Müslüman Kadın Aktif Olmalı
Kadının toplumdaki konumu
“İslam’da kadın” konusu ve bu çerçevedeki tartışmaların tarihi, çok eskilere dayanmaz. Hemen hemen “İslam’da…” diye başlayan her konu gibi bu da batıda meydana gelen baş döndürücü değişimden sonra, egemen batılıların Müslümanlara yönelttiği eleştirilere cevap niteliğinde ortaya konulan savunmacı fikirlerdendir.
Bilim ve teknolojinin hızlı gelişim gösterdiği 19. Yüzyıla kadar, kadın erkek arasındaki görev paylaşımı ve hiyerarşiyi yadırgayan bir söylem, dünyanın hiçbir yerinde dile getirilmiyordu. Zaten askeri kuvvetin kas gücüne dayandığı ve bu iki gücün hayatın her alanında belirleyici olduğu bir çağda, kadının konumunu tartışmaya açmak, hiçbir şekilde hüsnü kabul görmezdi.
Endüstrileşmenin hayatın her alanını etkilediği günümüzde, bunu anlamak belki biraz zor gelebilir. Bu yüzden, daha anlaşılır olması için eski dünyanın sosyo-ekonomik ve siyasi, hukuki düzenini yeniden hatırlamakta fayda var.
İslamiyet’in zuhur ettiği çağda, dünyaya hâkim olan düzen, savaşçı ve köleci bir düzendi. Bilhassa eski dünyanın büyük bir kesimini egemenliği altında tutan sömürgeci Roma imparatorluğunda şöyle bir düzen hâkimdi: Hukuki açıdan sadece vergi ödeyebilen erkekler vatandaş sayılır, kadınlar, köleler, vergi ödeyemeyen delikanlılar; yetişkin zengin erkeklerin tebaası durumunda kabul edilirdi. Hukuk kuralları erkekler arasında geçerliydi, bir hanenin reisi olan erkek, kendi hane halkından kadına, çocuğa veya köleye istediği şekilde ceza verebilirdi.
Vergi ödeyemeyen erkekler, ya toprak üzerinde çalışıp mahsullerini kiliseye veya devlete vermeli veya askerlik yapmalıydılar. Askerler de devamlı köle ve sömürge edinmek için civar memleketlere askeri sefere sevk edilirdi. Böylece hem askerler, yeni yerler yağmalayarak kendi masrafını çıkarır, hem de başkente esir ve ganimet sevk ederdi.
Zaten bundan başka türlü olması da mümkün değildi. Kadınların kas kuvveti erkeklerle baş edecek denklikte olmadığına göre, kadınların ancak erkeklerin himayesi altında özgür ve şerefli bir hayat yaşaması mümkündü. O çağlarda “kadınların da erkekler gibi çalışma hakkı olsun” gibi sözler etseniz sadece gülünç duruma düşerdiniz. Çünkü kadınların ne haramilerle dövüşe dövüşe kervanlar götürüp getirmesi, ne kurtlarla, çakallarla boğuşa boğuşa sürülere çobanlık etmesi mümkün değildi. Elbette kadınlar da çalışıyordu. O zamanlar fabrikalar yoktu, üretimin çoğu ev içinde yapılıyordu. Hem o vakitler iş güvencesi, emeklilik ve benzeri haklar erkekler için de söz konusu değildi. Her kadın ve erkek, fedakârca çalışıp evlat yetiştirirdi, evlatlar da anne babalarına bakardı.
Batıdaki değişimin olumsuz dalgası
Batıda bilim ve teknolojinin hızla gelişmesi sonucu, dünyanın düzeninde çok hızlı değişimler yaşandı. Makineleşmeyle beraber kölelere ihtiyaç kalmadı, aksine boğazları yük olmaya başladı. Endüstrinin hammadde ve enerjiye olan ihtiyacı sebebiyle, sömürgeciliğin hedefi değişti.
Üretimin bollaşması, kıtlık, salgın hastalık gibi nüfusu kıran olayların azalması ile nüfus artışı hızla arttı, kadının doğurganlığının önemi azaldı. Nüfusun çokluğundan ziyade eğitimli, üretken olması önem kazandı. Kas kuvvetinden çok, beyin gücü değerli hale geldi. Sonuçta, kadına ve erkeğe mahsus özelliklerden ziyade, kadının da erkeğin de eğitim almakla geliştirebileceği zekâ ürünleri önem kazandı. Uzun sözün kısası, erkeklerle kadınlar arası görev bölümü ve hiyerarşiye dair çok şey değişti.
Batı âlemi, bu hadiseleri bizzat kendi toplumunda yaşadığı için erken fark etti ve kendi anlayışına göre çözümler (!) üretti. Artık yeni ekonomik düzende, kadın ve erkekler neredeyse birer beyinden ibaret haline geldi. Kullandıkları makine ve bilgisayarlar gibi, işlem ve hizmet üreten robotlar olarak ekonomi makinesi içinde yer edindiler.
Müslüman toplumlar ise kadınıyla erkeğiyle yeni dünyanın üretkeni değil tüketicisi, etkeni değil edilgeni, hâkimi değil maruz kalanı durumundaydılar.
Eski dünyada Müslüman erkek ve kadın, kendi görev alanlarında üreterek işbirliği içinde hayatın yükünü paylaşırdı. Yeni dünyada ise ev kadınının üretkenliği azaldı, önüne sürülen tüketim maddeleri çoğaldı, çeşitlendi. Eskiden evler toprağın üzerine yayılmış, tarımla, üretimle iç içe mekânlardı. Tüketimi en aza indirmek, bir kadın için övülen bir özellikti. Ancak yeni dünya düzeni, kadınlara ne kadar ince zevklere sahipsen, ne kadar kaliteli tüketirsen o kadar değerlisin diyordu.
Dikkat edersek, giyim, mobilya, mefruşat ve benzer sektörlerdeki erkekler de kadınsılaşıyor ve ihtiyaçtan ziyade estetik zevki öne çıkarıyor. Kadınlar ise kendilerini evin temiz, zarif ve hoş olmasından sorumlu gördükleri için, “Temizliği göstersin, alınmışken bir kere alınıyor, kaliteli olsun, uyumlu olsun” derken, evlerini belli bir standartta döşemeyi bir kural olarak algılamaya başlıyorlar. Bunun yemek yapma ve giyim kuşamdaki yansımaları da aşağı yukarı böyle. Kısacası ümmet, kadınların öncülüğünde, erkeklerin de direnememesiyle, zühdü terk etti, dünyayı zevkli hale getirme derdine düştü. Üstelik bu konuda neredeyse gayr-i Müslimleri geride bırakacak kadar dünyevilik yarışına girdi.
Müslüman kadın çok pasif
İnsan düşününce utanç duyuruyor, bir Avrupalı kız, ülkesinden kalkıp Filistin’e geliyor, kendini tankın önüne atıyor. Bir İsveçli bilim kadını, laboratuara kapanıp günlerce çalışarak, başkanı olduğu ekiple birlikte bir hastalığa karşı aşı geliştiriyor. Bir Amerikalı kadın akademisyen, Amerikan toplumunda Müslümanların durumu başlıklı çalışmasını hazırlarken, Türkiye’deki başörtüsü yasağını öğreniyor; çok ilgisini çekip araştırmak için Türkiye’ye geliyor. Buna mukabil, binlerce Arap kadınımız, İslam ülkelerini en fazla sömüren ülke, Fransa’dan kozmetikler, elbiseler, danteller vs. almak için tonla para harcıyor. Üstelik Kızıldeniz’in hemen karşı kıyısında milyonlarca Afrikalı kardeşi açken… Yahut kendi ülkemizde, hem de “tesettür” adı altında üretilen giysilerde bile moda hüküm sürüyor, eskimediği halde modası geçti diye kıyafetler elden çıkarılıyor, yeni alışverişler için gardıroplarda yer açılıyor.
Evet, İslam’da kadın, erkekleşmemelidir, kadına mahsus özelliklerini ve bilhassa annelik ruhunu korumalıdır. Ama çalışan kadınlar üçüncü çocuk dünyaya getirsin diye teşvik edilirken, sanki ev hanımlarının kaçta kaçı üç veya daha fazla çocuk dünyaya getiriyor?
Evet, Müslüman kadın ucuz emekçi olarak piyasaya sürülmemelidir, üç kuruş için ayakaltında dolaşmamalı, vakarıyla evinde oturmalıdır. Ama görüyoruz ki, üretmek için evden çıkarmadığımız kadınlarımızın çoğu, gayesizlikleri yüzünden boş vakitlerini AVM’lerde salınarak geçirmekte…
Biraz makul olmamız lazım; yedi gün yirmi dört saatini, beton dört duvar arasında, televizyon ekranı karşısında veya boş, malayani, gıybetli ve dünyeviliğe özendiren eş dostlarıyla geçiren kadınlarımızın ne yapması bekleniyor? Eğer üretken olacağı bir alan yoksa evde turşu, reçel üretmenin bir ekonomik değeri kalmamışsa, evdeki dikiş makinesiyle, dev konfeksiyon sektörüyle rekabet edemez hale gelmişse, bu kadınlar ne yapsın?
Zaten bu apartman daireleri adeta insan konservesi yapmaya yarıyor; ne beden ne de ruh sağlığına uygun mekânlar değil… Obeziteden kemik erimesine, depresyondan obsesif kompülsif davranış bozukluklarına kadar her türlü sağlıksızlığın kaynağı… Bu tür binalar daha çok, gündüz çalışan, akşam uyumaya gelenler için üretilmiş yaşam alanları… Ne çocuklara uygun bir oyun alanı ne de kadınların üretken olma imkânı var.
Kendim de senelerce çeyiz eşyaları üreterek kermeslere katkıda bulunmaya çalışmış biri olarak, havlu kenarı süsü yapmayı bir üretkenlik olarak kabullenemiyorum. Kadın emeği bu kadar basit seviyede harcanmamalı… Bizim çocuklarımızın beyin kıvrımlarını başkaları biçimlendirirken, lüzumsuz süslerle hayatımızı heba etmemiz, İslam’ın emrettiği bir hayat tarzı olamaz.
Çevreme baktığım zaman, mütedeyyin ailelerde kız çocuklarının yetiştirilmesi noktasında bir model ihtiyacı olduğu görüyorum. Kendim de kızımı yetiştirirken bunun zorluğunu yaşadım.
Yeni fikirler üretmeliyiz
Yeni fikirler üretirken de maziden ilham alabiliriz. Mesela, sahabe hanımları, vakarlarıyla kadınlara mahsus alanlarda kalarak, son derece üretken oluyorlardı. İlim öğrenip öğretmekten, ordunun geri hizmetlerine kadar her alanda örtüsüyle, hayâsıyla, desteğini hissettiriyordu. Hatta Yermuk harbinde, kadınlar kıtasının kahramanlığı, savaşın akıbetini değiştirmişti. Geri hizmetler için orduya katılan kadınlar, cepheden bozgun haberi gelince düşman eline esir düşmektense şehit olmak için, ellerine geçen çadır direkleriyle, bıçaklarla düşman üstüne hücuma geçmişlerdi. Onların kadın olduğunu anlayamayan düşman askeri, destek kuvveti geldi zannedip bir an için panikledi. Kadınların bu ihlas ve fedakârlığı, Müslüman erkekleri de coşturmuştu ve kaçanlar geri dönmeye başlamıştı. Bu sayede bozgun halinden kurtulup zafere eriştiler.
Kadınların asıl hizmeti ise erkekler cephedeyken onların emanetine sahip çıkmak şeklindeydi. Bütün İslam devletlerinde, kadınların fedakâr ve çalışkan olduğu asırlar, yükseliş asırlarıdır. Mesela, bugün Osmanlıyı daha çok nostaljik duygularla yad ediyoruz. Onun yerine bir başarı hikâyesi olarak inceleyip modellesek daha doğru olmaz mı?
Osmanlı’nın yükseliş asırlarına baktığımız zaman, kadınların, şehit düşen eşlerinin emaneti olan yetimlerini bağrına basıp yardımlaşma ve dayanışma ile sahiplenerek, gelecek nesilleri yetiştirdiklerini görüyoruz. Zaten bir erkeğin savaş meydanında sergileyebileceği cesaretin arka planı incelenirse daima namuslu, anaç ve fedakâr kadınların “Git, bizi merak etme! Allah bize yeter.” diye güven veren sesini işitilir.
Anadolu’nun İslamlaşması serüveninde, zamanın ahi teşkilatları kadar, onların kadın kolları olan “Baciyan-ı Rum” gibi kadın teşkilatlarının da emeği var. İbn-i Batuta, Seyahatname’sinde, Anadolu kadınının tıpkı erkekler gibi kendilerine mahsus dergâhları olduğunu, memleketlerine gelen seyyahları ağırlamak için can attıklarını anlatır. Bu dergâhlar, kadınların hem maddi ve manevi eğitimini hem de namusuyla hayatını sürdürebilmesi için üretimi ve dayanışmayı sağlıyordu.
Osmanlının klasik döneminde, kadın hekimlerin sarayda vazife yapacak kadar yükseldikleri de kayıtlara geçmiştir. Yine, klasik döneme dair mahkeme arşivleri, henüz Avrupa’da hiçbir kadının hukuk önünde kendi hakkını arama şansı olmadığı zamanlarda Osmanlı kadınının, İslam’da aile hukukuna dair bilgili olduğu, boşanma ve mehir gibi meseleler için mahkemelere başvurup hak aradıklarını gösteriyor. Yine bu dönemde, kadın hayırseverler, kendi mallarıyla vakıflar kurup halkın dertlerine derman olmaya çalışıyorlar.
Ne yazık ki Osmanlının gerilediği asırlara baktığımızda ise kadınlar arasında cehalet ve hurafelerin yaygınlaştığını, çocuklarını batıl inançlarla tedavi etmeye çalıştıklarını, doğumlarda çok sayıda loğusa kadın ve bebeğin hayatını kaybettiğini görüyoruz. Kadının cehaleti, yetiştirdiği çocukların da kafasının hurafelerle dolmasına sebep oluyor. Umacılarla, gulyabanilerle korkutularak yetiştirilen pısırık bir nesil ortaya çıkıyor.
O dönemin düşünürleri, kadın cehaletini masaya yatırmış, mesela Avrupalı okumuş kadınlar, çocuklarını “spor yap” diye yetiştirirken; “koşma terlersin, hasta olursun” dediklerinden, kulaktan dolma yöntemlerle çocuk beslediklerinden, bu yüzden nesillerin zayıf bünyeli olmasından şikayet ediyorlar. Yine, o zamanki münevverlerin “kadın lügati” dedikleri “galatlar”, yani yanlış kullanımlar sorunu var. Eğitimsizlikleri sebebiyle kadınların kelimeleri yanlış kullanması sebebiyle çocuklar, kulaktan yanlış bilgi edinerek yetişiyorlar ve bunları düzeltmek kolay olmuyor.
- asra gelindiği zaman kadınların eğitimi, hayata katılması konusu daha çok batıdan gelen eleştiriler doğrultusunda gündeme gelince de ne yazık ki, gelenekçi, eskiyi savunmacı reflekslerle yeniyi sorgulamadan kabullenen akımlar çarpışıyor. Öyle ki çok tuhaf bir şekilde, sanki köleliği, saltanatı veya kadının sırf bir çocuk tarlası olarak görülmesi anlayışını İslam getirmiş gibi bunlar körü körüne savunuluyor. Bu kavga, cumhuriyet devrinde de kökleşerek devam edip gidiyor.
Şimdi biz de aynı hatalara düşmeden, en temel doğrular üzerine yeni bir aile-toplum modelini üretmemiz gerekiyor. Sahabe hanımları gibi, Ehl-i Beyt hanımları gibi, Hz. Fatıma’yı, Hz. Âişe’yi, Hz. Zeyneb’i, Hz. Esma’yı örnek alan Anadolu kadınları gibi kadınlar yetiştirmemiz gerekiyor. Çünkü “Dubai kadını” bizi hiçbir yere götürmez…