İlim ve alimin fazileti
Tevbe edenlere
mükâfatlar var
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler, Allah’ın Kitap’ına sarılanlar ve dinlerine Allah için candan bağlananlar müstesnadır. Onlar inananlarla beraberdirler. Allah müminlere büyük ecir verecektir.” (Nisa; 146)
Peki, bu çok büyük ecir kazandıran şey nedir? Yine ayet-i kerimden anlıyoruz ki tevbedir! İnsan tevbe ettiği zaman, Allah-u Zülcelâl onun bütün günahlarını sevaplara çevirmektedir. Bu müjdeyi ise Allah-u Zülcelâl, şu ayeti kerimede haber veriyor: “Ancak tevbe ve iman edip iyi amel işleyenler başka; çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (Furkan; 70)
Tevbe, mümin için imandan sonra en büyük nimettir. Tevbe çok mühimdir bilhassa bu ahir zamanda, sokaklar ve çarşılar, sanki günah denizi gibi olduğu için çok daha mühim hale gelmiştir.
Bir kul, tevbe ettiği zaman Rabbi ile sulh etmiş, arasını düzeltme yoluna girmiştir. Çünkü kişi şeytanın yanında olduğu zaman, şeytan Allah-u Zülcelal’e düşman olduğu için sanki o da düşman olmuş gibi olur. Şeytanın yanından ayrılıp Allah-u Zülcelal’e tevbe ettiği zaman, kendi Rabbi ile sulh yapmış olur.
Öyle ise İslam dininde, tevbeden daha güzel bir şey var mıdır? İnsan için öyle büyük ve kıymetli bir nimettir ki, anlatmakla bitiremeyiz. Onun için tevbenin kıymetini iyi bilelim.
Bazı insanlara, “Gelin tevbe edin” dediğimiz zaman o kimseler: “Allah, benim gibi bir adama azap verir mi?” diyerek, bir kibrin ve ucubun (kendini beğenmişliğin) içine giriyorlar. Oysa işledikleri günahlarla Allah katındaki hallerini bir bilselerdi, ne kadar yanlış düşündüklerini anlayacaklardı.
Tevbe, Allah’ın
gazabını söndürür
Allah-u Zülcelal’e hamd-ü senalar olsun ki, bize çok büyük bir nimet olarak iman vermiş ve bu imandan sonra da tevbe ederek yanlış yaptığımızda dönebilmeyi nasip etmiştir. İnsan, kulluk yolunda kendisinde bir ilerleme olmayıp yerinde saydığı zaman veya geri gittiği zaman, hemen tevbeye kaçmalıdır. “Acaba Allah-u Zülcelâl, bu günahtan dolayı bana gazaba mı geldi?” diyerek, hemen tevbeye sarılmamız lazımdır. Aylarca tevbeyi terk etmek, çok yanlıştır.
Nice işlediğimiz günahlar vardır ki, biz onları unutuyoruz; fakat kıyamet gününde bu günahların hepsini zerresine kadar göreceğiz. Bunların hepsi Allah-u Zülcelal’in katında sabittir. Fakat biz, gaflete düşmüşüz, o günahları unutmuşuz. Hiç hatırımıza getirmiyoruz. Bu sebeple, bütün yapmış olduğumuz günahlardan tevbe etmeliyiz. Böyle yaparsak, Allah-u Zülcelâl, bu unutmuş olduğumuz günahlarımızı da sevaba çevirecektir inşaallah.
Aliyyü’l-Havvas, her sabah ve her akşam vücudunda ne kadar aza varsa hepsinden tevbe ediyordu. Gözlerinden, kulaklarından, dilinden, ayaklarından, kalbinden yani bütün azalarından birer birer: “Ya Rabbi! Bu azalarımla yapmış olduğum bütün günahlarımdan ben pişmanım” diye tevbe ediyordu. Ve diyordu ki: “Tevbe, Allah-u Zülcelal’in gazabını söndürür.”
Çünkü insan bir günah yaptığı zaman, Allah-u Zülcelâl ona gazaba gelir. Hatta insan günah yapıp da Allah-u Zülcelâl ona gazaba geldiği zaman, Arş ve Arş’taki melekler korkudan titrerler. İşte, biz de günahı böyle görüp farkına varmalıyız.
Biliyorsunuz, şimdi Ramazan ayı içerisindeyiz. Bu mübarek ay tevbe etmemiz için büyük bir fırsattır. Bunu da bir ganimet olarak bilip, kaçırmamak için gayret gösterelim.
Hadis-i şerifte nakledildiği üzere, Cebrâil aleyhisselam, Hazreti Peygamber sallallhu aleyhi vesellem Efendimiz hutbe îrâd ederlerken gelmiş;
“Ramazana yetişip de, ondan affedilmeden çıkan kimse; rahmetten uzak olsun!” diye bedduâ eylemiş, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de bu duaya, “Âmîn!” demişlerdir. (Hâkim, Tirmizî)
Uyanık olalım. Belki de bir daha bu fırsat elimize geçmez, “Belki Ramazan’a bir daha ulaşırız” diye düşünüp de gevşeklik gösterip, kendimizi aldatmayalım.
Kalbin ihyası
ilimle olur…
Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz aleyhissalatu vesselam, “Allah (Azze ve Celle) sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar” buyurmaktadır. (Müslim, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel)
Demek ki kalp nazargâh-ı ilahidir. Bundan dolayı insan, kalbinde tasarladığı, hayal ettiği çirkin şeyleri sarfı nazar ederek, kendisinden izale etmek ve uzaklaştırmak suretiyle, kalbini daima temiz tutmaya çalışmalıdır.
Mademki Allah-u Zülcelâl kalplere bakmaktadır, o halde daima kalbimizdeki niyetimizin halis olmasına özen göstermeli ve Allah-u Zülcelâl’in razı olacağı ameller ile kendimizi meşgul etmeliyiz.
Bu da ancak ilim ile mümkün oluyor. Yapılan amellerin hayırlı olup olmadığı, kalpte tasavvur edilen şeylerin yanlış veya doğru olduğu, ilim ile o konudaki bilgileri bilmekle anlaşılabiliyor. Onun için insan yaşı kaç olursa olsun, öğrenmekten utanmamalı, daima yeni bilgilerle kendini süslemelidir.
İnsan ilim öğrenmekten utanır, kendini yetiştirip bilgi sahibi olabilmek için ilim talebinde bulunmazsa nihayetinde, cahil bir kimse olarak bu dünyadan ayrılır. Cahil kimse, neyin doğru neyin de yanlış olduğunu bilmediği için ahirette kendisine menfaat verecek şeyleri bu dünyadan kazanmadan ayrılacağı için pişman olur.
İlim öğrenmenin fazileti
İlim öğrenmek, her türlü nafile ibadetten üstündür. Vücudun gıdası yemek olduğu gibi kalbin gıdası da ilimdir. İlmi olmayan bir kimsenin kalbi hastadır. Hatta ölmüştür. Ancak insan, dünya sevgisiyle meşgul olduğundan, bunu fark edemez. Bir insan için en büyük kayıp, cehalettir.
Ebu Zer radıyallahu anhtan rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ey Eba Zer! Gidip Allah’ın kitabından bir ayet öğrenmen, senin için yüz rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Amel edilsin veya edilmesin, gidip ilmi bir konuyu öğrenmen ise, senin için bin rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır.” (İbn Mace)
Denilmiştir ki; Yüce Allah’ın, Resulullah Efendimize Taha suresinin 114. ayetinde verdiği şu emri, ilmin şerefine delildir: “De ki: Rabbim, ilmimi artır.” (Taha; 114)
Sebebine gelince; Yüce Allah, Resulullah Efendimiz’e bütün mükemmellikleri verdi; ama hiçbirinin artırılması için bir istekte bulunmasını emretmedi. Sadece, ilmin artırılması için dilekte bulunmasını emretti. (Mecalis-i Ebrar)
İnsan ilim öğrenmeli ama öğrenilen ilim de kağıt üstünde ya da sadece kafada kalmamalıdır. Çünkü ilmin menfaatı bilmekle değil, tatbik etmekledir. Onun tatbikatı insana fayda verir. İlim öğrenilir amel edilmezse menfaat görülmez. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “Ya Rabbi! fayda vermeyen ilimden sana sığınırım” diye dua etmiş, bizim de böyle dua etmemiz ve öğrendiklerimizle amel etmek için gayret göstermemiz lazımdır.
Alimlerin kanı
şehitlerin kanını tartar
Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh, “Âlimler olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurdu.” demiş.
Demek ki insan, ilim öğrenmekle hayvaniyet derecesinden, insaniyet derecesine yükselmektedir. İlmin, Allah için öğrenilmesinde, Allah korkusu vardır. Ancak ilim sayesinde, Allah-u Zülcelal’e itaat edilir.
Hasan radıyallahu anh ise şöyle dedi: “Kıyamet günü, şehitlerin kanı ile, alimlerin mürekkebi tartılacaktır. Alimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından ağır gelir.”
İlim, farz-ı ayın ve farz-ı kifaye olmak üzere iki kısımdır. Farz-ı ayn, müslüman olan herkesin bilmesi gerken ilimdir. Mesela, namazın, orucun, zekatın ve haccın şartlarını tüm müslümanlar bilmelidir. Bu onların üzerine farzdır. İkincisi de farz-ı kifayedir ki ahkamlara tekamül eder ve toplum içinde bir kişinin bilmesi yeterlidir.
Hz. Ömer radıyallahu anhın alimlerin ve ilim sahiplerinin kıymetlerini anlatmak için söylediği şu sözü unutmayalım: “Gecelerini namaz, gündüzlerini oruçla geçiren bin abidin ölümü, helal ve haram ilmini bilen bir alimin ölümünden daha hafiftir.”
Bakın alimler ne kadar kıymetliler. Biz de onların meclislerinde bulunmaya, onlarla beraber olarak, onların ilim ve şereflerinden pay sahibi olmaya çalışalım. İlimleri ile amel eden, Allah’ın zikri ile meşgul olan ve Allah’ın rızasını kazanmak için çaba harcayanlarla beraber bulunmak insanın ahireti için büyük bir ganimettir, bunu da unutmayalım.
Nasıl, her sanatın bir ustası varsa, Allah’ın rızasının kazanılması sanatının ustası da ilmi ile amel eden alimlerdir, ilim sahipleridir.
İbadet de bir sanattır. Bu sanatın ehilleri de kendi amellerinde halis olanlardır. Onların fikirleri, merakları daima kendi Rableridir. Rablerinin rızasından başka hiçbir şey düşünmezler. Ve onlar öyle kimselerdir ki, zahiri vücutları mahlukat ile birlikte olduğu halde, kalpleri daima Allah iledir.
Allah’ın rızasını kazanmak da her müslümana lazım olan bir sanattır. İnsan, bu sanatı vakit varken öğrenmez de ömrünü tüketip, bundan mahrum olarak ahirete giderse perişan olur.
Kalbi ıslah etme
zorunluluğumuz
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de bu konuda, bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah’ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
Kalp toprak gibidir. Toprağın içinde reyhan olduğu zaman o reyhan toprağın üstüne çıktığında güzel kokular saçar. Toprağın içinde zırnık olduğu zaman, o zırnık toprağın üstünde büyüyünce etrafa kötü kokular saçar. Kalp ile azaların durumu da bunun gibidir. Kişi kamil mürşidlerin verdiği görevleri yaparsa, kalbi ıslah olur. Zahiri azalar da kalbe bağlı olduğundan onun zahiri azaları da güzel vasıflarla donanır. Bunun gibi kalp nasıl olursa zahiri azalar da o şekilde olur.
İnsanlar bir hedefe, doğru istikamette gitmekle varabilirler. İstikamet doğru olmazsa bir yere varılamaz. İlmi ile amel eden alimler, kamil mürşidler, Allah’ın rızasının, insanın kendi nefsinin arzusunun üstünde olması gerektiğini beyan etmektedirler.
En büyük düşmanımız olan nefsi öyle besliyoruz ki, aşırı yemek, içmek, uyku ve gezmekle onu azgın bir hale getiriyoruz. Ondan sonra Allah’ın rızası için yapılacak ibadetleri de bize terk ettiriyor. Hiçbir şey yapmayıp, hiç rahatsız olmadığımız halde, sen yoruldun, rahatsızsın, istirahat et, diyerek bizi helake götürüyor.
Dünya ehlinin
ibretlik hali
Zamanımızdaki bir dünya ehlinin şu durumu müthiş bir örnektir: O dünya ehli öldüğü zaman onun oğluna senin baban nasıl zengin oldu diye sormuşlar. O da şöyle cevap vermiş: “Benim babam gece gündüz devamlı ticaretle meşgul olurdu; bütün zamanında hatta yemek yerken bile nasıl daha fazla kâr etsem, nasıl daha fazla zengin olsam diye düşünür, bize de bu şekilde davranmamızı tavsiye ederdi” demiş.
Rabbimizin yanında dünyanın hiçbir değeri olmadığı ve dünya ehlinin hali bu durumda olduğu halde, onlar dünya için bu kadar uğraşıyorlar da bizler neden ahiret için, Allah’ın rızasını kazanmak için çaba sarfetmiyoruz. Bu dünya fanidir, insan ölünce onun dünya hayatı biter. Oysa ahiret hayatı devamlıdır. Öyleyse biz dünya ehlinin dünya için çalıştığından, sıkıntı çektiğinden daha fazla Allah rızası ve ahiretimiz için çalışmalıyız.
Allah-u Zülcelâl kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin. (Âmin)