Kur’ân-ı Kerim’de Nefsin Mertebeleri
HİKMET PINARI
Hayrünnisa Hanım
Kur’ân-ı Kerim’de Nefis
Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde nefsin çeşitli hal ve hususiyetlerinden bahsedilir. Bu hususlar, nefsin ne olduğunu açıkça ifade etmese de birtakım ipuçları vermesi bakımından önemlidir. Nitekim tasavvuf alimleri tarafından nefse dair yapılan izahlarda bu ipuçlarından faydalanılmıştır.
Nefis sözlükte “ruh, can, hayat, kişi, hevâ ve heves, kan, beden, bedenden kaynaklanan süflî arzular” gibi mânalara gelir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nfs” maddesi.) Tasavvuf alimleri Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şerif kaynaklarından aldıkları bilgilerle nefsin, tezkiye ve terbiye ile Allah’ın hitabına layık bir hale ulaşabilecek latif bir cevher olduğunu bildirmişlerdir.
Nefs-i Emmare
Nefsin ilk mertebesi ‘’Nefs-i Emmâre’’ dir. İnsana daima kötülüğü emreden nefistir. Allah muhafaza etsin. O nefis ya kafirlerin nefsidir yahut da büyük günahları, Allah’ın haram kıldığı, hoşnut olmadığı her şeyi yapan müslümanın nefsidir. Bu müslüman nefsi ona ne emrederse onu yapar ve yaptığı kötülüğün ciddiyetini bilmez bir mahiyettedir.
Allah-u Zülcelal Yusuf suresi 53. ayeti kerimede nefsi emmareye değinirken şöyle buyurmuştur:
إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ
“O nefis ki sürekli kötülüğü emreder.”
Bu ayette Allah-u Zülcelal nefs-i emmareye işaret ediyor. Bu nefis sürekli kötü haldedir. Böyle bir nefis eğer tevbe etmezse müslüman bir memlekette doğup büyümüş olsa dahi, Allah muhafaza etsin, son nefeste imansız ölebilir. Bu sebeple nefsi tezkiye ve terbiye etmek lazımdır.
Nefs-i Levvame
Bundan sonraki nefis mertebesi “Nefs-i Levvâme” dir. Bu, kendine levm eden nefistir. Levm kendini kınamak demektir. Bu nefis günahın haramın ciddiyetini biliyor ama tam olarak kendini ondan sakındıramıyor. Bu sebeple sürekli nefsine levm halindedir: “Bunu yapmayacaktın yazıklar olsun sana. Sen bunun haram olduğunu, bundan Allah’ın razı olmadığını biliyordun,” diyerek sürekli nefsini kınama halindedir.
وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
“Kendisini levm eden nefse yemîn ederim ki.” (Kıyâme; 2)
Burada levm olan nefis haramı ve helali biliyor, emmaredeki gibi değil, her şeyin farkında ama kendini onlardan alıkoyamıyor. Nefs-i emmare gibi bu da tehlikeli, insanın sonucunun ne olacağı belli olmayan bir nefis makamıdır. İnsan tevbe ederek bu nefis makamından kurtulabilir.
Nefs-i Mülhime
Sonra “Nefs-i Mülhime” geliyor. Bu, kendisine ilham olunmuş nefistir. Bundan kasıt, kendisine iyilik de kötülük de ilham olunmuştur ama hangisini tercih edeceği kişinin kendi cüz’i iradesine, nefsine kalmıştır.
Bu nefis mertebesinden Şems suresinin 7 ve 8.ayet-i kerimelerinde şöyle bahsedilir:
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙ?
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙ?
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙ?
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاؕ
“Nefse ve ona düzen verene; Ona fücur ve takvayı ilham edene, (kötülük ve iyilik yapma yeteneklerini yerleştirene ki) Nefsini temizleyen elbette kurtuluşa ermiştir. Nefsini temizlemeyip (günahlar içinde kokuşmuş bir halde bırakan) hüsrana uğramıştır.” buyrulmaktadır.
Yani mülhime olan nefis iyinin ve kötünün, her şeyin farkındadır ve doğru olanları yapma konusunda da çabası vardır ama kötülük de kalbine doğmaktadır. Kötülüğün kalbine doğmasıyla da çok sağlam bir nefis makamı değildir. O yüzden yine Allah-u Zülcelâl’e sığınmak özellikle de saadatların, tasavvufun bize koymuş olduğu bu kuralları yerine getirmek gerekir.
Burada üzerinde durulması lâzım gelen husus “tezkiye”dir. “Tezkiye” kelimesinde iki mühim mâna vardır:
Birincisi; temizlemek, arındırmak,
İkincisi; artırmak, bereketlendirmek
Tezkiyenin zıttı olan tedsis ve tedsiye bir şeyi hile ile bozup fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek, gömmek mânalarını ifade eder. Buna göre nefsi faziletli amellerle temizlemeyip kötü ameller ve kötü ahlâk ile bozmak, sonunda çürütüp kokutmak manasına gelir. Nefsi böyle bir duruma düşmekten kurtarabilmek için onun tezkiyesi zaruridir.
Virdlerimiz bizim en büyük ilaçlarımızdır. Saadatların bize yapmış olduğu sohbetler kalplerimizi tedavi eder. Kişi bu sohbetlerde nefislerin makamlarını, hilelerini öğrenip kendisini onlardan koruyabilir. En önemlisi, insan tevbe ederek nefsini bu makamlardan ıslah edebilir.
Nefis makamlarından dördüncüsü ise, “Nefs-i Mutmainne”dir. Bu mutmain olmuş bir nefistir. Müslümanlık kelimesinin asıl anlamını mutmain nefis taşıyor. Müslümanlık ‘teslim olmak’ demektir.
Mutmainne makamı da kendi içinde “Nefs-i Râdıyye” ve “Nefs-i Merdıyye” olarak iki kısma ayrılıyor.
Nefs-i Râdıyye, razı olunmuş nefis, Nefs-i Merdıyye ise Allah’ın ondan razı olduğu nefistir. Allah-u Zülcelal Fecr suresinin 27 ve 28. ayeti kerimelerinde şöyle buyuruyor:
يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
اِرْجِعٖٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ
“Ey mutmain olan nefis! Rabbine razı olmuş bir şekilde, Rabbin de senden razı olmuş bir şekilde dön.”
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe ticaretle uğraşan, çok zengin bir zattı. Gündüzleri öğleye kadar mescitte talebelerine ders verir, öğleden sonra ise ticaretle uğraşırdı. Ticari mal taşıyan gemileri vardı.
Bir gün talebeleri ile derste iken dışarıdan bir adam geldi:
“Ya imam, gemin battı!”
İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra:
“Elhamdülillah…” dedi.
Ve derse devam ettiler. Bir müddet geçtikten sonra aynı adam tekrar geldi:
“Ya imam, bir yanlışlık oldu. Batan senin gemin değilmiş.” Dedi.
İmam bu yeni habere de aynı şekilde cevap verdi:
“Elhamdülillah…”
Bu hale şaşıran öğrenciler, merakla sordular:
“Üstadımız, geminizin battığını duyduğunuzda hamd ettiniz. Sonra batan geminin sizin olmadığını öğrenince tekrar hamd ettiniz. Bunun sebebi nedir?”
İmam-ı Azam izah etti:
“Gemin battı diye haber geldiğinde kalbimi yokladım. Dünya malının yok olmasından dolayı herhangi bir üzüntü yoktu. Bu hale şükrettim. Sonra batan geminin bana ait olmadığına dair bir haber geldi. Tekrar kalbime baktım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı bir sevinç yoktu. Bu hale de şükrettim. Allah’a hamd olsun ki; bizim kalbimizi dünyaya bağlamadı.”
İşte bu nefs-i mutmainne makamıdır. Allah azze ve celle hepimize nasip etsin inşaAllah.
Allah-u Zülcelal en güzel şekilde, hakkıyla, layıkıyla, Allah’ın emrettiği şekilde, razı olacağı şekilde bu nefislerin makamlarını geçip hepsinden tek tek mutmainne makamına ulaşmayı nasip etsin.
Tasavvuf kitaplarında bize bahsedilen bu dört nefis makamının üzerine Allah-u Zülcelâl Kur’an’da ya yemin etmiş ya da onlara değinilmiş, bu şekilde bu nefislerin ehemmiyetleri bizlere belirtmiş.
Bizler de kendimize bir ders çıkaralım ‘acaba hangi nefsin makamındayım’ diye kendimize sorup, ona göre elimizden geldiği kadarıyla o mutmainne nefsini elde etmeye gayret edelim inşaAllah.
Nefsi tezkiye yoluna seyr-i sülûk denilir. Bu yolun yolcusuna ‘Salik’ denilir. Biz bu yola talibiz ve elimizden geldiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Elbette ki eksikliklerimiz, hatalarımız acziyetimiz çok, çünkü zaten acziyet kullara aittir. Kibriyalık Allah’a mahsustur. O yüzden acziyetimiz elbette ki olacak ama Allah’tan daima şunu isteyelim:
“Ya Rabbi! Seyr-i sülûkumu tamamlamayı, bu yolda ilerleyip o seyirleri tamamlamayı bana nasip et.”
Seyr-i sülûk yalnızca kuru bir sözden, gidip gelmekten ibaret olmasın.
Ömrümüz Geçiyor
Hz. Nuh aleyhisselam ve Hz. Hud aleyhisselam’ın zamanında insanlar çok uzun süre yaşardı. Ömürleri 800-900 yıl civarındaydı. Hz. Hud aleyhisselam’ın kavmi çok varlıklıydı, kendilerine büyük evler yapıyorlardı. Kendi elleriyle, taşları ovalayarak, şekiller vererek yaptıkları binaların üzerinde iftiharla oyunlar oynuyor, eğleniyorlardı. Hz. Hud aleyhisselamın onlara sürekli tavsiyesi:
“Ey kavmim! Ömrünüz kısadır, zaman kısadır, bunlarla eğlenmeyin, aldanmayın,” idi.
Hz. Hud aleyhisselam 800-900 yılı kısa görüyordu. Biz Muhammed ümmetinin ömrü ise takriben 60-70 yıldır. İnsan şöyle baktığı zaman bizim ömrümüz onların bebeklik çağları olmuş oluyor.
Zamana uzun bir zamanmış gibi bakmamamız gerekir. Zamanımız çok kısadır, her şey su gibi akıp gidiyor. Bizde icraat, faaliyet olması gerekiyor. Emr-i bil maruf nehy-i anil münker yapmamız bunu yaparken de onun ilk önce kendi nefisimize sonra da tüm müslüman kardeşlerimize hitaben olması gerekir. Allah-u Zülcelâl o gücü kuvveti nasip etsin.
Geçmişte iletişim vasıtalarının kısıtlı olmasından dolayı saadatların birbirleriyle görüşmeleri genellikle mektup ileydi. Bu mektuplar da zamanla kitap haline getirilmiştir. Mesela İmam-ı Rabbani kuddise sırruhun Mektubat’ı bu şekilde oluşmuştur.
Seyda hazretleri kuddise sırruh bir süre önce bizlere Seyyid Abdulhakim El Hüseyni kuddise sırruh hazretleri ile Şah-ı Hazne kuddise sırruh hazretlerinin arasında geçen bir olayı anlattı.
Seyyid Abdulhakim El Hüseyni kuddise sırruh hazretleri mürşidi Şah-ı Hazne kuddise sırruh hazretlerine bir mektup gönderdi. Mektubunda, rüyasında Fethullah-i Verkanisi kuddise sırruh’un Mektubat’ının kendisine verildiğini belirterek bunun manasını sormak istedi. Şah-ı Hazne kuddise sırruh hazretleri bu mektubu okuyunca ona cevap olarak mektup gönderdi:
“Rüyası çok güzeldir, büyük hizmetlerin olacağına işarettir ama kendisini Moskof kafirinden bile üstün görmesin,” diye buyurdu.
İnsan hiçbir zaman “Ben şuyum, buyum” dememelidir. Seyda hazretleri sonra şunu da belirtti:
Şah-ı Hazne kuddise sırruh hazretleri Gavs hazretlerine mektubunda:
“Olabilir ki o kafir sonra müslüman olabilir, ameller yapabilir, Allah’ın yanında bir makamı, derecesi olabilir. Sen ise hala son nefesini vermediğin için, ne hala düşeceğin belli olmadığı için kendini Moskof kafirinden bile üstün görme,” buyurdu.
İşte bizler de hangi nefis mertebesinde olduğumuzu ve son nefesimizin nasıl olacağını bilmiyoruz. Bunu daima düşünerek nefsimizi her türlü kötü sıfatlardan tezkiye edip, Allah’ın razı olduğu güzel hallerle tezyin etmeye gayret halinde olmalıyız.
Allah-u Zülcelâl hepimizi razı olduğu hale muvaffak kılsın. Amin.