KAPAK / İslam’ın Ana Sütunu “Emr-i Bi’l Ma’ruf, Nehy-i Ani’l Münker”

  • 08 Temmuz 2025
  • 174 kez görüntülendi.
KAPAK / İslam’ın Ana Sütunu “Emr-i Bi’l Ma’ruf, Nehy-i Ani’l Münker”
REKLAM ALANI

KAPAK
İslam’ın Ana Sütunu Emr-i Ma’ruf, Nehy-i Münker
Abdullah Sofuoğlu

Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor ki:
”Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmrân; 104)
Allah-u Zülcelâl Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayet-i kerimede Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme insanları hakka davet etmeyi emretmiştir. Kafirlere yapılan davet, Allah’ın ayetlerini tebliğ etmek suretiyle, müminlere ise iman ettikleri dinin emir ve yasaklarını açıklamak, öğretmek ve hatırlatmak suretiyle yapılır.
Her insan hatırlatmalara ihtiyaç duyar. Çünkü nefis dünyaya dalıp vazifelerini unutur, ihmal eder. İnsi ve cinnî şeytanlar da insanı aldanışa ve dalalete sürükler. Bu sebeple müminlerin de hatırlatmalara ihtiyacı olur. Esasen Kur’ân-ı Kerim de bir hatırlatmadır.
Hatırlatma manasına gelen, zikr, zikrâ, tezkîr, tezkire gibi kelimeler Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayette geçer. Ayet ve hadislerde aynı manada mev‘iza, irşad, nasihat, tebşîr ve inzâr gibi kavramlar da kullanılmaktadır.
Rabbimiz Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme:
“Artık Sen, öğüt verip-hatırlat. (Çünkü) Sen, sadece bir müzekkirsin, (bir öğütçü, hatırlatıcısın.)” (Ğaşiye,21) buyurur.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem peygamberlerin sonuncusu olduğu için o dünyadaki ömrünü tamamladığı zaman artık bir daha nebi ve resul gelmeyecektir. Bu durumda onun vazifesini ümmetinden ehil kişiler yerine getirmelidir.
İşte yukarıdaki ayet-i kerime ile Rabbimiz marufun emredilmesi ve münkerden menedilmesi vazifesini bütün İslâm ümmetine farz kılmıştır. İslâm uleması bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir.
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak hayati öneme sahip bir vazifedir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu hususta şöyle ikazda bulunur:
“Bana hayat bahşeden Allah’a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388).
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bu hadisi şu ayet-i kerimenin tefsiri gibidir:
“Onlar, (İsrailoğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar. Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi.” (Mâide, 79)
Demek ki bir toplumda sâlih ameller ve iyilikler hatırlatılmaz, günah ve kötülükler normal karşılanır hale gelirse o toplumun başına maddi manevi felaketler gelir ve artık duaları kabul olmaz. Bu çok ağır bir ihtardır.
Bu hale düşmemek için mutlaka Allah’ın emirlerini ve güzel ahlakı hatırlatmaya devam etmeliyiz. Peki bunu nasıl yapacağız?
Mümine Nasihat Fayda Verir
Günümüzde insanlar özgürlük adı altında nefislerinin arzularına göre, vazifesiz, amelsiz, başıboş yaşamak istiyorlar. Bu nefsani temayül batıdan gelen liberal değerler ile kışkırtılıyor. Sanki bir insana doğruları öğretmek, hatırlatmak “baskı” gibi görülüyor. Anne babalar kendi evlatlarına bile karışmasın, nasihat etmesin isteniyor. Hemen “Zorlama, baskı yapma, psikolojisi bozulur,” gibi sözlerle nasihat edenler suçlu durumuna düşürülüyor.
Öncelikle şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, nefisler nasihatten hoşlanmaz ama hoşlanmıyor diye nasihat terkedilecek değildir. Rabbimiz Kur’an kıssalarında geçmiş kavimlerin de nasihatten hoşlanmadıklarını haber veriyor:
“Artık, Salih onlardan yüz çevirdi ve “Andolsun, ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size nasihatta bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz” dedi.” (Araf, 79)
İnsanlar ne kadar cahil ise nasihatin kıymetini bilmekten de o kadar mahrumdurlar. Nasıl ki mücevherlerin değerini ancak kuyumcular takdir edebilir, insanı yüksek derecelere ulaştıracak ikazların kıymetini de ancak kendini yetiştirmeye gayretli olanlar bilir.
Hatta birçok kavimlerin nasihat etmekten vaz geçmedikleri için peygamberlerini yurtlarından sürüp çıkarmak istedikleri veya iman edenleri öldürmeye kalktıkları bildirilir. Elbette bu durumda Allah-u Zülcelâl onları helak ederek Resullerini ve müminleri kurtarmıştır.
Nasihati sevmemek kafirlerin ahlakıdır. Ama Rabbimiz nasihatin müminlere fayda vereceğini haber verir:
Allah-u Zülcelâl Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme:
“Sen öğüt ver, çünkü gerçekten öğüt mü’minlere fayda verir.” (Zariyat, 55) buyurmuştur.
Bu ayet-i kerimelerin manası üzerinde düşünürsek görürüz ki, nasihat sevmemek helak edilmeyi hak etmiş azgın kafirlerin sıfatı, öğütten az çok fayda görmek ise müminlerin sıfatıdır. Öyleyse düşünelim, bizim ailemiz, çocuklarımız, yakınlarımız ve çevremizdekiler bunlardan hangisi?
Elbette biz onların mümin olduğuna kanaat getiriyoruz. Öyleyse hiçbir zaman nasihat etmekten vaz geçmeyeceğiz. Ancak nasihat etmenin inceliklerine dikkat edeceğiz.
Nasihat Nasıl Olmalı?
Emr-i maruf nehy-i münker vazifesi, bütün dini emir ve hükümleri kapsadığı için birçok farklı şekilde yapılır. Bunlardan bazılarını ancak toplum idarecileri yapabilir. Mesela had cezalarını tatbik ederek kötülükleri engellemek gibi vazifeleri ancak ümera yani kanunları uygulayan idareler yapabilir. Bunları sivil şahıslar yerine getirmeye kalkışmaz. Ancak sivil şahısların da yapabileceği birçok şey vardır.
Her şeyden önce Allah’ın emir ve yasaklarına iman etmek, önem vermek, elden geldiği kadar uyup, güzel örnek olmak bir emr-i maruftur. Bilhassa kişinin kendi ailesine, yakın çevresine yapacağı irşad ve nasihatin büyük çoğunluğu güzel örnek olmakla mümkündür. Zaten kendisi iyi örnek olmayan kişinin sözleri etkili olmaz. Rabbimiz:
“Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız işleri başkalarına söylüyorsunuz” (Saf, 2) buyurarak bu hususta bizleri uyarmıştır.
Bir mümin içinde bulunduğu bütün ortamlarda iyiliğin temsilcisi olmalıdır. Hal hareket ve davranışlarıyla iyiliği hayata geçirmeli, iyiliği hatırlatmalıdır. İnsanlarla ülfet etmeli, ilgilenmeli, iyiliğini, ikramını esirgememelidir. Hatta maruf kelimesinin bir manası da ikramdır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin:
“Size ma‘rûf getirene karşılık veriniz” (Nesâî, “Edeb”, 108, “Zekât”, 72; Müsned, II, 68) meâlindeki hadisinde ma‘rûf “ikram” mânasına gelmektedir.
Bir insan eliyle ikramlı, diliyle yumuşak lisanlı, yüzüyle mütebessim olursa onun nasihatinden kimse rahatsızlık duymaz. Çünkü bu insan her haliyle mütevazıdır, yumuşak kalplidir ve insanların iyiliğini isteyen biridir. İnsanlara, onları küçük gördüğü için öğüt veriyor değildir, aksine sevdiği ve daha iyi olmalarını istediği için hatırlatmalarda bulunuyordur. Hatta hatırlatmalarını yaparken kullandığı lisan, “Hepimiz böyle yapmalıyız,” şeklinde umumidir ve kendisini de işin içine katmaktadır. İşte bu lisan ile hitap eden birinin hatırlatmalarında üstünlük edası olmaz, kimseyi incitmez.
İkaz ve irşad için söylenen sözlerin nasıl olması gerektiği hususunda İslam alimleri bazı ölçüler ortaya koymuşlardır. Bazı alimler, nasihatin başlangıçta gizli ve dolaylı ifadelerle yapılmasının uygun olacağını belirtir. Özellikle de muhatabı hedef alan, eleştiren, kınayan ifadeler yerine herkese hitap eden umumi nasihatlar daha güzeldir. Mesela bir gence “Bütün gün internette vakit harcıyorsun. Hiçbir hayırlı iş yaptığın yok” demek yerine, “Zaman çok kıymetlidir. Hele gençlik çağı bir kere ele geçer. Gençlikte yapılan amellerin sevabı ve faydası çok daha fazladır,” diye nasihat edilmesi daha doğru olur.
Nasihatlerde benzetmeler, şimdiki tabirle metaforlar kullanılabilir. Fakat muhatap kapalı ve dolaylı ifadelerden anlayacak seviyeye sahip değilse daha uygun ifadeler kullanmak gerekir. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem herkese kendi seviyesine uygun bir üslupla öğüt verirdi. Nitekim şöyle buyurmuştur:
“Ben insanlara akılları derecesinde konuşmakla emrolundum.” (Buhârî, İlim, 49)
İslâm ahlâkçıları, “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” meâlindeki hadisi de (Müsned, IV, 118, 119; Buhârî, “Edeb”, 80) göz önüne alarak nasihat ederken Allah’ın rahmetini ve cenneti müjdeleyerek, güzel sözler söylemenin önemine dikkat çekmişlerdir.
Alimler şöyle demiştir: bir konuda bir kere nasihatte bulunmak farzdır, ikincisi uyarıdır, üçüncüsü bıktırma anlamına gelir. Bir kişiyi öfkeye, nefrete, karşı gelmeye ve inkara kadar sürükleyecek şekilde üstüne gitmek doğru değildir. Her insanın hidayeti Allah’ın elindedir. Kişinin kalbini hidayete açarsa kendi içinden gelerek kabul edecektir.
Bir de nasihatçi kişi “Bak, benim sözümü dinlemedi, kabul etmedi,” diye öfkelenmemelidir. Çünkü bu onun sözü değil, Allah’ın emridir. O ikaz ve nasihatler yaparak sadece Allah’ın emrini yerine getirmiştir. Sonuç Allah’a aittir.
Allah-u Zülcelâl birçok ayet-i kerimede Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme:
“Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin. ” (Gaşiye, 21-22) buyurmuştur.
Tebliğ ve irşadda bulunurken muhatabın kendi iç âleminde düşünüp taşınıp, kararını vermesi veya iradesini kullanıp azmetmesi için biraz zaman tanımalıdır. Bir kişiye öğüt verildiği zaman nefsi o öğüdü hemen dinlememek için biraz direnir. Kişinin kendi aklını kullanarak bu öğüdün haklılığını görmesi ve kendi kararını vermesi için biraz zamana ihtiyacı vardır.
Bunun yanında öğütler asla kırıcı veya alınganlığa sevk edici olmamalıdır. Bir kişiyi ikaz edeceğim derken rencide edip nefretini celb etmek belki de onu büsbütün kaybetmeye sebep olabilir. Bu sebeple ikazlarda dolaylı bir üslup kullanmak uygun olabilir. Mesela bir kişiye,
“Niye böyle giyiniyorsun?” demek yerine doğru giyim tarzı nedir, onu tarif etmek faydalı olur. Müminlerin aralarının bozulmaması için öğüt verirken üsluba çok dikkat etmek gerekir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem cahiliyye toplumunu eğitip sahabeyi yetiştirdi. Birçok yanlışı ikaz edip düzeltti. Ama eğer muhatabı ikazlardan alınacak, nefret besleyecek biriyse hatasını yüzüne vurur gibi bir eleştiride bulunmaz, isim vermeden; “Bir kısım insanlara ne oluyor ki, şöyle şöyle yapıyorlar,” ( Müslim, Fedâil 35; Ebû Dâvûd, Edep 6) diyerek o işin yanlışlığını ortaya koyardı.
Allah Resulü aleyhisselatu vesselam son derece yumuşak bir eğiticiydi. Kur’an-ı Kerim’de Peygamber efendimizin yumuşaklığı hususunda şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’ın rahmeti ile onlara karşı yumuşak davrandın. Şayet kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç kuşkusuz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet, bağışlanmaları için mağfiret dile…” (Âl-i İmran; 159)
Bir kısım insanlar ince anlayışlıdır, öğüdün kıymetini anlar. Bir kısmı ise fani dünyadaki nefsanî başıboşluğuna bakıp aldanır, yarın hesap sorulacağını düşünmez. Onu böyle bıraksınlar, ikaz etmesinler ister. Bu sebeple cahil insanların öfkesini kışkırtmamaya, nasihatlerde muhatabın seviyesine uygun şekilde tedrici davranmaya dikkat etmelidir.
Tedricilik, Allah’ın emirlerine önem sırasına göre yavaş yavaş alıştırmak demektir. Peygamber aleyhisselatu vesselam İslam’a davet ettiği kabilelere ilk önce imanı, beş vakit namazı ve zekatı emretmiştir. Ama sahabesinden yüksek derecelere çıkacağını ümit ettiği kişilere “Keşke gece namazı kılsa,” diye tavsiyede bulunmuştur.
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hayatına baktığımız zaman birçok kişinin gelip “Ya Rasulallah bana öğüt ver,” dediğini görüyoruz. Allah Resulü aleyhisselatu vesselam bu kişilere, onlara en çok fayda verecek konularda nasihatler vermiştir. Mesela bir sahabe, “Ya Rasulallah, bana bir şey öğret, uzun olmasın, aklımda tutabileyim” dediği zaman ona tek kelime ile “Öfkelenme, ” (Buhârî, Edeb 76;) buyurmuştur. Bu sahabeye en gerekli öğüt bu olsa gerektir.
Ashab-ı kiram da, daima birbirlerinden öğüt istemiş, hatalarını bildirmesini talep etmiştir. Hem de bu hususta hiç kimseyi küçük görmemişler, herkesten bir şeyler öğrenmeye gayret etmişlerdir.
Müminler, birbirlerine böyle samimi dostluk bağı kurdukları zaman, içerinden biri nefsine mağlup olsa da onu şeytana teslim etmezler, hemen elinden tutup ayağa kaldırırlar. Nitekim ashab-ı kiram içlerinden biri günah veya kabahat işlese ona sırt çevirmez, onun yeniden doğru yola dönmesi için elden geldiği kadar gayret ederlerdi.
Müslümanlar Organize Olmalı
Emr-i marufun bir manası da kişinin sorumlu olduğu ailesi ve yakınlarının haliyle ilgilenmesini ifade eder. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam “Müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğunu” hatırlatır.
Bir aile reisi, ailesindeki her bir kişinin durumundan haberdar olmalıdır. İhtiyaçlarını helal dairesinde gidermeli, haram yollardan temine muhtaç bırakmamalıdır. Bir yandan da nasıl bir çevre ile etkileşim halinde olduğunu takip etmeli, kötü tesirlerden muhafaza etmelidir. Günümüzde ne yazık ki bu çok zorlaşmıştır. Müslümanların elbirliği ile bu konularda çözüm bulmaları gerekmektedir.
Aslında emr-i maruf ve nehy-i münker sadece kuru sözle yapılmaz. İslami hükümlerin fert ve toplum hayatına hâkim kılınması; dini zayıflatacak fitne ve kötülüklerin önlenmesi yolunda her türlü gayretler bu kapsama girer.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin meşhur hadis-i şerifi de buna işaret eder:
“Kim bir kötülük görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle onu önlesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle kötülüğe öfke duysun; bu ise imanın en zayıf derecesidir” (Müslim, “Îmân”, 78; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 232)
Bu hadis-i şerif İslâm’ın emir ve yasaklarına zıt bir dünya görüşünün hakim hale gelmesine engel olmak için fiilî bir şekilde tedbirler almayı emretmektedir. Bu emri bilhassa toplumda ve cemiyetlerde idareci durumunda olanlar fiili şekilde hayata geçirirler. Onların idaresi altında olanların her biri de bu çalışmalara destek olmakla mükelleftir. Mesela bir cemiyette İslam’ın öğrenilmesini, hayata geçirilmesini, müslümanların cemaatler oluşturmasını destekleyen ve himaye eden idareciler varsa onların desteklenmesi gerekir. Onların sağladığı bu himaye altında herkes kendi üzerine düşeni yapmalıdır.
Alimler bu hadis-i şerifi açıklarken, “eliyle engel olmak idarecilerin, diliyle engel olmak ise ilim sahiplerinin vazifesidir.” Derler. Ancak kalbiyle bunlara iştirak etmek için de mutlaka bu idarecilere ve alimlere elden geldiği kadar destek olmak gerekir. Yoksa kalpteki duygunun samimiyeti ispat edilmiş olmaz.
Müminler mutlaka toplumda siyasi, fikri, ictimai olarak organize olmalı, Allah’ın dinini hakim kılmak için gayret halinde bulunmalıdır. Eğer müminler güçlü bir grup halinde olmazlarsa giderek ma’ruflar engellenir, münkerler normalleşir, yaşam tarzı haline gelir. İnsi ve cinnî şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, insanlara Allah’ın emir ve yasaklarını sevimsiz gösterirler. Buna işaretle Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler. Kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve ellerini de sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular Allah da onları unuttu. Şüphesiz münafıklar fasıktırlar.” (Tevbe, 67)
Demek ki bir toplumda ya müminler veya münafık ve fasıklar hakim hale gelip, genç nesiller üzerinde etkili olmaktadır. Bu durumda müminler mutlaka çalışmalı, gayretli olmalıdır.

REKLAM ALANI
REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ