iki vazifeyi uhdesinde birleştirmiştir. A. Yıldırım ve E. Yılmaz’ın “İlk Osmanlı Şeyhü’l-İslamı Molla Fenari” isimli makalelerinde verdikleri bilgilere göre Fenârî, bu vazifelerine müderrisliği de ilave etmiştir. Devletin XVI. yüzyıl başlarında geçirdiği siyasî ve bürokratik değişimle birlikte Şeyhü’l-İslâmlık makamının önemi de artmıştır. “Müftilenâm” da denilen Şeyhü’l-İslâmların makamı zamanla meşihat ve meşîhat-ı İslâmiyye şeklinde de zikredilmiştir. XVII. yüzyılda Şeyhü’l-İslâmlığın siyasî nüfuzu daha da artmış, XIX. yüzyıldaki idarî düzenlemeler sırasında Şeyhü’l-İslâmlar kabine üyesi olmuştur. Ancak Tanzimat’tan sonra Şeyhü’l-İslâmların yönetimdeki ağırlığı ve etkisi önemli ölçüde azalmaya başlamıştır. Şeyhü’l-İslâmlık, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından önce Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti’ne dönüştürülmüş, 1924’te hilâfetin ilgasıyla birlikte bu vekâlet kaldırılarak Diyanet İşleri Reisliği kurulmuştur.
Eyüp Sultanda medfun
26 Şeyhu’l-İslâm
Tarihimizde Şeyhü’l-İslâmlara ait listelerin oluşturulduğu bilinmektedir. Bu kayıtlarda detaylı ve geniş bilgilere rastlanır. Şeyhü’l-İslâmlık müessesesinin Molla Fenârî Efendi’nin 1425’de tayininden Medeni Mehmed Nuri Efendi’nin 1922’deki istifasına kadar yaklaşık 500 senelik tarihi vardır. Bu zaman zarfında bu makama 185 atama olmuştur. Ancak 131 şahıs görev almıştır. Zira pek çok Şeyhü’l-İslâm birkaç defa görev almıştır.
Hulusi Yavuz, Eyüp Sultan’da medfun Osmanlı Şeyhü’l-İslâmları isimli makalesinde medeniyet tarihimize önemli katkılar sağlamış, kıymetli insanlar yetiştirmiş Osmanlı Şeyhü’l-İslâmlarının 26’sının Eyüp Sultan’da medfun olduğunu bildirir. Yavuz, adı geçen makalesinde 26 Şeyhü’l-İslâm’ın kısa biyografileriyle birlikte mezar yerlerine dair önemli bilgiler verir. Ancak bazı isimlerin mezar yeri belli değildir. Eyüp Sultan semtine defnedilen Şeyhü’l-İslâmların ilki Alâeddin Arabî Efendi, en meşhuru ve gözler önünde olanı ise fetvaları ile ünlü, Kanuni döneminin kudretli ismi Ebussuud Efendi’dir. Hoca Sa’düddîn Efendi ve türbesi Sokullu Mehmed Paşa Türbesi karşısında yer alan Üryani-zade AhmedEs’ad Efendi de yine kabir yeri pek çokları tarafından bilinen Şeyhü’l-İslâmlardandır. Şehzade hocalığı da yapan Hoca Sa’düddîn Efendi, Yavuz Sultan Selim’in nedimi Hasan Can’ın oğludur. Osmanlı cihan devletinin kuruluşundan I. Selim Han’ın ölümüne kadar geçen süreç içerisinde Osmanlı tarihini ele alıp yazdığı “Tâcü’t-Tevârih” isimli el yazması eseri meşhurdur.
Saçlı Abdülkadir Mescidi
ve Şeyhü’l-İslâmlar
Hoca Sa’düddîn Efendi’nin medfun olduğu Saçlı Abdülkadir Mescidi haziresinde 4 Şeyhü’l-İslâm daha medfundur. Mehmet NermiHaskan’ın“Eyüp Sultan Tarihi” isimli eserinde verdiği bilgilere göre bunlar mescidin banisi Müeyyet-zade Abdülkadir Şeyhi Efendi, Hoca Sa’düddîn Efendi’nin oğlu Şerif Mehmed Efendi, diğer oğlu Hacı MehmedEs’ad Efendi ve torunu Ebu Said Mehmed Efendi’dir. Hoca Sa’düddîn Efendi’nin diğer oğulları da burada medfundur. Hoca Sa’düddîn-zadelere ait mezarlar şimdiki mescidin hemen önünde yer alır. Bu alanda 12 mezar vardır. Sa’düddîn-zade Hacı MehmedEs’ad Efendi’nin sütun mezar taşında isim ve 1625 tarihi vardır. Baş taşının üst tarafında “Kelime-i Tevhid” alt tarafında ise “EyliyeEs’ad Efendiye Cennet-i Adn’i mekân, sene:1034” ibaresi yazılıdır.
Hoca Sa’düddîn Efendi’nin isimsiz görkemli sütun başlıklı mezarından başka burada Arapça yazılı bir mezar ve aynı dönemlere tarihlendirilebilecek isimsiz dört mezar daha bulunuyor. Bunlar Sa’düddîn Efendi’nin diğer oğulları ve torunlarına ait olmalı. Ancak hangi mezar kimin belli değildir. Mezar taşlarının yazısız olmalarını anlamlandıramadık. Yazıların silinmiş olabileceği akla geliyor. Zira aynı dönemdeki diğer mezar taşı yazılarının aşınmaya maruz kalmadan, tahribata uğramadan günümüze ulaşması bu fikri güçlendiriyor. Yazıların silinmesine sebep nedir? Bunu bilemiyoruz! Caminin arka kısmındaki hazirede de önemli miktarda mezar vardır. Bunlar arasında Sâmiha Ayverdi’nin bir romanına konu olan İbrahim Efendi ve akrabalarının mezarları da bulunuyor.
Saçlı Abdülkadir Efendi Mescidi; Kalenderhane Caddesi üzerinde, Eyüp Sultan Camii kıble yönüne göre meydanın sağ tarafında, Eyüp-Edirnekapı Bulvarı’nın da karşısında yer alır.
Günümüzde Saçlı Abdülkadir Camii olarak bilinen mekân Şeyhü’l-İslâm Hoca Sa’düddîn Efendi tarafından 16 yy. sonlarına doğru “Dar’ül-Kurra” olarak yaptırılmıştır. Daha sonra oğlu Şeyhü’l-İslâm Hacı MehmedEs’ad tarafından Kastamonulu Şeyh Şaban Efendi’ye tekke olarak tahsis edilmiştir. Kare planlı olup iki katlıdır. Esas Abdülkadir mescidinin harap olması ile burası geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından sonra ibadet mekânı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Türbe içerisinde
şadırvan olur mu?!
Günümüze dış duvarları ulaşan asıl Abdülkadir mescidi ilk olarak “Şeyhi” lakabı ile meşhur Şeyhü’l-İslâm Abdülkadir Efendi tarafından 1537 tarihinde vefat eden babası, Sivasi tekkesi şeyhi Abdürrahim Efendi’nin kabri üzerine yaptırılmıştır. Bugünkü mescidin kemerli avlu kapısının sağ tarafındadır. Alt katı türbe, üst katı ibadet sahnı olarak planlanmıştır. Vefatından sonra Abdülkadir Efendi de babasının buradaki kabrinin yanına defnedilmiştir. Türbede baba-oğul dışında kime ait olduğu bilinmeyen, etrafı demir korkuluklarla çevrili, kaidesi olmayan üçüncü bir mezar yeri daha vardır. Buradaki mezarlar Dar’ül-Kurra’nın Eyüp Sultan yönünde ayrı bir bölümde yer alan üç sanduka ile karıştırılır. Oysa buradaki kabirler yakın dönem Rufaiyye tarikatı şeyh ve yakınlarına aittir.
Türbenin üstünde yer alan ibadet bölümü çökme tehlikesi baş gösterdiğinden 1957 yılında yıktırılmıştır. Kapı üzerinde vaktiyle var olan kitabe de günümüze ulaşmamıştır. Alt kısımdaki türbede yer alan sandukalar zaman içerisinde yok olmuştur. İki mezarın kaideleri duruyor. Ancak üçüncü mezar da dâhil olmak üzere kime ait oldukları hakkında tanıtıcı bir bilgi bulunmamaktadır. Bu üç mezarın yer aldığı türbe alanı, günümüzde “mescidin şadırvanı” olarak kullanılmaktadır. Tarihi yapının planında bulunmayan, sonradan faaliyete geçirilen bu uygulama elbette kabul edilebilecek bir durum değildir. Bir şeyhülislamın mezarının yanı başında böyle bir görgüsüzlük olacak şey değil! Bu müessif olaya kim sebebiyet verdi? Üç-beş kişinin aynı anda duramayacağı kadar küçük bir alanda buna nasıl müsaade edildi? Doğrusu anlamak mümkün değil! Tarihimizde önemli görevler ifa etmiş bir büyüğümüzün, saygın bir şeyh efendinin mezarının yanı öksürülen, aksırılan, sümkürülen, zaman zaman istibra yapılan bir yer olmamalı. Önünden ne zaman geçsem üzüntüye kapıldığım, hoş ve estetik olmayan bu fiili durum sonlandırılmalıdır diye düşünüyorum.
Saçlı Abdülkadir Mescidi ile Eyüp Sultan Camii’nin şadırvanları arasında yaklaşık 60-70 metrelik bir mesafe var. Kızıl Mescid ve Sofu Kara Ali Mescidi’nin şadırvanları da aynı şekilde buraya çok yakın konumdadır. Aynı amaçla kullanılabilir, ihtiyaç varsa bu mekânlarda giderilebilir. Ayrıca bir zamanlar Halit Paşa Konağı olarak bilinen mekân bundan böyle Eyüp Sultan Camii şadırvanı olarak hizmet verecek. Bu yeni gelişme ile civarda şadırvan sıkıntısı tamamen ortadan kalkmış olacak. Dememiz o ki bu mescidin yanında illa bir şadırvan olmasına artık gerek yok. İlgililer bir zahmet gereğini yapsın!
Çalışma yapılmalı
Genel olarak tarihi mezarlıklarımız hakikaten çok büyük badirelerden geçti. Yakın zamana kadar yok sayıldı, hor görüldü, tahrip edildi, çalındı, duvarlara taş olarak örüldü veya toprak altında kaldı. Şükür ki son zamanlarda ufak bir kıpırdamaya, sahiplenmeye şahit oluyoruz. Aziz dostlar, hiç olmazsa tarihimizde önemli hizmetleri bulunmuş, iz bırakmış şahsiyetlerin mezarları korunsa ve teşhirleri sağlansa fena mı olur? Alâeddin Arabî Efendi örneğinde olduğu gibi pek çok Şeyhülislam’ın mezar yeri içler acısı durumda. Kiminin mezar taşı parçalanmış, kiminin mezar yeri dahi belli değil, kimisi ise tamamen kayıp. Bunlar tek tek tespit edilip, envanteri çıkarılıp kayıt altına alınsa, daha sonra da tamamı ihya edilse güzel olmaz mı? Ecdadı ile övünen bir millet olarak bize yakışan da bu değil midir?!