Kötü Alışkanlıklar İnsanı Mutlu Etmez!
EROL GÖKA KİMDİR?
Erol Göka, 1959 yılında Denizli’de doğmuştur. 1983’te “Tıp Doktoru” olarak mezun olmuş, 1989 yılında “Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı” olmuştur. 1992 yılında Doçent, 1998’de Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi, 2010 yılı başında Konya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim dalına Profesör olarak atanmıştır.
1991 yılında, altı yıl süren eğitim faaliyetini tamamlayarak Uberlingen Moreno Enstitüsü’nün onayladığı “Psikodrama Asistanı” belgesini almaya hak kazanmış, “Psikodrama Terapisti” olmak için gerekli olan teorik ve uygulamaya dönük çalışmaları yerine getirmiştir.
2009 yılında, meslektaşı Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, TRT Ankara Radyosunda gece programı yaptı. 2005 yılından beri, her hafta Cuma geceleri, TRT-1’de yayınlanan “Konuşuyorum” adlı programın sunucularından biridir.
Mesleki alanda yayınlanmış pek çok kitabı ile insanların hayatı daha verimli yaşamalarına katkı sağlamaya çalışmaktadır. Kitapları arasında öne çıkanları “Ölme – Ölümün ve Geride Kalanların Psikolojisi”, “Felsefe ile Psikiyatri”, “Hayatın İçinde Psikiyatri”, “Varoluşun Psikiyatrisi”dir. Psikiyatri uygulamalarının deneyimi ve felsefi ilgilerinin sonucu olarak ortaya çıkan görüşlerini “Hayata ve Aşka”, “Kadınlar, Erkekler, Âşıklar”, “Ölme” kitaplarında toplamıştır.
“Türk Grup Davranışı” kitabı nedeniyle Göka, Türkiye Yazarlar Birliği “2006 yılı Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülmüştür.
Yayınlanmış diğer kitaplarının adları şunlardır: “Aşk her şeyi affederse, geçimsizler, “Gerçek, insanın yüzünde yazar mı?”, Psikiyatri ve felsefe, Hayatın içinde psikiyatri, Varoluşun psikiyatrisi, Hayata ve aşka, Veda (ölümün ve geride kalanların psikolojisi), Türklerde liderlik ve fanatizm, Türklerin psikolojisi, “Çocuğunuz zorbalık kurbanı mı?”, Geçimsiziz vesselam, Liderlik ve dersim sınavı, Sarkozy tipik bir geçimsiz, Ne Venüslü ne Marslı, hepimiz Dünyalıyız.”
Haz merkezli yaşıyoruz
İbrahim Arpacı: Kıymetli Erol Hocam, psikolojiye göre insan vücudu neden değerlidir?
Erol Göka: Vücudumuzun, hem ruhumuzun (bilincimizin, psikolojimizin) taşıyıcısı olmaktan gelen bir değeri var hem de dünya hayatımızda bize duyularla, haz ve acılarla eşlik ederek öğretmenlik yapmasından dolayı bizatihi değerli… Modern zamanlarda biz, birincisini ihmal edip daha çok bu ikincisine odaklandık; haz ve elem prensibine göre yönleniyoruz. Sonuçlarına bakmaksızın hep hazza doğru koşuyor, en küçük acıyı dahi yaşamak istemiyoruz.
Kişinin kendi bedenini koruması ile o kişinin ruh hali arasında bir bağlantı var mıdır?
Bedenimizi ruhumuzun yuvası olarak değil de yalnızca haz kaynağı olarak görüp korursak, bu pek de hayra alamet bir ruh hali değildir. Sadece acı çekmeyelim ve bize daha çok haz versin diye gördüğümüz beden, tüm sevgimizi, enerjimizi yatırdığımız bir banka gibidir. Kendine çakılı, sadece kendisini düşünür ve hep başkalarından alkış isteyen pozisyonda olan bu bedenin sahiplerine narsist (özsever) diyoruz. Bu kendine hayranlık; bedenini inanılmaz tarzda önemseme ya da sürekli yiyecek veya keyif verici madde ya da yaşama tarzı peşinde koşma gibi garabetlere sebep olabilir.
Kötü alışkanlık insanı mutlu etmez!
“İnsan dünyaya bir defa gelir, bir daha gelmeyecektir! Öyleyse zevk almana bak” diyerek insanların haz merkezli bir hayata davet edildiklerine şahitlik ediyoruz. Uyuşturucuya müptela olan gençlerin daha çok huzur ve mutluluk arayışlarının bir neticesi olarak bu tür bağımlılıklar kazandıklarını okuyor, dinliyoruz. Bu anlayış ne kadar doğrudur, gerçekten de böyle midir?
Bakın aynı yere geldik, bu noktada bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Sanki maneviyatının derdine düşmüş, ahiretini kurtarmaya çalışan ya da dünya hayatını ruhsal bir denge ve sağlıklılık içinde sürdürmek isteyen insanlar hiç zevk almazlar; oysa alkol ve madde kullananlar zevk ve sefa içinde yüzerlermiş gibi bir anlayış var. Bunun doğru bir anlayış olmadığını hem biz hem de bunlara bağımlı olan insanlar çok iyi biliyorlar.
Alkol ve uyuşturucuyla gerçekten mücadele etmek istiyorsak öncelikle bu hatalı anlayışımızı ortadan kaldırmak zorundayız. Alkol ve uyuşturucuyu insanlar kafa bulmak, zevk almak için kullanırlar bu doğru ama bu maddeler tek başlarına zevk vermedikleri gibi sadece insanın sağlıklı ruhsal işleyişine set çekerler, dikkat ve konsantrasyonunu dağıtırlar, doğru değerlendirme yapmasının önüne geçerler. Bu ise mutluluk değildir! Sızma şeklinde sağladıkları uyku, gerçek, kaliteli bir uyku değildir. Bir de “akşamdan kalmalık” dediğimiz ertesi günün zehir olması hali var ki, herkes bilir…
Alkol ve uyuşturucu, hakiki zevk sağlayıcıları değildir ama insan zevk alacağım diye bunların müptelası olduğunda, kişi, sağlıklı günlük hayattan tamamen kopar ve giderek fiziksel sağlığını da yitirir.
“Sevmek ve çalışmak”
Siz bir Psikiyatrist ve bir İnsanbilimci olarak kişinin huzurlu bir hayat geçirebilmesinde nelerin önemli olduğunu düşünürsünüz?
Psikolojik bilimlerle ilgilenenler, sağlıklı bir ruhsal yaşam için iki şartın “Sevmek ve çalışmak” olduğunu söylerler. Biraz uzun olacak ama bense şöyle düşünüyorum: “Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan” yaşama sorumluluğunu üstlenebilen; yaşama korkusunu yenmiş, hayatla baş edebilen kimsedir. “Olma cesareti”, kesinlikle biraz da olmama riskini göze alabilmekle kazanılır. Ancak yalnızlığımızı gerçekten kabul ettiğimizde, başkalarıyla daha yakın ilişkiler kurabiliriz. İnsan, şu hayattaki anlamsızlıkların üstüne giderse hayat sahiden anlam kazanır. İnsan sınırlılıklarını ve zorunluluklarını açıkça anlayıp, kendisine itiraf ettiği zamandır ki, özgürlük duygusu imkân dâhiline girer.
Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan, yaşama sanatını becerebilen kimsedir. Yaşamak, olsa olsa bir sanattır; her sanatta olduğu gibi sanatçılık ancak pratik deneyimle kazanılır; sanatın sırlarına, kendine özgü stile ancak birçok denemeden sonra ulaşılır; yıllar alan çabalardan sonra ustalaşılır. Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan, varoluşsal bunaltıyla yaşayabilen kimsedir. Çoğu insan, varoluşsal bunaltıyı yok edebileceğini düşünür, bunun için olmadık yollara başvurur sanki hayat somut, değişmez, kontrol edilebilir bir şeymiş gibi davranır. Oysa tam tersidir; hayat üzerinde tam bir denetim asla sağlanamaz, ölümden kaçılamaz, belirsizlik ortadan kaldırılamaz.
Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan, otantik (hasbi) bir yaşama yolunu seçebilen kimsedir. Otantik yaşam, çoğu kere yanlışlıkla, dilediğince haz almak için yaşamak sanılır. Oysa o, hayat karşısında bozguna uğramışken bile kendisi olabilme halidir. Hiçbirimizin elinde mutluluğa giden kapıları açacak bir maymuncuk yoktur; insan, yaşamın türlü çeşit kapılarını açmayı kendisi öğrenmek zorundadır.
Kötülüklerin önlenmesinde ailenin rolü
İnsan neden kendisine zarar verdiğini bildiği şeyi yapmak ya da kullanmak ister; buna tek açıklama olarak alışkanlık dememiz yeterli olur mu?
Hımm… Bu gerçekten de zor bir soru… İnsanda başkasını ve kendisini yıkıcılığın kökenleri üzerine birçok görüş öne sürülüyor ama modern psikiyatrinin en başarısız olduğu konulardan bir tanesi de intiharın önlenmesi meselesidir. Yıkıcılığın kökenlerini tam olarak bilmiyoruz ama alkol, madde, kumar gibi alışkanlıklara niye duçar olduğumuz konusunda epey bilgiye sahibiz.
Genetik faktörlerin payını, alışkanlıklarda akılda tutmalıyız lakin araştırmalarda sebep olarak karşımıza, hep yetiştiğimiz aile şartlarındaki menfilikler çıkıyor. Menfilik deyince sadece ebeveyn yokluğu, yoksulluk, yaşanılan travmalar gelmesin aklınıza. Ahlaki ve vicdani gelişim için, sağlıklı insan ilişkileri için yeterince iyi modellere sahip bir çevrede büyümemeyi de hesaba katın…
Kişinin kötü alışkanlıklara müptela olmasının ya da bundan korunması noktasında ailenin rolü sizce nedir ve ne olmalıdır?
Kişiliğimizin, hayatımızın ilk yıllarında, aile ortamı içinde oluştuğu neredeyse kesinleşmiş bir bilimsel bilgidir. Bu bilgi yetiştiğimiz aile ortamının önemini göstermek açısından yeter de artar bile…
Peki, genelde hangi yaşlar arasında kötü alışkanlıkların edinimi daha yoğundur ikinci bir soru olarak Türkiye’deki genç neslin, kötü alışkanlıklar noktasında yeterince bilinçli olduklarını düşünüyor musunuz?
Sağlıklı bir aile ortamında kişiliği gelişmiş insanların, daha sonraki yıllarda kötü alışkanlıklara düşmesi pek ender görülen bir durumdur. Sizin kötü alışkanlıklar derken kastettiğiniz davranış şekilleriyle, çoğu zaman ailemizden ilk ayrışma yıllarımızda, ergenliğimizde karşılaşır, onlardan etkilenir ve göstermeye başlarız… Gençlerimiz son zamanlara kadar geleneksel yaşam tarzının ve yakın ilişkiler ağının güvencesi altındaydılar ancak modern kent hayatı ve tüketim kültürü yaygınlaştıkça bu korunaklarımızı kaybetmeye başladık. Şimdi gençlerimiz büyük bir risk altında…
Tarikatlerin rolü
Bir önceki soruya paralel olarak, toplumu zararları alışkanlıklardan uzak tutma anlamında devletin, sivil toplum örgütlerinin ya da dini cemaatlerin işlevleri noktasında yeterince aktif olduklarını düşünüyor musunuz veya tüm bu saydığımız kuruluş ve oluşumlar, böyle toplumsal bir sorunun çözümünde ne derece, ne yaparak yeterli olabilirler?
İşte, sorulmasını istediğim soru tam da buydu. Maalesef Osmanlı’daki eğitim ve ahlaki olgunlaşmanın merkezi durumundaki dini cemaatleri, Cumhuriyet ile birlikte kötülüğün kaynağı olarak gördük ve insanın maneviyatını, maneviyatta dinin rolünü tamamen unutan bir eğitim politikası uyguladık. İnanılmaz yasaklar ve baskılar altında dini geleneği sürdürmeye çalışan insanlar, kendilerini topluma adayacak imkânlara sahip olamadılar, kendilerini koruyabilmek için pek tabii olarak siyasetle olması gerekenden daha fazla ilgilendiler.
Oysa cemaat ve tarikatların manevi şemsiyeler olarak desteklenmeleri, onların da özgürce toplumun manevi gelişimi için hizmet etmeleri ve yoksulluğa, maddi ve ahlaki sefalete karşı sosyal sermayemizi güçlendirici faaliyetlerde bulunmaları gerekiyordu. Şimdilerde birer birer yaptığımız hataları görüyor ve düzeltmeye çalışıyoruz.
Psikolojik bazı problemler nedeniyle size gelen hastalarınıza ilaçların dışında, özel bir terapi uyguladıklarınız oluyor mu?
Bugünkü bilgilerimize göre psikiyatrik hastalık olarak sınıflandırdığımız rahatsızlıkların büyük çoğunluğunda beynin yapısında ve işleyişinde de bozulmalar olduğunu görüyoruz. Sanılanın aksine bırakın şizofreniyi depresyon, endişe, obsesyon gibi hastalıkların çoğunda beyin biyokimyası bozuluyor, nasıl şeker hastalığında insüline ihtiyaç varsa bu rahatsızlıklar da ilaca ihtiyaç duyuluyor. Ama bu demek değil ki, ilaç her şeydir ya da tek tedavidir.
Bütün araştırmalar, psikiyatrik rahatsızlıkların ilacın yanı sıra, ailenin ve çevrenin eğitimi de dâhil olmak üzere, psikoterapi dediğimiz girişimleri tedaviye eklenmesi halinde daha iyi olduklarını gösteriyor.