İSLAM ALİMLERİNİN İNSANLIĞA HİZMETLERİ
İlmin nihayi gayesi
İlmin menşei, Hak Teala’dır. Bütün ilimler, Cenab-ı Hakk’ın bu kainata koymuş olduğu kaideleri tespitten ibarettir. Mesela tıp ve biyoloji, insan vücuduna; botanik, bitkilere; astronomi, semaya; psikoloji ve pedagoji, insan rûhuna koymuş olduğu kaidelerin tespitinden ibarettir.
Cenab-ı Hakk’ın kuldan istediği ise eserden müessire, sebepten müsebbibe (vücuda getireni), sanattan sanatkara zihnen ve kalben intikal ederek, ilahî azamet ve kudret akışlarında sergilenen ibret ve hikmetleri idrak etmesi ve böylece marifetullah’a ulaşması yani Cenab-ı Hakk’ı kalben tanıyabilmesidir. Hasılı ilmin nihaî gayesi, bilgileri zihne depo etmek değil, bu kainattaki sır, hikmet ve muammaları çözmektir.
Bu dünyaya gelenler niçin geliyor, buradan gidenler nereye gidiyor? Üstümüzde asılı duran gök kubbeyi; dağlarıyla, okyanuslarıyla koskoca yeryüzünü hangi kudret nasıl ve ne için inşa etmiştir? Kimdir ve bundan muradı nedir? İşte esas ilim, bu gibi sorulara gönül alemimizi tatmin edecek cevaplar veren, kula Halık’ını tanıtan ilimdir.
Bu sebeple denilebilir ki, insanı ibret ve hikmete götürmeyen, kainattaki ilahî sanatı temaşa ile mutlak sanatkara ulaştırmayan ilim, gerçek ilim değildir. Nitekim böyle bir ilmi, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, “fayda vermeyen ilim” olarak ifade buyurmuş ve ondan Allah’a sığınmıştır.
İslam dîni, ilk emri olan, “Oku” (el-Alak; 1) hitabıyla, ilme büyük değer verdiğini göstermiş ve mensuplarının, kula Rabbini tanıtan, bu aleme geliş ve bu alemden gidişin hikmetini kavratan, insanı duygu derinliği ve tefekküre sevk eden, maddî-manevî bütün ilimlerde vukûfiyet sahibi olmalarını telkin ve teşvik etmiştir.
Batı sürünürken bizde
ilmin destanları yazılıyordu
Nitekim hristiyan Batı aleminde, ilim adamlarının hunharca katledildiği; hastaların, “Rûhuna şeytan girmiş!” denilerek diri diri yakıldığı o karanlık ortaçağ dönemlerinde, müslümanlar üniversiteler kurmakta ve dünyanın her tarafından gelen talebelere dînî ilimlerin yanısıra, fizik, tıp, matematik, astronomi vb. sahalarda Cenab-ı Hakk’ın kudret ve azametini tefekküre sevk eden bir eğitim vermekteydiler. Yani maddî ilimlerle manevî ilimler birbirine mezcedilerek okutulmaktaydı. Bu vesileyle ilimde büyük bir bereket hasıl oldu.
Bu gelişmenin seyrini göstermesi açısından, Dünya’nın dönüyor olduğu hakikatini İslam alimlerinin eserlerinden ve onlardan 7 asır sonra öğrenerek dile getiren Galileo’nun (1564-1642) durumu, dikkate değer tipik bir misaldir. Zira o, bu gerçeği etrafındakilere söylediğinde kilise çevreleri, İncil’deki bilgilerle çeliştiği için kendisine müthiş bir tepki göstermişti. Hatta onu:
“Ya söylediğinden vazgeçersin, ya da seni öldürürüz!” diyerek tehdîd etmişlerdi. Doğruyu söylediği için ölümle tehdîd edilen Galileo ise, çaresiz bir şekilde: “Dediğiniz gibi olsun” derken, hakkındaki hüküm sebebiyle sadece sessizce, “Siz dönmüyor deseniz de Dünya dönüyor” diye mırıldanmaktan başka bir şey yapamamıştı.
Aleme, İslam
medeniyet kazandırmıştır
İşte, Batı alemi ilmî bakımdan bu aşağı seviyelerde iken, İslam alemi her sahada göz kamaştırıcı bir seviyeye ulaşmıştı. Yetiştirmiş olduğu dev şahsiyetlerle insanlığa huzur ve saadet getiren bir fazîletler medeniyeti inşa etmişlerdi. Zira onlar, ilim ve tekniği bir zulüm vasıtası değil, bilakis bütün insanlık için hakka, hayra ve fazilete hizmet edecek bir vasıfta geliştirmişlerdi. İşte İslam alimlerinin, ilim, teknik ve medeniyetin gelişmesine yapmış olduğu katkılardan birkaçını, ana başlıklar halinde şöyle hülasa edebiliriz:
Tıp ilmine temel oldular
İbn-i Sîna’nın (980/1037) tıbba birçok yenilikler getiren Kanun adlı kitabı, İslam dünyasında olduğu kadar, Avrupa’da da temel kitap olarak kullanılmıştır. Nitekim bu eserin 400 sene Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulması, bunun en büyük delilidir.
İbn-i Sîna gibi, tıp alanında elliden fazla eserin sahibi olan Zekeriya Razî (864/925), cerrahlığı müstakil bir ilim haline getiren büyük operatör Zehravî (936/1013), tecrübeye dayalı cerrahîyi başlatan İbn-i Zühr (1091/1161) ve diğer Müslüman alimlerin eserleri de Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuş, kitaplarına müracaat edilmeden tedaviye cesaret edilememiş ve yüzyıllarca onlardan daha değerli eserler ortaya konulamamıştır.
Yine, “küçük kan dolaşımı”nı Avrupalılardan 300 sene kadar önce İbn-i Nefis (1213/1288) isimli bir müslüman keşfetmiş, İbn-i Sîna’nın Kanun’una yazdığı şerhte bunu teferruatlı bir şekilde anlatmıştır.
Kullanılan İslam Matematiğidir
Sıfırı ilk defa kullanan Harezmî (780-850), “el-Kitabü’l-Muhtasar fî Hisabi’l-Cebri ve’l-Mukābele” (Cebir ve Denklem Hesabı Üzerine Özet Kitap) isimli eseriyle ilk cebir kitabını yazmış ve böylece cebir ilminin temellerini atmıştır.
Matematik alanında Avrupa’ya hocalık yapan müslüman alimlerden biri de Battanî (858-929)’dir. Battanî, Jacques Risler’e göre, trigonometrinin gerçek manada mûcididir.
Müslümanların bu alandaki hizmetlerini Fransız profesör E. F. Gauter şu sözlerle ifade etmektedir: “Yalnız cebiri değil, diğer matematik ilimlerini de, Avrupa kültür çevreleri müslümanlardan almış olduğu gibi, bugünkü Batı matematiği, gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir.”
Astronomiye boyut kazandırdılar
Müslüman alimler, Bağdat, Kahire, Kurtuba, Semerkand, Buhara ve diğer İslam merkezlerinde kurdukları rasathanelerle yerin ölçümü üzerinde de çalışmışlar ve Dünyaʼnın yuvarlak olduğunu keşfetmişlerdir. Bunun yanında yıldızların belli zamanlardaki yerlerini gösteren “zîç”ler, yani hesap cetvelleri yapmışlardır. Mesela Battanî, Güneş yılının uzunluğunu 365 gün, 5 saat, 46 dakika ve 24 saniye olarak hesaplamış, yıldızların birçoğunun yerini tespit etmiştir. Battanî’nin Zij adı verilen eseri üç defa Latince’ye çevrilmiş ve kendisinden 550 sene sonra gelen Polonyalı meşhur astronomi bilgini Nicolaus Copernicus, yazmış olduğu eserinde Battanî’nin söylediklerini tekrar etmekten öteye gidememiştir.
Yine Güneş lekelerinden ilk bahsedenler de müslümanlardır.
Ahmed Ferganî (?/861), Yasin Sûresiʼnin 38. ayetinde haber verildiği üzere Güneşʼin de kendine göre bir hareketinin bulunduğunu, ilim tarihinde ilk defa keşfeden alimdir. Kendi devrine kadar gök cisimlerinin hareketi biliniyordu. Ancak o, Güneşʼin de bir yörüngesinin bulunduğunu ve kendi ekseni etrafında döndüğünü ilk defa keşfetmiştir. Güneşʼin yarıçapının uzunluğunu -yaklaşık da olsa- ilk olarak kendisi hesaplamıştır.
Yine Ferganî; ekliptik meyli, yani Dünyaʼnın merkezinden geçip kuzey ve güney kutuplarını birleştirdiği farz edilen ve günümüzde 23 derece 27 dakika olarak hesaplanmış olan çizgideki eğimi ilk defa tespit etmiş, ayrıca enlemler arasındaki mesafeyi de hesaplamıştır. Astronomi ilmindeki bu müthiş keşifleri sebebiyle Ayʼdaki kraterlerden birine onun ismi verilmiştir.
Sibernetiğin kurucusu
bir İslam alimidir
Ebû’l-‘İz İsmail el-Cezerî (1136/1233), mühendislikte mekanik hareketlerden faydalanmayı anlatan bir kitap yazarak, eseriyle sibernetiğin kurucusu olmuştur.
Ord. Prof. İsmail Hakkı İzmirli, “İslam Mütefekkirleri ile Garb Mütefekkirleri Arasında Mukayese” adlı eserinde, yer çekiminin ispatının Newton’tan önce Razî tarafından yapıldığını söylemektedir.
Atom bombasını ta o
zaman haber vermişler
Kimya denince akla Cabir bin Hayyan (721/815) gelir. Cabir, kurduğu özel laboratuvarında maddelerin atomik yapısını gösteren tespitler yaparak, belirli kütlelerin belirli kütlelerle reaksiyona girdiğini söylemiştir. Atom hakkında söylemiş olduğu şu sözler, ancak asırlar sonra anlaşılabilmiştir: “el-Cüz’ü la yetecezza, yani maddenin bölünemeyen en küçük parçasında (atomda) yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. Atom parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç ortaya çıkar ki bir anda Bağdat’ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allah Teala’nın kudret nişanıdır.”
Doktor olduğu kadar büyük bir kimyager olan Razî de sülfirik asiti ve saf alkolü elde etmiştir. Havan topu, Fatih Sultan Mehmed’in (1432/1481) keşfidir. İlk roketi yapanlar da müslümanlardır.
Coğrafya bir ilimse
müslümanlar sayesindedir
Ekvatorun uzunluğunu, Abbasi Halîfesi Me’mûn (786/833) zamanında Ahmed bin Mûsa (?-878), kardeşleriyle birlikte Sincan’da ve Kûfe’de yaptıkları ölçümler ve hesaplar sonunda, % 2,5’luk bir yanılma ile 39 bin km. olarak hesaplamışlardır.
Coğrafyanın ilim haline gelmesini sağlayanlar da müslümanlardır. Dünyanın pek çok ülkesini köşe-bucak dolaşan Evliya Çelebi (1611/1682), 29 sene hiç durmadan bir kıtadan diğerine yolculuk eden İbn-i Battuta (1304/1369)’nın seyahatnameleri, birer tarih ve coğrafya hazinesidir.
Kristof Kolomb (1446/1506), Amerika’nın varlığını müslümanlardan, özellikle İbni Rüşd’ün kitaplarından öğrendiğini kaydeder. Bîrûnî (973/1048) asırlar önce Amerika’nın varlığından söz etmiş, Pîrî Reis (1465/1554) Kitab-ı Bahriye isimli eserinde, Avrupa’nın haritasını çizmiştir. Ayrıca Pîrî Reis’in Dünya haritası, bugün dahî tarih ilminin çözemediği hadiselerden biridir. Bu haritada “Grönland Adası”, aslına uygun olarak üç parça halinde gösterilmektedir. Halbuki bu, ancak insanoğlunun Ay’a ayak basması ile tespit edilebilmiş bir hakîkattir.
İdrisî (1100/1166), günümüzden 800 küsur sene önce, zamanımızın dünya haritalarına benzer haritalar çizebilmiştir.
Botanik ve Zooloji hatta Fitoterapi
İbn-i Baytar (1190/1248), ortaçağın en büyük botanikçi ve eczacısı olmuş, 1400 civarında bitki ve ilacı anlattığı Kitabü’l-Cami’ fi’l-Edviyyetü’l-Müfrade adlı eseri, 19. yüzyıla kadar Avrupa’da kaynak kitap olarak kullanılmıştır. Yine Kemalettin Demirî (1349/1405), 1069 hayvanı incelediği Hayatü’l-Hayevan isimli kitabıyla zoolojiye büyük bir zenginlik kazandırmıştır. İbn-i Avvamʼın (12. yüzyıl), Kitabü’l-Felaha (Ziraat Kitabı) da, ortaçağ boyunca bütün dünyada sahasının en mûteber eseri olarak kendini kabul ettirmiştir.
Tarih ve Mimarî
Tarih felsefesinin en seçkin sîmalarından olan İbn-i Haldun (1332/1406), sosyoloji ilminin kurucusu olarak anılmakta, Mukaddime’siyle bugün bile ilim dünyasına ışık tutmaktadır.
Mimarî denilince de dünyada ilk akla gelen, muhteşem eserleriyle hala gönüllerde yaşayan Mimar Sinan (1489/1588)ʼdır.
Velhasıl, burada saydıklarımız, muhtelif ilim dallarında mühim hizmetleri bulunan büyük ilim adamlarımızdan sadece birkaçıdır. Bütün bu misallerden sonra şunu çok net olarak ifade edebiliriz ki, bugünkü insanlık, ilim, teknik ve medeniyette ulaştığı seviyeyi, bir bakıma İslam kültür ve medeniyetine borçludur. Bugünkü müslümanlar olarak bize düşense, mazimizdeki iftihar tablolarını sadece okuyup dinlemekle yetinmemektir. Bugün de her sahada İslamʼın ihtişamını sergileyecek yeni iftihar tabloları meydana getirebilmenin gayreti içine girebilmektir.
“(Ya Rabbi!) Ancak Sana kulluk ederiz ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fatiha, 5) ayet-i kerîmesi mûcibince; gayret kuldan, muvaffakıyet Cenab-ı Hak’tandır.