İlme Adanmış Bir Ömrün Sahibinden Yedi Altın Öğüt
Ahmet Muhtar Büyükçınar kimdir?
Ahmet Muhtar Büyükçınar, 1920 yılında Gaziantep’te doğdu. Merhametsiz ve cimri bir baba ile üvey ana elinde çok sıkıntılı bir çocukluk devri geçirdi. Altı yaşında dokumacı oldu. Yedi yaşında evden kaçmaya başladı. Sığırtmaçlık, bağ bekçiliği, çerçicilik, kebapçılık, aşçılık, baklavacılık, marangozluk, Mersin’de deniz hamallığı ve Adana’da birkaç mevsim ırgatlık yaptı. Derviş dedesiyle tekkelere giderken, dayısı onu kaçak rakı imalatında ve esrar satıcısı olarak çalıştırıyor, içki âlemlerine götürüyordu.
Ailevi sorunlar yüzünden 17 yaşında evden ayrılmaya karar verdi ve hayatının dönüm noktasını yaşadı. Bir gece uzun bir aradan sonra Kur’ân-ı Kerîm’i tekrar eline alarak bütün gece okudu, okudukça ferahlık hissetti. Ancak namaz kılmadığı aklına geldi. Büyükçınar hatıratında o anı şu şekilde tarif etmektedir: “Kur’an okumak için abdest alıyorum da, dinimizin direği olan ve Müslüman olduğumu ispatlayan namazı niçin kılmıyorum? Çocukken Müslümandım da, büyüyünce İslam’dan uzaklaştım mı? On beş yaşımda namaz farz olduğuna ve şimdi on yedinin içinde olduğuma göre bir buçuk senelik namaz borcum birikmiştir. Aman Allah’ım! Ben neden böyle yaptım?”
Bundan sonra kendini İslamı yaşamaya verdi, ilme vakfetti. İlk ilim tahsiline başladığında “Ya ölüm, ya ilim” hayat düsturunu benimseyerek, hayatının bundan sonraki kısmını bu düşünce üzerine inşa etti.
Ahmet Muhtar Büyükçınar Onyedi yaşından sonra gönlünü dolduran Kur’ân aşkı ile her şeyi bırakıp Arapça öğrenmeye ve öğretmeye başladı.
İslâmi ilimleri tahsil edebilmek için elinden gelen gayreti sarfedip, adını duyduğu bütün hocaefendilere gitti. Polis tarafından takip edildi. Hapsolunup hakkında dava açıldı. Nakşibendi tarikatına intisap etti. Halep’e Şam’a kaçak giderek, iki sene okudu. Hayatını dokumacılık yaparak kazandı. 1945’te Türkiye’ye dönüp askerliğini yaptı.
Yirmi sekiz yaşında iken Gaziantep’te Şeyh Camii’ne imtihanla imam tayin olundu. Daha sonra ilmini artırmak için, pasaport alarak yurt dışına gitti ve on iki yıl Kahire’de el-Ezher Üniversitesi’nde okudu. Usulü’d-Din Fakültesi’ni bitirdi (1960). Kahire’de iken, Ezher hocalarının dışındaki âlimlerden de ders aldı. Şeyhü’l-İslâm Mustafa Sabri, Zahid Kevseri ve Yozgatlı İhsan efendilerden istifade etti. Aynı yıllarda, oradaki Türk ve Arap talebelere ders verdiği gibi, ihtisas yıllarında Aynü’ş-Şems Üniversitesi’nde de hocalık yaptı. Mısır’daki İslâmi uyanış hareketlerini takip etti, konferans ve seminerlerine gitti. İhvan hareketi, Nasır ihtilâli ve İngiliz bombardımanı sırasında, Kahire’de, hadiselerin içinde bulunuyordu.
Tahsilini tamamladıktan sonra, Ezher’de hoca olarak kalması veya Arap ülkelerinden birine geniş imkânlarla tayin olunması tekliflerini kabul etmeyerek, İslâmiyetin elli yıldır zulüm ve baskı altında zayıflatıldığı ana yurduna hizmet etmek niyet ve kararı ile 1962 yılında Türkiye’ye döndü. Ezher’deki tahsili sırasında Türkiye’den bir hanımla evlenmişti ve üç çocuğu bulunuyordu. (Sonraki yıllarda iki çocuğu daha dünyaya geldi.) Ezher diploması o yıllarda kabul edilmediği için kendisine bir vazife verilmedi.
İlk hocasına verdiği sözün gereği, her isteyene ders verdiği ve okuttuğu kimselerden ömür boyu para almamayı prensip edindiği için, ailesini, dokumacılık, baklavacılık ve konfeksiyon işi yaparak geçindirmeye çalıştı. İsteyenlere evinde ve temin edebildiği her yerde ders verdi. İmam Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi talebelerine Arapça ve İslami ilimler okuttu, onlar için kurslar açtı, yaz kampları tertipledi. Talebelerini yetiştirmek üzere tercüme faaliyetlerine girişti. Onlarla birlikte, “Divan İlmi Araştırmalar Müessesesi”ni kurdu.
Ahmed Hocanın, 1997 yılında bir dergi ile yaptığı mülakatta dile getirdiği şu hakikat önemlidir; “İnsan bir kainattır, bir memlekettir. İnsanın hükümdarı ruhu, idare merkezi beyni, elemanları bütün organları. O hâlde bir insanın insan-ı kamil olması için idarecisinin mükemmel bir idareci, idare merkezinin de tam çalışması gerekir. Organlar da sağlıklı olacak. Ruh terbiye edilmemiş, nefsi emmare vasfında kalmışsa, kötülük yapar ve onu övünerek anlatır.”
Hoca 1977-1995 yılları arası Gaziantep’te yaptığı imamlık görevi sonrası ikinci defa resmî görevde bulunmuş, 1995 yılında emekli olduktan sonra Yalova Esenköy’deki evinde talebeleriyle birlikte hayatını adamış olduğu İslam davasına hizmette bulunmaya devam etmiştir. Ahmet Muhtar Büyükçınar 93 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Eserleri
Dinimiz ve Hayatımız-Dini Suallere Cevaplar(İst.1982), Mutluluk Yolları(Hayat Kitabı I) (Bilge yay. 1999), Mutlu Bir Aile Yuvası (Hayat Kitabı 2) (Bilge yay. 1999), Görevlerimiz ve Sorumluluklarımız (Hayat Kitabı 3) (Bilge yay. 2000), Hayatın İçindeki İslam I (İnanç Dünyamız) (Bilge yay. 2002), Hayatın İçindeki İslam II (İslam’ın Temel İlkeleri) (Bilge yay. 2002), Hayatın İçindeki İslam III (Ruhi Arınma ve Sosyal İlişkilerimiz) (Bilge yay. 2002) (Not: Bu üç eser, daha önce Bütün Yönleriyle İslam İlmihali isminde yayınlanmıştır.
Talebeleriyle birlikte yaptığı tercümeler
Hadislerle Müslümanlık (İst. 1973, 5 cilt 2200 sh.), Muvatta (İst. 1980, 2 cilt 1400 sh.), Sünenü’n-Nesai (İst. 1981, 8 cilt 1400 sh.), Hadislerle İslam (İst. 1984, 5 cilt, 2785 sh.)
Bu yazının hazırlanmasında dunyabizim.com ve perspektif.eu adlı internet sitelerinden faydalanılmıştır.
Hayatı Bereketli Yaşamak İçin
Yedi Altın Öğüt
Ahmed Muhtar Büyükçınar hocaefendi hayatını ilme adamış bir Allah dostu… Dünya ve ahiret saadetini kazanma yolunda gayret sarfedenlere birer öğüt olarak şu aşağıdaki 7 tavsiyede bulunmuştur. İstifanize sunuyoruz. Allah kendisinden razı olsun.
“Biz Müslümanlar, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin takva yoluyla amel ederek günlük yaşayışımızda (şunlara dikkat etmeliyiz, ki saadet ve huzur dolu bir hayat yaşayalım ve ömrümüzün bereketine nail olalım):
1) Beraberimizdekilere karşı, uyumlu, olumlu, ılımlı, mütevâzi ve sevecen olmalıyız. Dik kafalı, katı yürekli, olumsuz, bencil, kibirli, asık suratlı ve merhametsiz olmamalıyız.
2) Her zaman, her yerde ve her halde Allah ile beraber olmalıyız. O’nu asla gönlümüzden çıkarmamalıyız. O’nu hiç unutmamalıyız. Zaten biz bilsek de bilmesek de, farkında olsak da olmasak da, biz O’nu unutsak bile, O her zaman ve her yerde bizimle beraberdir. Aşağıdaki ayetlerde bu gerçeği Allah bize apaçık bildirmektedir: “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir. O, bütün yaptıklarınızı görür.”(el-Hadid; 4) “Andolsun ki, insanı biz yarattık. Kalbinden ve hayalinden geçenleri biliriz. Biz ona şah damarından (kendi canından) daha yakınız.”(Kaf; 17) “Bilmez misin ki, Allah göklerde ve yerde olan her şeyi ve bütün olup bitenleri bilmektedir. Üç kişi kendi aralarında gizli şeyler konuşurken mutlaka dördüncüsü Allah’tır. Beş kişi iseler, altıncısı Allah’tır. Az olsunlar, çok olsunlar, kaç kişi olurlarsa olsunlar ve nerede olurlarsa olsunlar Allah mutlaka yanlarındadır. Sonra bütün yaptıklarını kıyamet gününde onlara haber verecektir. Çünkü Allah her şeyi bilir.”(Mücadele; 7)
Gıybetten kaçınmalıyız
3) Meclislerde gıybet etmemeliyiz, kimsenin arkasından konuşmamalıyız. Gıybet etmek haram olduğu gibi, dinlemek de haramdır. Hatta gıybet edileni savunmamız dini ve insanî görevimizdir. Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi vesellem: “Kimin yanında bir müslüman kardeşinin aleyhinde konuşulur da onu savunmazsa, Allah onu dünyada ve ahirette rezil kepaze eder” buyurmuştur.
Hiç bir konuda lüzumsuz tartışmaya girişmemeliyiz. Yarar sağlamayan boş laf etmemeliyiz. Kim olursa olsun, insanların görüşlerine saygılı olmalıyız, konuşmalarını dikkatle dinlemeliyiz, bize yarayanlarını almalıyız, yaramayanlarını atmalıyız, kimseyle çekişmemeliyiz.
4) Kötülük yapanlarla karşılaştığımızda, karşılık vererek onların seviyesine inmemeliyiz. Onları dışlamamalıyız. Olumlu ve ılımlı davranışlarımızla güzel örnek olarak onları kötülüklerden kurtarmaya çalışmalıyız. Kötülük yapan birini görünce, kendi kendimize şu muhakemeyi yapmalıyız: “Şayet ben onun bulunduğu ortamda olsam, onun yaşadığı atmosferde yaşasam, belki ben ondan daha kötü olurum. Şayet o benim yaşadığım çevrede yaşasaydı, belki o benden çok daha iyi bir insan olurdu.” Kafamızda bu muhakemeyi yürütüp, halimize ve onun gibi olmadığımıza şükretmeliyiz, ona da -kötülüklerden kurtulması için- dua etmeliyiz. Böyle yaparsak, emin olalım ki, onu kazanırız ve kötülüklerden kurtulmasına vesile oluruz. Peygamberimiz de böyle yapmıyor muydu? Yüce Allah da aşağıdaki ayet mealinde kötülere karşı böyle davranmamızı emrediyor: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde iyilikle önle. Böyle yaparsan, aranızda düşmanlık olan kimse, sana sanki samimi bir dost gibi oluverir.”(Fussilet; 34)
Şunu bilelim ki, kötülüğe kötülüğü her kişi yapar. Ama kötülüğe iyiliği er kişi yapar. O halde, herkese iyilik yaparak erenlerden olalım, kötülük yaparak yerilenlerden olmayalım.
İbadetlerimize özen gösterelim
5)Takvâ yolcularından olarak, -Peygamberimizin yaptığı gibi- ibadetlerimizi özenerek yapalım, -vaktimiz müsaitse biraz da arttıralım. Sıradan birileri gibi olmayalım. Meselâ: Günlük işlerimizi aksatmadan ve gösteriş yapmadan, akşam namazından sonra evvabin, imsaktan önce teheccüt, güneş doğduktan sonra işrak, kuşluk vaktinde (sabah-öğle arası) kuşluk namazı kılalım.6 Şayet kaza namazımız varsa aynı vakitlerde kaza kılarız, o namazları da kılmışcasına sevap kazanırız. Bir taşla iki kuş vurmuş oluruz.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de bizleri nâfile namazlara teşvik ederek: “Nâfile namazlarınıza özenin ki, farz namazlar nâfile namazlarla tamamlanır” buyurmuş, bir hadisinde de: “Nâfile namazlar, mü’minin Rabbine hediyesidir. Her biriniz bu hediyeye özensin ve güzel yapsın” buyurmuştur.(Mekâsıdıl-hasene s:188)
Bir hâdis-i kudside de Allah Teâlâ şöyle buyurur: “…Kulum nâfile ibadetleriyle bana öyle yaklaşır ki, onu severim. Onu sevdiğim zaman, işiten kulağı ben olurum, benimle işitir. (O zaman işittiklerinden ders alır ve meşrû olmayan şeyleri dinlemez.) Gören gözü ben olurum, benimle görür. (O zaman gördüklerinden ibret ve ders alır, bakılması haram olan şeylere bakmaz.) Tutan eli ben olurum. (O zaman eliyle kimseyi incitmez.) Yürüyen ayağı ben olurum. (O zaman kendisini günâha sokacak yerlere gitmez.) Benden istediklerini veririm, bana sığınırsa onu korurum. (Buhârî, ebu Hureyre’den)
6) Bir yandan da yaşamamız için mutlaka gerekli olan dünya işlerimizi hızlandırmalıyız, aile bireylerimizi huzur içinde rahat yaşatmamız ve geliri ile geçinemeyenlere de yardımcı olmamız için helalinden daha çok kazanma yollarını araştırmalıyız. Zaten dört şartla, ailemizi geçindirmek için çalışıp çabalamamız da ibadet sayılır, günahlarımızın affına ve Allah katında derecemizin yükselmesine vesile olur. Dört şart şunlardır:
a-Helâlinden kazanmalıyız, kazancımıza haram karıştırmamalıyız.
b-Biz kazanırken başkalarına zararımız dokunmamalı.
c-Çalışmalarımız ibadetlerimizi engellememeli.
d-Kazancımızın, yani malımızın zekâtını ve sadakasını vermeliyiz.
Bu hususda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurur: “Günahlardan öyleleri vardır ki, onları ne namaz, ne oruç, ne de hac affettirir. Ancak geçindirmekle yükümlü olduğu kimselerin geçimi uğrunda çalışması affettirir.” Başka bir rivayette: “…Ancak alın teri affettirir” buyurmuştur. (Taberânî ve Ebu Nuâym, Hilye’de Ebu Hureyre’den Mekasıdıl-hasene s:128, Hadis no: 254)
Burada belki şöyle bir itiraz hatıra gelir: “Ayet ve hadislerde ibadetlerin, günahları affettireceği bildirilmiştir.” Bu hüküm, yukarıdaki hadisle çatışmaz mı?
Evet; ibâdetler, Allah ile kul arasındaki günahları affettirir. Fakat kul hakkı, ancak hak sahibi hakkını alınca affolunur. Kişinin ailesini geçindirmesi, aile bireylerinin hakkıdır. Bu hakkı yerine getirmesi için aile reisinin çalışıp kazanması gerekir. İşte bu çalışmasının karşılığı bütün günahlarının affolunmasıdır.
7-Her günün sonunda günlük hareket ve çalışmalarımızı kontrol ederek kendimizi hesaba çekmeliyiz: Yapacağımız işlerimizi eksiksiz yaptık mı, yoksa aksattık mı? Eksikleri varsa mümkünse ertesi gün telafi etmeye çalışacağız.
Kimseyi gücendirip kalbini kırdık mı? Böyle bir şey olmuşsa, ertesi gün özür dileyip helalleşmeliyiz. Öbür dünyaya dargın gitmemeliyiz.
İbadetlerimizi ve manevî görevlerimizi tam yaptık mı, yoksa eksikleri var mı? Varsa kaza etmeliyiz, ahirete borçlu gitmemeliyiz. Bu hususta Resûlullah (s.a.) şöyle buyurur: “Kim üstlendiği zikir ve ibadetlerini yapmakta olduğu vakitte yapamaz da, ertesi gün kaza ederse, vaktinde yapmış gibi olur.” (Müslîm)
Gafletle veya boş geçen zamanımız oldu mu? Olduysa, gaflete düşmemeye ve zamanımızı boş geçirmemeye dikkat etmeliyiz… Allah yardımcımız olsun.