İslami Düşüncenin Yegâneliği
İslâm ve mistik yaşantı
Hemen belirtelim ki, İslâmî yaşayış Batılıların deyimine göre söylersek “Mistik bir tecrübe” değildir. İslâmî yaşayış, kuralları, Kur’an ve Sünnet’le öngörülmüş “fizik”, “maddî”, elle tutulur, gözle görülür bir olaydır.
Hıristiyan batı dünyasında, dinî yaşayış ile mistisizm birbirine çokça karıştırılmış ve bunlar üzerinde ardı arkası kesilmeyen tartışmalar yapılmıştır. Konu böylece bir yanı ile de din ile bilim arasındaki tartışmalara yol vermiştir. Bilim adamları muharref (tahrif edilmiş) İncil’de veya Tevrat’ta söylenenlerin yahut “din adamlarının” iddia ettiği şeylerin aksini belgeleyecek bir buluşla ortaya çıktığı her seferinde, bu, bilimin dine karşı üstünlüğü ve dinin yetersizliği gibi algılanmış ve her yeni buluş, bilimin zaferine bir tescil diye telakki edilmiştir.
İslâm dünyasında ise bilim ile din arasında, Batı’da görüldüğü biçimiyle bir çatışma vuku bulmamıştır. Bulması da zaten muhal olurdu. Ne var ki İslâm dünyası, Batı ile “son karşılaşmasında” bu nitelikte tartışmaların da şahidi olmuştur. Batı’yı İslâm’a aktarmak isteyenler, İslâm dünyasına bu tartışmaları da getirmişlerdir. Hıristiyan Batı dünyasında farklı bir düzlemde geliştirilen bu tür tartışmaların mahiyeti yeterince kavranılmadığından, din ile bilim, daha açıkçası Hıristiyanlık ile bilim arasındaki tartışmalar İslâm ile bilim arasında da vaki imiş gibi algılanmıştır. İslâm dünyasında, halen bu yanlışlığın doğru olduğunu sananların sayısı az değildir.
Batılı deyimlendirmenin “mistik yaşantı” dediği şeyle İslâmî yaşantı arasında, uzaktan yakından bir ilgi yoktur. Müslüman için öngörülen hayat tarzı Kur’ân’da ve Sünnette belirlenmiş ve Müslümanların yaşantıları ile örneklendirilmiştir.
Bir kimsenin eşya ve tabiat üzerinde veya diğer canlılar üzerinde yahut kendi şahsında birtakım olağanüstü tasarruflara sahip olması ve meselâ, akan suları durdurması veya bir çuvaldızın üzerinde oturabilmesi gibi maharetler göstermesi kabilinden olan şeylere Batılılar “mistik yaşantı” diye bakıyorlar. Oysa İslâm’da Müslümanca yaşayış, bir çuvaldızın üzerinde oturmayı sınamak için gerçekleştirilmez. Üstelik bunları yapabilmek için insanın Müslüman olması da gerekmez, yoga yapanlar bu alanda az marifet göstermiyorlar!
Bir İslam büyüğünün dediği gibi, “Bir insanın amelleri şeriata uygun değilse, onu uçarken bile görseniz itibar etmeyiniz.”
İslâm’da marifetlerin en üstünü, ihlas ve takva ile hayatını Sünnet’e uyarlayabilmektedir. Böyle yapmaya gayret eden Müslümansa hayatında bunun dışında bir beklentiye yer vermez olur.
İslâm ve riyazet
İslâm’da Hıristiyanlıktaki anlamıyla “formel” bir riyazet usulü de yoktur. Bildiğimiz kadarıyla, Hıristiyanlıkta riyazet yapanlar yalnızca “ruhban” denilen din adamı sınıfıdır. Bunların katlandıkları riyazet de çoğu kez, helallerin haram kılınması biçiminde tezahür etmektedir. Meselâ, belli bir mezhep salikleri, kendilerini ölünceye kadar evlenmekten menediyorlar. Bazı dünyevî ilişkilerden bütünüyle koparak nefse hâkim olmak adına, nefislerine zulüm edebiliyorlar.
Oysa genel anlamıyla riyazet, İslâmî yaşayışta, ne bir sınıf insanın tekelindedir, ne de helâli haram kılma biçimindedir.
Denebilirse, İslâm’daki riyazet, sünnet üzere yaşayan bir Müslümanın doğal yaşantısıdır. Nefsin heveslerine değil, fakat Sünnet’in icabına göre yaşayan bir Müslüman, belki sürekli bir riyazet üzere bulunur.
Böylece, asıl maksadı nefis hakimiyetinin, nefis kontrolünün eğitimini gerçekleştirmek olan riyazet, Hıristiyanî usulde nefis emniyetine yol açarken, İslam’da asal hedefine ulaşmaktadır. Çünkü Hıristiyanî riyazette, riyazete teşebbüs eden kimse, yaptığı riyazeti kendi nefsinden yapmakta, sonuçta da nefis kırılmamakta, belki kibre düşmektedir. Üstelik riyazet yapan, bu işin sonunda mutlaka somut bir şeyler beklemektedir. Bütün bunlar, nefsin büsbütün azmasına, gururlanmasına sebep olmaktadır.
Oysa Sünnet’e riayetle yaşayan bir Müslüman, böyle yaparken, herhangi bir beklenti içinde bulunmuyor. Sırf Sünnet olduğu için böyle yapıyor. Hatta çoğu kez, sürdürdüğü hayatın riyazet hali olduğunun bile farkına varmadan riyazete riayet ediyor.
Kendini büsbütün yemeden içmeden keserek yaşayan bir Hıristiyan keşişin sürdürdüğü riyazetin, İslâmî riyazete göre daha meşakkatli olduğunu ileri sürenlere, “Açlığa katlanmak mı zordur, yoksa açken büsbütün doymadan sofradan kalkabilmek mi?” sorusunu yöneltmeli. Sünnet üzere yaşayan Müslümanların, hayatları boyunca tıka basa doyarak sofradan kalkmadıkları düşünülürse, buradaki riyazetin sıkılığı daha iyi anlaşılabilir. Yeter ki, tıka basa doymayı reddeden kimse, tababet böyle emrediyor diye değil de rabıta (mutabaat) kastıyla, yani Sünnet böyle olduğu için, böyle yaptığının bilincinde olsun.
İslam ve ruhçuluk/maddecilik
Materyalizmi reddetmek, spiritüalizmden yana çıkmak, insanı zorunlu olarak din vakıasına götürür mü?
Batı zihniyetinin kabul ettiği anlayışa göre, böyle bir soruya “Evet” diye cevap vermek mümkündür. Nitekim geniş anlamıyla spiritüalizmden yana çıkan düşünürler, özellikle Hıristiyanlıktan sonra, “Tanrı”nın varlığını ispat etme kaygısıyla, spiritüalistik (ruhçu) bir mülahaza tarzını benimsemeyi âdet edinmişlerdir.
Materyalizm ve spiritüalizm (maddecilik ve ruhçuluk), belirli birer algılama tarzı olarak Hıristiyanlıktan önce de mevcuttu. Ne var ki, Hıristiyanlıktan sonra spiritüalizm, dinî verilerin doğruluğunu, gerçek olduğunu kanıtlamak için yöntem olarak kullanılmıştır.
Aslına bakılırsa, ilk spiritüalist düşünürler (filozoflar), ilk sebep (yani başka bir sebebin neticesi olmaksızın kendiliğinden mevcut olan sebep) araştırmalarında ulaştıkları spirit (ruh) düşüncesini maddî bir vakıa olarak ele almışlardır. Ruhu, maddi olanın dışında, bağımsız ve tek güç (kudret) olarak onaylayan ilk ruhçu (spiritüalist, idealist) düşünür Eflatun olmuştur. Aslında meselenin kökenine inildiğinde, materyalistlerle spiritüalistlerin ruha yaklaşımları arasında, sanıldığı gibi bir farklılaşma yoktur. O kadar ki, maddecilik olsun, ruhçuluk olsun, hâlâ aralarında sergiledikleri hesapsız fraksiyonlarına bakılmaksızın, birer temel eğilim olarak gözlendiğinde, ruhçulukta veya maddecilikte birleştirilebilirler.
Materyalizmin ilk sebep araştırmaları esnasında “ruh” olgusundan yola çıktığını göz ardı etmeden hadiseye bakmayı başarabilirsek, onun da ruhçu olduğunu söylememiz kolaylaşacaktır. Keza ruhu maddi bir fenomen olarak algılayan ilk düşünürlerin, “ilk sebep” araştırmaları esnasında ona atfettikleri maddi niteliği unutmazsak, bu kez, bugün ruhçu veya idealist diye bilinen düşünürlerin de temelde materyalist olduklarını söylememiz imkân dahiline girer.
Burada hatırlamamız gereken husus, az önce de değindiğimiz gibi, Hıristiyanlıktan sonraki düşünürlerin, dinî düşüncelerini temellendirmek üzere ruhçu veya idealist adı verilen filozofların (Platon, Aristoteles) ilk sebep araştırmaları sırasında yaptıkları spekülasyonlardan bir yöntem olarak yararlanmış olmalarıdır.
Düşünce tarihinde, başlangıçta, idealizm veya materyalizm aynı kaynaktan (din, vahiy) kökenlenmiş olmasına rağmen, Grek düşüncesinde bu telakki tarzı profan (dünyevi) bir nitelik kazanmış ve fakat Hıristiyan düşüncesinde söz konusu telakki tarzından, bu kez dinî amaçlarla yeniden istifade edilmeye çalışılmıştır. Bu sürece, İslâm filozofu diye bilinen düşünürlerin katkısı da unutulmamalıdır.
Hâlihazırda materyalizmin ve spiritüalizmin, aynı gövdeden uzanan, aynı köke bağlı iki dal olduğu hemen hemen unutulmuştur. Böylece spiritüalizmin ya da idealizmin, dindarlara mahsus bir düşünce tarzı olduğu kanısı yerleşmiştir.
Oysa şimdiki profan (dünyevi) kesitiyle, ruhçuluktan hareket ederek dinî düşünceye ulaşılmaz. Genel olarak, ruhçu diye bilinen düşünürlerin hiçbiri de söz konusu spekülasyonlardan kalkarak din düşüncesine ulaşmış değildir. Onlar, zaten taşıdıkları dinî kanaatlerini bu yoldan temellendirmeye ya da pekiştirmeye teşebbüs etmişlerdir (ediyorlar).
Müslümanların her ne için olursa olsun, İslam dışı yöntemlere başvurmaları esasen abes karşılanmalıdır. Çünkü mesele, şimdiki kesitiyle ruhçuluk-maddecilik konusundaki tercihte odaklanmıyor. Mesele, nübüvvet hakikatinin kavranabilmesi noktasında ortaya çıkıyor.