Şah-ı Nakşibend Hazretleri ve Tasavvuf Yolu

  • 17 Eylül 2015
  • 1.811 kez görüntülendi.
Şah-ı Nakşibend Hazretleri ve Tasavvuf Yolu
REKLAM ALANI

“Tarihe baktığımız zaman görüyoruz ki, ümmet-i Muhammed her devirde ağır imtihanlara duçar olmuş; Peygamberimizin bıraktığı ehl-i sünnet yoluna sarılmanın can pahasına, büyük acılara mâl olduğu devirler yaşanmıştır. Bu devirlerde Peygamber efendimizin arkasında bıraktığı ilim mirasını sahiplenip, insanların hidayet ve irşadına kendisini vakfederek, Müslümanlara rehberlik yapan peygamber varisi hakiki âlimler, Allah dostları kâmil mürşidler, asrısaadetten günümüze kadar her asırda olmuşlardır ve biiznillahi teala kıyamete kadar da olacaklardır. Bu fazilet sahibi yiğit şahsiyetler, bi’dat ve sapkınlıklara karşı gerek ilmi, gerekse yaşantılarıyla mücadele etmişler ve insanları sakındırarak hayır üzere kılavuzluk yapmışlardır. Bu sayımızda, bu mümtaz şahsiyetlerden kıyamete kadar hayır meclislerinde anılacak olan Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibend Hazretlerini yâd etmek suretiyle feyzinden istifade etmeye çalışacağız. Allahu Zülcelâl bizleri o büyük mürşidin mirasından faydalananlardan eylesin ve bereketlendirsin.” (Âmin)

 

****

REKLAM ALANI

Yaşadığı dönem ve şartları

 

Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin dünyaya geldiği çağ, İslâm dünyasının siyasî açıdan dağınıklık içerisinde olduğu yıllardı. Abbasi hilafeti ve Büyük Selçuklu Devleti dağılmış, mahallî yönetimler ve atabeylikler kurulmuştu. Batıdan gelen Haçlı saldırılarının bütün hızıyla devam etmesi yetmiyormuş gibi, doğudan gelen Moğol istilası İslam beldelerine insanlık tarihinin gördüğü en kanlı katliamları yaşatmıştı. Öte yandan İslâm dünyası Bâtınî akımların çıkardığı iç karışıklıkla uğraşmaktaydı.

 

Gerçi tarihin en parlak şahsiyetleri daima böyle zor imtihanlarla dövüle dövüle çelikleşerek yetişmişlerdir. Bu çileli asırlar tasavvuf akımlarının geliştiği ve İmâm-ı Gazzâlî, Abdülkâdir-i Geylânî, Seyyid Ahmed-i Rifâî, Hoca Ahmed-i Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazeratı gibi zirve şahsiyetlerin kemale erip, tarihe damgasını vurduğu çağlar olmuştu.

 

Tasavvuf, sahabe ve tabiin âlimleri arasında bir zühd hareketi olarak doğmuş, daha sonra sistemleşerek usul ve terimleriyle bir kültür haline gelmişti. Artık tasavvuf yolunun temel esaslarını izah eden pek çok eserler yazılmış, zikir usulleri, zühd ve riyazet ölçüleri, tevekkül, kanaat, rızâ gibi kavramların derinlikleri üzerine sohbetler yapılmaktaydı.

 

İslam âleminin yaşadığı feci yıkımdan sonra gelen diriliş asrında ise sıra nazari bilgileri tatbikata geçirmeye gelmişti. Bu maksatla tasavvuf pirleri, kendi içinde bulundukları topluma en uygun yöntemle müesseseleşerek, İslam âleminin dağınıklığını toparlamakta, ümmeti bir hizmet ağı gibi sarıp organize etmekteydi.

 

Bu müesseseleşmenin çok hayırlı neticeleri olmuştu. İslam’ın emrettiği cemaatleşmeyi, emri bil marufu, dayanışma ve yardımlaşmayı hayata geçiren ribâtlar ve dergâhlar, tasavvufî terbiye usullerinin topluma açılmasını da sağlamıştı. Ancak ilk dönemlerde insanların manevî otoriteler etrafında teşkilatlanıp toparlanmasını sağlayan bu müesseseleşme, zaman içinde bir kabuklaşma, şekilcilik ve merasimcilik hastalığına yol açmaya başlamıştı. Artık süslü tasavvuf terimleri ağızlarda dolaşıyor ama ahlaka tesir etmiyor; çok derin mevzular üzerine tartışma yapılırken en temel meseleler hayata tatbik edilmiyordu. Cahil sofilerce kerametler ve menkıbeler yarıştırılır, ihlâsın da riyası, zühdün gösterişi yapılır hale gelmişti. Bu duruma tepki olarak sufileri, medreselerde yetişen zahir âlimleri kadar melâmeti görüşe sahip çevreler de sertçe eleştiriyordu. İşte tam bu çağda, Hace Muhammed Bahaeddin hazretlerinin Hz. Ebubekir Sıddîk radıyallahu anha dayanan hafî zikir usulünü ve sünnete sımsıkı bağlılığın esas alındığı tasavvuf anlayışını sistemleştirmesi çok önemliydi.

 

Merasimleri önemsememiş,
Sünneti Seniyyeyi esas almıştır


Tasavvuf yolunda mühim bir iz bırakmış büyüklerin hayatları yakından incelendiğinde daima şu hakikati görürüz; onların her biri, Peygamber efendimizin sünnetine dönmek, sonradan çıkan tartışmalardan sıyrılmak, kalbi asıl maksada çevirmek ve maksada uygun olan yolu bulmak için yine Kuran ve sünnet ölçülerinden ilham almak gayretinde olmuşlardır. Bununla birlikte içinde bulundukları çağda İslâm’ın insanlara benimsetilip sevdirilmesi ve İslâm ahlâkının toplumda hâkim kılınması için, kendi içinde bulundukları çağın ve toplumun icaplarına en uygun usulü bulma derdinde olmaları, onları meşru ölçüde bir takım ictihadlarda bulunmaya sevk etmiştir. Şahı Nakşibend namıyla bildiğimiz, Hâce Muhammed Bahaeddin Buharî Hazretlerinin hayatında da dikkati çeken hususiyet budur.

 

Yunus Emre’nin “Dervişlik olsaydı tâc ile hırka, Biz dahi alırdık otuza kırka” mısrasıyla dile getirdiği gibi, tasavvuf yolu bir kılık kıyafet giyme, merasimlere iştirak etme işi değildi. Tasavvuf usulünde belli bir kılık kıyafet giymeyi önemsemeyen Şah-ı Nakşibend de, o çağlarda yaygınlaşan musiki, semâ ve raks gibi uygulamaları da manevî tekâmül yolu olarak kabul etmiyordu. Bu sebeple merasimlerden uzak duruyor, kendisine doğru yolun bildirilmesi için iç âleminde bir arayışa girerek uzlete çekiliyordu. İşte Abdulhalık Gucduvanî Hazretlerinin Hızır aleyhisselamdan öğrenerek ihya ettiği kalp zikrine yönelmesini bu dönemde gördüğü rüya veya yaşadığı manevî tecrübeyle izah etmektedir.

 

Esasen bütün tasavvuf mekteplerinin nihai maksadı daima batını temizlemek, kalbi sahibine teveccüh ettirmektir. Bu sebeple Şah-ı Nakşibend Hazretleri “Ne ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkor.” (Nur; 37) ayet-i celilesinde ve “”Namazı bitirdiğiniz zaman, ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken de Allah’ı zikredin.” (Nisâ; 103) ve daha birçok ayetlerde işaret edildiği gibi hayatın içindeyken, daima Allah’ı zikretme prensibini ihya etmiştir.

 

‘Halka hizmet ve eziyetlerine
sabır’ düstur edinilmiştir


Şah-ı Nakşibend kuddise sirruhunun yaşadığı dönem, gerek tasavvuf tarihi gerekse İslâm kültür ve medeniyet tarihi açısından, merkezi öneme sahip bir zaman dilimidir. İslam âlemi baştanbaşa yakılıp yıkılmıştı. Cengiz Han, gerçi ülkeleri yakıp, insanları öldürmüştü ama onun torunları ve askerleri, tasavvuf büyüklerinin manevi fütuhatıyla Müslüman olmuşlardı. Sıra, İslam beldelerinin maddi manevi imarı için çok çalışmak gerekiyordu. Şahı Nakşibend Hazretleri, sadece gizli zikir usulüyle değil, “El kârda gönül yârda” diye özetlediğimiz, dünyayı fiilen terk etmeden, sahralara çekilerek veya dergâhlara kapanarak değil; insanların arasında, mahlûkata hizmet edip, eziyetlerine katlanarak olgunlaşma yolunu da tercih etmiştir.

 

Belki daha evvel, Müslümanların zenginlikte yarışa girdiği, dünyalık elde etme uğruna her türlü zulmü işlediği ve şehir merkezlerinde fitnelerin kol gezdiği çağlarda zühdü ve uzleti tavsiye etmek gerekiyordu. Ancak Şah-ı Nakşibendî hazretleri, kendi çağında bunun sorumluluktan kaçmaktan öte bir mana ifade etmeyeceğini görmüş olmalı ki dünyayı değil, dünya sevgisini terk etmek gerektiğini öğretti.

 

Hâcegân yolunun büyüklerinden Baba Semmasî ve Emir Külal Hazretleri, Muhammed Bahaeddin’de müşahede ettikleri cevherin inkişaf etmesi için her türlü terbiye metodunu kullanmışlar, onu bilhassa hizmet yollarında nefsini terbiye etmekle vazifelendirmişlerdir. Hatta Emîr Külâl Hazretleri artık kendi nezdindeki sûlukunu tamamladığını haber vermek için çağırdığı zaman Şah-ı Nakşibend, bir köy camisinin inşasına tuğla taşıyarak yardım ettiği söylenmiştir. Hace hazretleri, manevi olgunluğun anahtarı olan hizmet yolunu talebelerine de tavsiye etmiştir.

 

Hem zahir hem batın ilimlerinde âlim bir mutasavvıf olan Yusuf Hemedanî hazretlerinin ilim halkalarından feyiz alarak yetişen Hace Ahmet Yesevî de Şahı Nakşibend’in yetişmesine tesir etmiştir. Kasam Şeyh ve Halil Ata gibi meşayıh ile birlikte bulunup istifade eden Şah-ı Nakşibend Hazretleri, onlardan, Hace Ahmet Yesevî’nin ahlak ve hikmet esasına istinad eden tasavvuf anlayışını almıştır. Öte yandan Peygamberimizin suffe ashabı modeline benzer bir müesseseleşme ve sohbet ile talebe yetiştirme yöntemini asrısaadetteki aslına uygun olarak ihya etmiştir. Şahı Nakşibend, tasavvuf terbiyesine, Abdulhalık Gucdüvânî’nin ruhaniyetinden istifade ile aldığı esasları yerleştirerek; hem zahir hem batın ilimlerinde beraberce ilerlemeyi kolaylaştırmış oluyordu.

 

Daimi zikir ve takva yaşam

 

Tasavvuf yolunun birçok mühim siması; zahir ve batın ilimlerinde yetişmiş idiler. Ancak bazı devirlerde, o dönemin ihtiyacının bir gereği olarak vecd ve cezbe yönü ağır basan coşkun hallere sahip evliyalar ile onların bazı fevkalade halleri meşhur olmuştu. Ancak bu hallere dair menkıbeler halk arasında revaç bulunca, her ehil mürşidin keramet göstermesi bekleniyordu. Nitekim Şahı Nakşibend kuddise sirruhu Hazretlerine, “Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?” diye sorulduğunu görüyoruz. Mübareğin; “Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur?” diyerek tevazuu esas alması halkı bu yanlış beklentiden vaz geçirmeyi hedefliyordu. Hâlbuki bir nazarı ile içine aşk ateşinin düşüp, peşine takıldığı nice talebesi vardı.

 

Şahı Nakşibend Hazretleri, ne sekr (manevi sarhoşluk, vecd) ne de sahv (aklı başındalık, ilim) taraftarı değildi; o huşu ve samimiyet yoluna çağırıyordu. Hacegan yolunun en temel esası olan, devamlı kalbi kontrol altına tutma prensibiyle, amellerde ihlâslı ve hayatın her sahasında devamlı takvalı olmaya ehemmiyet veriyordu. Bunun için de kalbin temizlenmesi, zikrin kalbe nakşedilmesi ve böylece kalbin Hakiki Sahibine teveccüh ettirilmesini öğretiyordu. Kendisine Nakşibend denilmesiyle ilgili yapılan yorumda da, usul olarak kalp zikri ile kalbe Allah’ın adını nakşetmeyi benimsemesinden dolayı bu unvanın verildiği kabul edilmektedir.

 

Kısacası, Hz. Ebubekir başta olmak üzere sahabe-i kiramdan bu zamana kadar Allah’ın nusret ve inayetiyle muhafaza olunan ehl-i sünnet merkezli tasavvuf yoluna isim olarak Hace Muhammed Bahaeddin Buhari hazretlerinin unvanının verilmiş olması tesadüf değildir. Onun şahsında temsil edilen bu yol, “Dikkat edin; kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” (Ra’d; 28) ayetiyle işaret edilen, kalbi zikirle tezyin etme yoludur.

 

Allah-u Zülcelâl, kendi rızasına kavuşturan ve salih kulları arasına dâhil olmaya vesile olan bu yoldan hiçbirimizi ayırmasın, bu yola layık olmayı hepimize nasip etsin.

 

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ