HİKMET PINARI / Sihir ve Büyü Vesvesesine Karşı Kur’ânî Hakikatler
HİKMET PINARI
Sihir ve Büyü Vesvesesine Karşı Kur’ânî Hakikatler
Hayrünnisa Hanım
يَا رَبِّ لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِكَ وَلِعَظِيمِ سُلْطَانِكَ
“Ey Rabbim! Zât’ının Celal’ine ve Hâkimiyetinin azametine layık şekilde Sana hamd olsun.”
Günümüzde insanlar bir arayış, gaflet içinde, bir sıkıntı yaşadıklarında, bir boşluk hissettiklerinde bir yerlere başvuruyorlar. Gittiklerinde kendilerine deniliyor ki: “Sizde büyü var.”
Zaten manen zayıf bir durumda olan, gaflet içerisinde bulunan bir kişi, bu sözü duyduğunda adeta bir teşhis konulmuş gibi seviniyor. Oysa bu, büyük bir yanılgıdır. Çünkü kişi, yaşadığı bütün manevi sıkıntıları, kendi nefsiyle yüzleşmek yerine, “Bende büyü var, o yüzden böyleyim” diyerek dışsal bir sebebe yüklüyor. Böylece esas sorun olan manevî boşluk, gaflet ve nefsin hastalıkları göz ardı ediliyor. Oysa çözüm, kişinin kendi iç dünyasında arınmaya yönelmesi, Allah’a yönelmesi ve nefsini terbiye etmesidir.
Kişi “Evimin işini yapamıyorum, eşimle ilgili sorumluluklarımı yerine getiremiyorum, namaz dahi kılamıyorum, kolumu kaldıramıyorum” diyor. Bütün bu durumlar için hemen şu söyleniyor: “Çünkü sende büyü var. Sihir yapılmış, o yüzden böylesin.” İşte bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır.
Bir insan buna inandığı zaman, gerçekten böyle bir hastalık olmasa bile, bu inanç sebebiyle kendisine ciddi anlamda zarar verebilir. Zihin bunu kabul ettiğinde, beden de ona göre tepki verir. Yani kişi, sadece inandığı için bile bu sıkıntıları yaşamaya başlar. Bu durum hem psikolojik hem de manevi bir çöküşe yol açar.
Sonra bu kişiye deniliyor ki: “Bunu sana yapan, sana en yakın olan kişidir.” Verilen manevi zarar bununla da kalmaz; kişide vesvese başlar. “Evine girip çıkan biri, eşinin ailesi, en yakın arkadaşın” gibi ifadelerle kişi sürekli şüpheye sürüklenir. Böylece Allah-u Zülcelâl’in bize emrettiği sıla-i rahim, bu zanlarla ortadan kalkar.
Kişide önce su-i zan başlar, ardından gıybet, iftira, hatta hüsn-ü zannı yitirme gibi birçok manevî hastalık peş peşe gelir. Zaten kişi ruhen bir sıkıntı içindeyken, bu tür yaklaşımlar “teşhis” gibi sunulur. Kişi kendi nefsiyle yüzleşmek yerine, “Bende büyü var, ondan böyleyim” diyerek tüm sorumluluğu üzerinden atar. Bu ise insanı kulluktan uzaklaştırır.
Bu vesveselerle kişi önce kalben, sonra fiilen akrabalarıyla bağlarını koparır. Eşinin ailesine karşı düşmanlık hisseder, ardından en yakın dostlarına bile şüpheyle yaklaşır. İnsanlara güveni kalmaz. Ziyaret etmeyi bırakır, evine kimseyi almak istemez. Böylece yalnızlaşır, toplumdan uzaklaşır.
Oysa Allah-u Zülcelâl, ‘’Müminler birbirlerine hüsnüzanla yaklaşsınlar, suizan etmekten ve gıybetten sakınsınlar, sıla-i rahimi yerine getirsinler” buyurmuştur.
Neden sıla-i rahim denilmiş? “Rahim” kelimesi merhametten, şefkatten gelir. Sıla-i rahimi yerine getiren kimse için Rabbimiz buyuruyor ki: “Benim rahmetim onun üzerinedir.” Ama insanlar bu bağı kopardıkları zaman, aslında tüm bu merhamet ve şefkat bağlarını da koparmış olurlar.
Bu sebeple gelin, büyü ve sihir hakkında Rabbimizin bize haber verdiği hakikatleri öğrenelim.
Allah-u Zülcelâl, buyuruyor ki:
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاطٖينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاطٖينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ
“Onlar, Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular. Gerçek şu ki Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular; çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı…” (Bakara; 102)
Sihir Küfürle Eş tutulmuştur
Yahudiler, Hz. Süleyman aleyhisselam’ın günahlardan korunmuş, faziletli ve hikmet sahibi bir peygamber olduğuna inanmak yerine, onu işlerini sihirle yürüten bir kral olarak gösteren insan eliyle yazılmış muharref kitaplarına inanırlardı. (Zemahşerî, I, 85)
Allah-u Zülcelâl işte onların bu inançlarını reddetti:
“Süleyman küfre düşenlerden olmadı.”
Küfürden kasıt sihirle meşgul olanlardan olmadı. Burada görüyoruz ki, Allah-u Teâlâ, sihri küfürle birlikte anmış, bu işle meşgul olanları ve şeytanlara uyanları küfre düşmüş kimseler olarak bildirmiştir. Burada kastedilenler ise, ins ve cin şeytanlarına tabi olan ve sihri hem yapan hem de insanlara öğreten kişilerdir. Bu nedenle Yüce Rabbimiz, onların küfre düştüğünü açıkça beyan etmiştir:
“Çünkü onlar insanlara sihri yaptılar ve öğrettiler.”
Halbuki Süleyman aleyhisselam, Rabbimiz tarafından mucizelerle donatılmış bir peygamberdir. Allah-u Zülcelâl ona öyle büyük bir güç vermiştir ki, insanlar, cinler, hayvanlar ve rüzgâr dahi onun emrine amade kılınmıştır. Bu olağanüstü hizmet, Allah’ın izniyle gerçekleşmiştir. Ancak bazı kimseler, özellikle o dönemin Yahudileri, Süleyman aleyhisselam’ın yaptığı işleri sihirle yaptığını iddia ettiler. Bu sözleri, kulaktan dolma ve abartılarla yaydılar. Bunları zamanla kitap haline getirdiler ve Süleyman’ın bütün işlerini sihirle yaptığına dair efsaneler uydurdular.
“Efsane” dediğimiz, gerçekle alakası olmayan, uydurulmuş şeylerdir; Süleyman’ın mülkünü ve işlerini böyle karaladılar. Oysa Allah-u Zülcelâl, bütün peygamberlerin sahibidir ve onları koruyandır. Allah-u Zülcelâl, Süleyman aleyhisselam’ı bu fitne ve iftiradan muhafaza etmiştir. Sonra, Süleyman aleyhisselam vefat edince, o dönemin insanları yaptıkları ve konuştukları şeyleri kitap haline getirdiler. Bu sihirleri, gerçekmiş gibi insanlar arasında yaygınlaştırdılar.
Allah-u Zülcelâl ayetin devamında buyuruyor ki:
وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓا اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهٖ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهٖۜ وَمَا هُمْ بِضَٓارّٖينَ بِهٖ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِى الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهٖٓ اَنْفُسَهُمْۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
“…(Onlar insanlara;) Bâbil’de iki meleğe, Hârût’la Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki bu iki melek, “Biz ancak imtihan vasıtasıyız; sakın küfre sapma!” demedikçe hiç kimseye bilgi vermezlerdi. Fakat onlar bu iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa Allah’ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Yine de kendilerine fayda sağlayanı değil zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi!” (Bakara; 102)
Babil, Irak’ta bulunan eski bir yerin adıdır. İnsanlar, Harut ve Marut isimli bu iki meleğe indirilen bilgileri öğrendiler. Harut ve Marut, bu ilmi insanlara neden öğrettiler?
Allah-u Zülcelâl, Babil’de Harut ve Marut isimli iki meleği yeryüzüne gönderdiğinde, onlara şöyle dedirtti: “Biz size bu ilmi öğretiyoruz fakat bu bir imtihandır. Onun zararlı olanını yapmayın. İnsanlar arasında fitne çıkarmak, eşler arasını bozmak için kullanmayın. Bu bir imtihandır.”
Peki, Allah-u Zülcelâl sihri insanlara neden iki melek aracılığıyla öğretti?
Bunun hikmeti şuydu: O dönemde insanlar peygamberlerin mucizelerine sihir derlerdi. Süleyman aleyhisselam’a, Resulullah aleyhisselatu vesselam’a ve Musa aleyhisselam’a sihirbaz dedikleri gibi, tüm Peygamberlerin mucizelerine de “sihir” demişlerdi. Allah-u Zülcelâl, sihir ile mucize arasındaki farkı insanlara öğretmek için, iki meleği insan suretinde yeryüzüne gönderdi. Bu melekler insanlara sihri öğrettiler, fakat öğretirken, “Bu bir imtihandır. Sakın yanlış yola sapmayın.” dediler
Allah-u Zülcelâl, sihri her zaman küfürle eşdeğer tutmuştur. Çünkü sihir, insanı küfre düşürür. Sihirle ilgilenenlere de uyarı yapılmış ve “Küfre düşmeyin” denmiştir.
Sonra devamında Allah-u Zülcelâl buyurdu ki:
“O insanlar, o iki melekten, (Harut ve Marut) sihri, özellikle de eşler arasını bozmak için yapılan sihirleri öğrendiler.’’
Fakat Allah-u Zülcelâl, bu melekler vasıtasıyla insanlara şunu açıkça bildirdi: “Bu size bir imtihandır. Mucize ile sihir arasındaki farkı anlayasınız diye size gösteriliyor. Sihir işte böyle yapılır. Ama bu bir imtihandır. Sihir yaparsanız küfre düşersiniz. Hele ki bunu kötülükle, insanların arasını bozmak için kullanırsanız, bu sizi açıkça küfre götürür.”
Gaybı Yalnız Allah-u Zülcelâl Bilir
Sihir ile ilgili üç grup insan olduğu görülür. Bunların birinci grubu, tamamen gelecekten haber verenlerdir ki bu ne aklen ne de naklen uygundur. Gelecekten haber vermeyi ise Rabbimiz kesin olarak yasaklamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur:
قُل لَّا يَعْلَمُ مَن فِى ٱلسَّمَـٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ ٱلْغَيْبَ إِلَّا اللّٰهُ
“De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” (En-Neml, 65)
Efendimiz aleyhisselatu vesselam’a gelip şöyle sordular:
“Ey Allah’ın Resûlü! Bize gelecekle alakalı bilgi verir misin?”
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize Rabbimiz şöyle buyurdu:
قُل لَّآ أَقُولُ لَكُمْ عِندِى خَزَآئِنُ ٱللَّهِ وَلَآ أَعْلَمُ ٱلْغَيْبَ وَلَآ أَقُولُ لَكُمْ إِنِّى مَلَكٌ ۖ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَىٰٓ إِلَىَّ
“De ki: Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Ben size ‘Ben bir meleğim’ de demem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım.” (En’am, 6/50)
Yani Rabbimiz, vahiy ile alakalı olan bu konuda, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem gibi bir zatın dahi gelecekten haber vermeyeceğini Kur’ân ile sabitlemiştir.
Resûlullah aleyhisselatu vesselam şöyle buyurmuştur:
“Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” (Taberânî, Mu‘cemu’l-Kebîr, c. 8, s. 72; isnadı sahihtir)
Yine buyurmuştur:
مَنْ أتَى عَرَّافًا أَوْكَاهِنًا فصَدَّقَهُ بِمَا يَقُولُ فَقَدْ كَفَرَبِمَا أُنْزِلَ عَلَى مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْه ِوَسَلَّمْ
“Kim bir kâhine veya falcıya gider de onun söylediklerine inanırsa, Muhammed sallallahu aleyhi veselleme indirilenle küfretmiş olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 429; Ebu Dâvûd, Tıb, 3904; Tirmizî, Tıb, 24)
Ve dedik ya, bu işler üç kısımdır. Birinci kısım, gelecekle ilgili kehanetlerde bulunanlardır. Yıldızname, fal vb. yollarla geleceğe dair tespitlerde bulunmaya çalışırlar. Bu kişiler bazen ebced hesapları gibi yöntemlerle, geleceği bildiklerini iddia ederler. Ancak bu tür uygulamalar ne aklen ne de naklen caiz değildir.
İkinci grup ise bu işleri cinler aracılığıyla yapanlardır. Bu kimseler çoğu zaman Kur’ân-ı Kerîm’i dahi doğru okuyamayan, kendilerine cin musallat olmuş, çeşitli manevi ya da psikolojik sıkıntılar yaşamış kişilerdir. Halk arasında “hoca” olarak anılsalar da, ilmî ve dinî yeterlilikleri olmayan bu kişiler, cinlerin aracılığıyla bazen birtakım haberler verirler. Ancak unutulmamalıdır ki cinler de insanlar gibi Allah’ın mahluklarıdır. Gaybı bilmeleri mümkün değildir.
Üçüncü bir yol ise, şer‘î olarak caiz olan ve “Rukye” olarak bilinen yöntemdir. Bu da bazı şifa ayetleriyle, dua ve zikirlerle yapılan bir uygulamadır. Rukye’nin de belli şartları vardır. Şöyle ki:
Allah’ın isimleriyle yapılmalı,
Allah’ın ayetleriyle olmalı,
Allah-u Teâlâ’nın emrettiği dualarla ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerde öğrettiği dualarla yapılmalı, Arapça lisanıyla olmalıdır. Bunlar olmadığı zaman, sadece harflerden oluşan, mesela “elif, bâ, tâ, sâ” gibi yazılarla yapılan bir uygulamadan fayda beklemek doğru değildir. Çünkü bu tür harflerin bir anlamı yoktur ve böyle bir şey tedavi yöntemi olamaz.
Allah-u Zülcelâl bunu da yasaklamıştır. Oysa Allah-u Zülcelâl bizlere buyuruyor ki:
“Size emrettiğim şey, benim kelâmımla şifa bulmanızdır.”
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
“Biz Kur’an’dan müminler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz…” (İsrâ, 17/82)
Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e de sihir yapılmıştır. Peki, O nasıl şifa buldu?
İşte bizim en büyük örneğimiz Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ve Kur’ân’dır. Onlar nasıl şifa bulduysa, biz de aynı şekilde şifa aramalıyız. Burada da ifade edildiği gibi: Şifa, Rukye ile bulunur.
Rukye Nedir?
Rukye Allah’ın ayetleri, Esmâ-i Hüsnâ’sı ve Resûlullah Efendimiz aleyhisselatu vesselamdan rivayetle gelen sahih duaları okuyarak şifa istemektir. İnsanlar bu dualarla birbirine şifa vesilesi olabilirler.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur:
“Kim bir kahine gider, ona bir şey sorar ve söylediklerini tasdik ederse, kırk gün boyunca onun namazı kabul olunmaz.” (Müslim, Selâm, 223; Ahmed b. Hanbel, 2/429)
O yüzden insanın başına ne gelirse, cehaletten gelir. Allah-u Zülcelâl bize nasıl emrettiyse, o şekilde yaşamak gerekir. Yine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün şöyle buyurmuştur:
“Bana ümmetler arz olundu. Bir nebi gördüm, yanında bir grup insan vardı. Bir nebi gördüm, yanında on kişi vardı. Bir başkasının yanında beş kişi vardı. Hatta bazı nebiler tek başlarına geliyorlardı.” (Buhârî, Tıb 17; Müslim, Îmân 374) Devamında şöyle anlatır:
“Bir karartı gördüm. ‘Bu benim ümmetim midir?’ dedim. Cebrâil aleyhisselam dedi ki: ‘Hayır, bu senin ümmetin değil. Ufka bak!’
Büyük bir kalabalık gördüm. Cebrâil aleyhisselam dedi ki:
“Bu senin ümmetindir. Bunlardan yetmiş bin kişi hiçbir hesaba çekilmeden doğrudan cennete girecektir.’”
Sonra Resûlullah Efendimiz aleyhisselatu vesselam evine döndü. Sahâbîler bu konuyu kendi aralarında konuşmaya başladılar. Kimileri dedi ki:
“Bu yetmiş bin kişi, doğrudan Allah’a iman etmiş ve hiç şirke bulaşmamış olanlardır.” Kimileri de:
“Resûlullah’ın sohbetine katılanlardır” dedi.
Bir süre sonra Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem dışarı çıktı ve sordu:
“Ne konuşuyorsunuz?”
“Ey Allah’ın Resûlü, sizin cennete hesapsız girecek yetmiş bin kişiden bahsettiğinizi konuşuyorduk.” Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Onlar, büyü yapmayan, büyü yaptırmayan, uğursuzluklara inanmayan ve yalnızca Rablerine tevekkül eden kimselerdir.” (Buhârî, Rikak 51; Müslim, Îmân 374)
İşte burada Allah-u Zülcelâl’in istediği: “Şâfi benim, ben şifacıyım. Bana yönelin. Her şeyin sahibi benim. Ben sizi yarattım, hastalandığınız zaman da şifayı bende bulun.”
Dikkat edersek Allah-u Zülcelâl ayetin devamında buyuruyor ki:
“…Onlar, onunla (sihirle) hiç kimseye, Allah’ın izni olmadan zarar veremezler.” (Bakara; 102)
Bu ayet, bizim için büyük bir derstir. Bize düşen, her şeyin Allah’ın izniyle olduğunu bilmektir. Sihir dahi yapılsa, o da Allah’ın mahlukudur. Allah izin vermedikçe kimse kimseye zarar veremez. Eğer Allah izin verdiyse, bu da kul için bir imtihandır. Kul bu imtihanla sabreder, Allah’a yönelirse kurtuluşa erer. Ama unutulmamalıdır ki, zarar da şifa da yalnızca Allah’ın elindedir.
Resûlullah aleyhisselatu vesselam Efendimizin başına da sihir hadisesi gelmiştir. Bu, Allah’ın takdiriyle gerçekleşmiş bir imtihandı. Dolayısıyla bizim için en büyük örnek olan Peygamber Efendimiz’e böyle bir durum isabet ettiyse, bizler de bu gibi durumlarla karşılaştığımızda onun tavrını örnek almalıyız. Rabbimiz bu vesileyle bize hangi yolla korunmamız gerektiğini de öğretmiştir.
İşte burada Felak ve Nâs sureleri, yani “Muavvizeteyn” devreye giriyor. Bu iki sureyle Kur’ân-ı Kerîm sona erer. Rabbimizin Kur’an’ı Fâtiha ile başlatıp Felak ve Nâs ile bitirmesinin elbette derin bir hikmeti vardır. Kur’an, belli bir düzen ve hikmet üzere indirilmiştir. Bu tertibin her aşamasında ilahi bir murat vardır.
Fâtiha suresinde “Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn” diyerek bize hamdi öğreten Rabbimiz, hayatın başında kendisine hamd ile başlamamızı ister. Kur’ân’ın sonunda ise: “Bana sığının. Her işinizin sonunda, her durumda yalnızca Bana yönelin. Tek sığınak Benim.” buyurarak, nihayetinde de yalnızca kendisine yönelmemizi emreder. Bu konuya önümüzdeki sayımızda devam edeceğiz.