Orta Asya’dan Endülüs’e Hak Dostları

  • 05 Kasım 2016
  • 926 kez görüntülendi.
Orta Asya’dan Endülüs’e Hak Dostları
REKLAM ALANI

İspanya’dan Konya’ya kadar…

“Tasavvuf bu toprakların, bizim diyarımızın, dünyamızın nesidir?” diyenlere cevabım tek kelime ile oluyor; “Mayasıdır, harcıdır Efendim!”

Bizim coğrafyamızı hatta ruh iklimimizi tasavvufsuz anlatamazsınız, anlatmaya kalktığınız zaman; kuru, yavan cümleler topluluğu çıkar ortaya sadece. Şanlı mazinin izinde, irfan mektebinin eserlerinde illa ki tasavvuf vardır, olmak zorundadır. Tasavvufu elinin tersiyle itenler, o büyük mektepten nasiplenememiş bahtsızlardır. Geçmişimizden, dünümüzden tasavvufu çıkarmaya cesaret edebilen varsa buyursun aşağıda isimlerini zikrettiğim ‘Zevat-ı Âliyye’yi bizim tarihimizden Molla Kasım gibi çıkarsın atsın bakalım, geriye ne kalacak?…

REKLAM ALANI

Bizim Endülüs’ümüzde, bugünün İspanya’sında Müslümanlar, yedi asırdan fazla hüküm sürdüler. Bu hâkimiyetimiz, acıyla, gözyaşı ile kan ile bitti. İslam Hâkimiyetinde her türlü özgürlüğü sağlanan Katolikler; Endülüs’te Müslümanlara ve Yahudilere hayat hakkı tanımadılar. Bugün, İspanya’da Müslümanlardan geriye Elhamra Sarayı dışında pek bir şey kalmadı. Endülüs’le bağımızı sağlayan Muhyiddin İbni Arabî değil midir?

İbni Arabî olmasaydı, bugünün Cordoba’sının bizim Kurtuba’mız olduğunu; günümüzün Sevilla’sının bizim İşbiliye’miz olduğunu çoktan unutacaktık. İbni Arabîsiz bir irfan mektebinden, bir hikmet ekolünden söz edilemez. Konya ile İşbiliye’yi birbirine bağlayan İbni Arabî, Sadreddin Konevi ve Mevlana Hazretleri hattıdır. Bu hat olmadan, İşbiliye’nin Konya ile kardeş, mazlum ve boynu bükük bir şehir olduğunu zihinlere nakşedemezsiniz. Bu nurani hattın şuleleri, bugün Batı’da insanların İslam’a geçmelerinde, hidayet bulmalarındaki en büyük vesiledir.

Batı’da ihtida hareketlerindeki en büyük amil ve vesile, Konya-İşbiliye hattından tulu eden İbni Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiye’si ve Mevlana Hazretlerinin Mesnevi’sidir. Bu hat kırıldığı zaman, İşbiliye’nin evrad-u ezkar seslerine muhtaç ağlamalarını hissedemez, Konya’yı bozkırın ortasında bağrı yanık, kuru bir şehre dönüştürürsünüz. Muhyiddin İbni Arabî’nin üvey oğlu; Malatya’da doğan Sadreddin-i Konevi Hazretleri, aynı zamanda Mevlana Hazretlerinin de hocalarındandır.

Konya, Selçukluların başkentidir ama Konya’yı Konya yapan Mevlana’dır ve Belh’li Celaleddin’i; Hazreti Mevlana’ya dönüştüren Muhyiddin İbni-i Arabî’nin ekolünden Sadreddin-i Konevi’dir, dahası Şems-i Tebrizi’dir. Konya ile Tebriz arasındaki bağ; Mevlana Hazretlerinin halvet arkadaşı Şems’dir. Şems olmasaydı Tebriz’i ne bilirdik? Tebriz sokaklarında seyran etmeye nasıl cesaret edebilirdik?

Edebiyattan Matematiğe kadar…
Hazret-i Şems’in izinden giderseniz; Tebriz sokaklarında Molla Cami Hazretlerine denk gelirsiniz. Azeri Türklerinden olan Molla Cami ile Özbek Türklerinden olan Mevlana Hazretleri, İslam’ın aşk berzahından soludukları kutsi nefesleri, Fars dilinin ulvi ahengiyle insanlığa üflemişlerdir. Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’ini; Molla Cami Hazretlerinin Nefahat’ını çıkarın bakalım, Fars Edebiyatı’ndan geriye ne kalır?

Molla Cami’nin ilim tahsil basamaklarında iz sürmeye başlarsanız, karşınıza medresede büyük âlim Ali Kuşçu ile matematik problemleri çözen bir aşk kahramanına denk gelirsiniz. Ali Kuşçu Hazretlerinin cübbesine yapıştığınız zaman, karşınıza İstanbul’un kutlu Fatih’ini, Selçuklunun Alparslan’ını; Timur İmparatorluğunun Uluğ Beğ’ini bulursunuz.

Uluğ Beğ’den söz açılmışsa mutlaka konu illa ki astronomiden başlar, matematik ile devam eder, edebiyat ile son bulur. Eh, bizim kadim edebiyatımızda konu, bülbülün güle aşkı değil midir? Bülbül ile gülün neyin remzi, neyin simgesi olduğunu merak edenler, âşıkların divanlarına müracaat etsinler. Âşık Yunus’un dediği gibi “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez”. Âşık Uluğ Beğ’in adı, bugün ayda bir kraterde yaşıyor.

Gelin Ortaasya yollarına düşelim; Ahmed Yesevi Hazretlerini görürsünüz. Hoca Ahmet Yesevi’nin kabrini tamir ettiren Timur Han’a cihan imparatorluğu, bu hizmetinden ötürü verilmiş derler. Hoca Ahmet Yesevi’nin hizmeti çok boyutludur. Kendi yaşadığı çağda, Orta Asya steplerinde göçebe Kırgız ve Kazakların sinesine İslam’ı kazımıştır. Vefatından çok sonraları, dokuz asır sonra; Orta Asya’yı ateizm bulutları sarınca, din/diyanet namına her şey yasaklanınca, “Pir-i Türkistan” insanların İslam’a sarıldıkları bir halkaya dönüşür. Allah lafzını anmak yasaklanınca, Kazak Türkleri yeni bir adet ihdas etmiş; yeni evlenenlerin Hazret-i Pir’in türbesini ziyaret etmesi âdeti ile dinlerini bu şekilde de olsa unutmamalarını sağlamışlardır.

Din adına her şeyi yok eden ateist sistem, Hazret-i Pir’in türbesini yıkmaya cesaret edememiş; Kazakların dinleri ile -belki de- tek bağ olarak o mavi türbe kalmıştır. Nitekim ateist sistem gidince; Kazakların gönlündeki küllenen İslam nuru, ufacık bir üfleme ile kendine gelmeye başlamıştır.

Semerkand’dan Budapeşte’ye,
Bursa’dan Çeçenya’ya sufiler…
Hoca Ahmet Yesevi’nin talebesi Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’da iman meşalesini taşımış, dervişi Sarı Saltuk, Orhan Gazi’nin kardeşi Alâeddin Paşa’dan yüz sene önce, birçok Yörük aşiretleri ile Rumeli’ye geçmiş, Dobruca’da iman meşalesini ateşlemiştir.

Sarı Saltuk Hazretlerinin ektiği iman sümbülleri, hala Rumeli’de açmaya devam ediyor. Bir başka Bektaşi, Gül Baba’yı hatırlayın. Bugün Budapeşte’de bizden kalan bir iki eser varsa, birisi de Gül Baba’nın türbesidir. Gül Baba’nın türbesi olmasaydı, biz Budapeşte’nin bizim Budin’imiz olduğunu nasıl yâd ederdik? Arkasından “Aldı nemçe nazlı Budin’i” diye ağıtlar yaktığımız Budapeşte’yi, Macarların, kahramanlığından ötürü mezarını hala korudukları Budin Muhafızı Abdurrahman Paşa’yı çoktan unutur giderdik.

Nereye geldik değil mi? Timur Han ile Semerkand’dan başladığımız yolculuk, Budapeşte’ye erişti. Hâlbuki Timur Han ile yolculukta mutlaka Erdebil’de, Azeri Türklerinin tekkesi Şeyh Safiyüddin’in tekkesinde mola vermek zorundasınız. Şeyh Safiyüddin’in halifesi Somuncu Baba ile Bursa’ya Emir Sultan’a ulaşırsınız. Emir Sultan’sız bir Bursa; Ulu Cami’siz bir Emir Sultan düşünülebilir mi?

Emir Sultan adı akıllarda illa ki Yıldırım Bayezid Han’ı çağrıştırır. Somuncu Baba’nın fırınında, Ankara’ya uzanan yolda, Hacı Bayram-ı Veli vardır. Hacı Bayram-ı Veli’den ikram isteyen Müştak Baba’nın şiirlerinde ancak ehlinin anlayacağı sırları çözmek için âşık olmak gerekir. Televizyonlarda, gazete köşelerinde, Müştak Baba’nın esrarlı şiirlerini nafile yere çözmeye uğraşmasınlar. Girsinler bir Kadiri devranına, büyük âlemde seyran başlarsa o şiirler sırlarını kendiliğinden saçacaktır. Kadiri devranları çok işe yarar. İsterseniz gidin bakın Kafkaslara. Önce Şeyh Şamil’in sonra da Cahar Dudayev’in kurdurduğu zikir halakaları yüz elli senedir susmadı, susturulamadı…

Biz yine Timur Han’a dönelim.

İmam-ı Rabbani’siz olmaz
Timur Han’ın torunu Babür Şah’ı izlemeye başlarsak; Hindistan’da kadim medeniyetimizi muhteşem bir misalini görürüz. Budizm’in çıkışı olmayan labirentvari koridorlarında kaybolan insanlara, İslam’ın nuru ışık olmuştur. Hindistan seyahatimizde kimlere erişilir ama birisi… Ama birisi… İkinci bin yılın Müceddidî; İmam-ı Rabbani’siz olmaz!

İmam-ı Rabbani, Hazret-i Ömer’in soyundan bir Farukî olduğunu ispat etmiş; cedleri Hazret-i Ömer ve Ömer bin Abdulaziz gibi şirke, küfre ve adaletsizliğe karşı dimdik durmuş bir sufi mücahiddir. İmam-ı Rabbani âlimdir, fazıldır, mücahiddir, mutasavvıftır ama en önemlisi hadis-i şerifte “Sıla” ismiyle müjdelenen bir müceddiddir. İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ında tasavvuf vardır, fıkıh vardır, akaid vardır, hadis vardır. Ekber Şah’ın ortaya attığı “din-i ilahi” isimli fitnenin; üç dinin birleşiminden ortaya çıkan ‘çorba kazanı’nı deviren büyük müceddiddir.

İmam-ı Rabbani’siz Hint tarihi yazılamazsa Taç Mahal’siz Hindistan olmaz. Taç Mahal’in, o beyaz mermerli aşk türbesini alın; Hindistan saçı sakalı birbirine karışmış, Brahmanların ülkesi olmaktan öteye gidemez. Âşkı, Şah Cihan’ın Taç Mahal’inden daha güzel anlatabilecek bir anıt var mı? Hindistan’a hazır gelmişken, İmam-ı Rabbani’nin bir büyük hizmetini de söylemeden geçmek olmaz. İslam Âleminde üç asırdır tartışılan vahdet-i vücud meselesini, Büyük İmam halletmiştir. Muhyiddin İbni Arabî’nin sistemleştirdiği vahdet-i vücud halini, şerh ve izah etmiştir. Yine İşbiliye’li Muhyiddin İbni Arabî’ye geldik öyle değil mi? O halde yine onunla devam edelim…

Toprak kaybetmeyen derviş hünkâr
Hikmet mektebimizin müstesna eserlerinden birisi de Muhyiddin İbni Arabî’nin Fususul Hikem’idir. Fususul Hikem şerhleri dediğimiz zaman, Bali Efendi ile Sofya’ya, Sarı Abdullah Efendi ile Bosna’ya uzanmak zorundasınız. Bosna’da Manisa Akhisarlı Ayvaz Dede beş asra rağmen; Sırpların katliamına rağmen, Boşnakların Anadolu ile bağı olmuştur. Akhisar’a dönüp Ayvaz Dede’nin yetiştiği tekkede Şeyh İsa Efendi’yi bulursunuz. Şeyh İsa Efendi’nin sandukasının başucundaki tac-ı şerif, Hacı Bayram-ı Veli’den alınmıştır. Ankara’da, Hacı Bayramı Veli’nin izinde bir başka Bayrami Şeyhi, İsmail Ankaravi’nin Fusus Şerhi’ne rastlarsınız.

İsmail Ankaravi Hazretlerinin bir diğer şerhi de aşkın destanı Mesnevi-i Manevi üzerinedir. İsmail Ankaravi Hazretlerinin türbesine; İstanbul’da Galata Mevlevihanesi’ndeki markadına bir Fatiha okumak için uğrarsanız, hamuşanda sırlanan zevat-ı âliyenin isimleri bile, ruhunuzu cuş-u huruşa getirir. Ruhunuz ulvi âlemlere açıksa kim bilir belki Galata Mevlevihanesi’nin avlusunda esen meltemin uğultusunda, Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk’ını işitebilirsiniz. Adile Sultan’ın yaptırdığı şadırvanda abdest alıp Adile Sultan’ın ağabeyi Sultan Abdulmecid Han’a edilen duaların nurlu tesirine şahit olursunuz.

Devleti Aliyye’nin yıkılış döneminde, hükümdarlığı süresince bir karış bile toprak kaybedilmeyen tek hünkâr olan Sultan Abdulmecid Han, Yanyalı Mustafa İsmet Efendi’nin dervişidir. Sultan Abdulmecid Han, mürşidine o kadar bağlıdır ki vefatından sonra bile şeyhine yakın olmak ister ve kendisinin Fatih Çarşamba’daki Yavuz Selim Camii haziresine defnedilmesini emreder. Vasiyetine uygun olarak da her Perşembe akşamı Mustafa İsmet Efendi Tekkesi’nin postnişini ve on müridan, Sultan Abdulmecid Han türbesinde hatme-i hacegan icra ederler. İsmet Efendi Tekkesi’nin hemen karşısında ise Murad Molla Dergâhı vardır.

İstanbul’da Mesnevihane olarak bilinen Murad Molla Dergâhı, kelimenin tam anlamıyla bir ilim yuvası, irfan mektebidir. Murad Molla Dergâhından söz etmeye başladık mı bitmez tükenmez bir hazine ile karşılaşırız. Mesela, Ahmed Cevdet Paşa, Farsça eğitimini bu tekkede almıştır. Ahmed Cevdet Paşa devlet adamıdır, tarihçidir, edebiyatçıdır ama en önemlisi, İslam Fıkhı’nın zirvelerindedir. Osmanlı’nın son döneminde yetişmesine rağmen, İslam Hukuku’nun en nadide örneklerinden birisini, Mecelle’yi hazırlayan komisyonda görev yapmıştır. Bakınız Mecelle; sıradan bir medeni kanun değildir. Mecelle’nin baş tarafındaki kurallar manzumesini okuduğunuz zaman “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin solda sıfır kaldığını hayretle müşahade edersiniz!…

Murad Molla Dergâhı’nda Farsça talimi yapan bir diğer büyük de Küçük Hüseyin Efendi’dir. Aslen Ankaralı olan Küçük Hüseyin Efendi’nin çeşmesinden Mareşal Fevzi Çakmak da su içmiştir; Musevi kökenli Üzeyir Garih de… Hüseyin Efendi’ye yetişemeyen ancak Hüseyin Efendi’nin kemalâtını, kerametlerini babasından dinleyen Üzeyir Garih, son nefesini Hüseyin Efendi’nin kabrinin yanında verirken, cebinde Cevşen’i bulunuyordu.

Gümüşhanevî mektebinden geçenler
Cevşen’e, bizim kaynaklarımızda ilk olarak Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin tertip ettiği ve İslam Âleminde okunan tüm evradları cem eden Mecmuatül Ahzab isimli eserde rastlarız. Gümüşhanevi Hazretleri sadece bir şeyh değil, aynı zamanda büyük bir mutasavvıftır, yani bu işin ilmi derinliklerine de vakıftı. Gümüşhanevi merhumun tesiri, Kafkasya’dan Mısır’a; Mısır’dan Komor Adalarına kadar uzanan faal tekkeler ile devam etmektedir.

Gümüşhanevi mektebinden kimler geçmemiştir ki? Cumhurbaşkanları, başbakanlar, ilim adamları… Ama Ehl-i Sünnet’in son dönemdeki akaid İmamı, Zahidül Kevseri Hazretleri, hepsinin yanında apayrı bir yere sahiptir. Üstelik, Zahid Efendi merhum, bizim icazet düsturuna bağlı kalmış, atmış yaşından sonra, Muvatta icazeti almak için Mısır’da, hocaların önüne diz çökmüştür.

Zahid Efendi, sadece zahir ilimlerde değil, batini ilimlerde de okyanus gibi bir âlimdir. Gençliğinde Fatih Camii’nde Selanikli Esad Dede’den Mesnevi icazeti almıştır. Esad Dede’nin Fatihteki Mesnevi Dersleri tam bir erenler meclisidir. Düzceli Zahid Efendi, Uşşaki Şeyhi ve Sefine-i Vassaf isimli müthiş biyografi kitabının müellifi Hüseyin Vassaf, Mehmed Akif Ersoy…

Mehmet Akif’in kalbini ihya eden Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi’dir. Halveti-Şabani yolunun bu büyük kutbu, bir yandan Hazret-i Fatih’in türbedarlığını yapar, diğer yandan elinin emeği ile geçinir. Yüz yaşını aşmış olarak, damadı muhaddis Babanzade Ahmed Naim Efendi’nin evinde terk-i dünya eder…

Türbedar Hazretlerinin elini tutup intisap edenlerin içinde Elmalılı Hamdi Efendi’yi saymamak olmaz. Türkçe tefsirler içinde aşılamayan ve aşılması da pek mümkün olmayan Hamdi Efendi, edebiyattan hatta kadar pek çok alanda eser vermiş bir Halveti-Şabani dervişidir. Bakınız; Osmanlı tarihini Halvetilik olmadan anlatamazsınız.

Kastamonu’dan Şeyh Şaban-ı Veli’yi; Uşak’tan Emir Ahmed Semerkandi Hazretlerini çıkarın, geriye, geçmiş kavimlerden arta kalan ruhsuz, medeniyetsiz ölü şehirler kalır. Tasavvufun âşıkları, bizim şehirlerimizin, kültürümüzün ruhudur.

Âşıkların güllerini solduramazlar!

Sivas’ı, Şemseddin-i Sivasi olmadan; Anadolu’yu dört Şems olmadan tarif edemezsiniz. Dört Şems; Manisa’da Halvetiye’den Ahmed Şemseddin Marmaravi (Yiğitbaş Veli), Sivas’ta Halvetiye’den Şemseddin-i Sivasi (Kara Şems), Konya’da Tebrizli Şems ve Bolu Göynük’te Akşemseddin’dir (Ak Şems). Akşemseddin Hazretleri ile, ya İstanbul’un fethine gidersiniz ya Ankara’ya Hacı Bayram-ı Veli’nin Dergâhına.

Âşıklar solmaz taze gülleri

Zikr ü tevhid eder daim dilleri

Evliyaullah’ın doğru yolları

Yolda bulunagör alırlar seni…

 

Acılar, elemler, firaklar yurdu kara dünyanın gülleri, hep âşıklar olagelmiştir. O âşıklar, insanların gözyaşlarını silmişler, acılarına merhem sürmüşlerdir. Moğolların yaktığı Anadolu’da, insanların acılarına Âşık Yunus merhem olmuş, yedi asra rağmen, Yunus’un gülleri, Anadolu kırlarında, bayırlarında, burcu burcu açmaya devam etmektedir.

Şimdilerde ise Âşık Yunus’un, Tapduk Emre’nin sümbülleri, hazan mevsimlerinde ölü kalpleri diriltiyor.

Günümüz Molla Kasımları ne yaparsa yapsınlar, âşıkların güllerini solduramazlar. Doksan senedir bir tek Müslüman’ın kalmadığı yeni Şehr-i Fener’de İsmail Gelenbevi’nin türbesi hala ayaktaysa; Yenice-i Vardar’da, Molla İlahi’nin markadı hala sağlamsa âşıkların gülleri açmaya devam edecek demektir.

Âşıkların çiçeği güldür, gül muhabbettir; muhabbet Muhammed sallallahu aleyhi vesellemden hâsıl olmuştur. Ya kâinat, neyden hâsıl oldu?…

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ