Son Andaki Zor Sınav
‘Birden karanlıklar içinde kaldım!’
Her şey bulanıktı. Her yerde sis vardı.
Derken sislerin gerisinden bir ışık yansıdı önüme. Tarifi mümkün olmayan, garip ama yüreğime kadar işleyen gizemli bir ışıktı bu.
Çevremde hiçbir nesne yoktu. Ne toprak, ne ağaç, ne gökyüzü… Boşlukta yürüyordum. Sanki bedenden soyutlanmıştım. Saf bir ruhtan ibarettim. Ama bedenimi görebiliyordum. Ayaklarım kendiliğinden yürüyordu. Uzun bir yol. Sisler içinde ışıklı bir şerit gibiydi. Ses yoktu. Çıt bile. Akıl almaz bir sessizlik hâkimdi. Kalbim giderek genişliyordu.
Yürümüyordum da sanki bir su gibi yukarılardan aşağılara akıyordum. Su kadar hafif ve gevşemiş hissediyordum kendimi.
Derken geniş bir meydana geldim. Zemin su. Toprağın zerresi yok. Sanki su üzerindeydim. Ayaklarımın altı ışıl ışıl yakamoz… Etrafımda ışık çemberi dönüyordu. Yürüdüm. Meydanın tam ortasında durdum. Bilincim yerinde. Görebiliyor, hissedebiliyordum. Ama bulunduğum yeri algılayamamanın şaşkınlığı vardı üzerimde. İçimde ise tarifsiz bir huzur… Uçmaya hazır bir kuş gibi kanatlarımı açmıştım sanki. Kendimi rüzgârın kollarına bırakıverecek gibiydim.
Birden bütün ışıklar söndü. Her taraf karardı. Zifiri bir karanlık içinde kaldım. Korktum. İçim titredi. Başım döndü, gözlerim karardı. Hiçbir şeyi göremiyordum.
Olduğum yerde kasılıp kalmıştım. Hayatımda bu kadar çok korktuğumu hatırlamıyordum. Tüylerim diken diken olmuştu. Kımıldayacak hâlde değildim. Kalbim durmuştu. Hiç çarpmıyordu. Bir ölü gibiydim. Bir beton yığını gibiydim.
Ateşin içinden gelen kadın
O sırada, karanlık içinde bir kapı aralandı. O aralıkta giderek büyüyen bir ateş belirdi. Ateşin içinde genç bir kadın vardı. Masallardan süzülmüş gibiydi. Çok güzeldi. Bakışlarımı alamadım gözlerinden. Öylesine etkilendim.
Kayar gibi yürüdü, yıldız gibi süzüldü ve bir anda tam karşımda duruverdi. Gözlerimin İçine baktı. Öyle etkili bakışlardı ki bunlar, sanki kalbimin derinliğini görüyordu. Sanki ruhuma giriyordu. Sonra gülümsedi. Gülümsemesi anında, dudaklarının kıvrımlarında beliren anlamdan ürktüm. Geriledim.
– Seni bekliyordum, dedi. Sesi bir fısıltıyı andırıyordu.
– Beni mi bekliyordun?
– Evet… Seni… Dedi, bakışlarını ayırmayarak gözlerimden.
– Nerde kaldın? Dedi, sevdalı bakışlarla; …seni bekliyordum.
– Sen kimsin?
– Öğrenmen şart mı? Beni beğenmedin mi? Güzel bulmuyor musun? Diyen sesinde davetkârlık vardı. Yüreğimi yerinden sökmek, almak istiyor gibiydi.
– Kim olduğunu söylemedin daha? Yavaşça eğildi:
– Senin en yakının, diye fısıldadı. Dostun, arkadaşın, sevgilin, her şeyin olabilirim. Sonra gülümsedi:
– Eğer istersen… İstemez misin? Bakakalmıştım.
– Şey…
– Sana her dilediğini verebilirim. Sesim titreyerek:
– Sen kimsin? Diye kekeledim ve derince yutkundum. Birden sertleşti. Dik dik baktı yüzüme. Öfkeyle bağırdı.
– Kim olduğum önemli mi? Sana her dilediğini vereceğim diyorum… Daha ne istersin?
Bu öfkeli sesinden ürktüm. Korktuğumu anlayınca yumuşadı, tavrını değiştirdi, gülümsedi. Sonra yapmacık bir masumiyetle kulağıma doğru eğildi;
– İstersen seni dünyaya geri gönderebilirim, dedi. Donakaldım. Hayretle kasıldım, yüzüne bakakaldım.
– Ne?
– Dünyana gönderebilirim.
– Ne dünyası?
– Senin dünyan.
– Benim dünyam mı?
– Hâlâ farkında değilsin, değil mi?
– Neyin?
– Şu anda sen ölüyorsun.
Aklım karıştı, şaşkın hâlde baktım suratına:
– Ölüyor muyum?
– Evet. Doktor bile ümidini kesti, ayrıldı başından.
– Sen ne diyorsun Allah aşkına?
– Gerçeği…
Sonra vurgulu biçimde bağırdı:
– Ölüyorsun!
İrkildim. Derince soluklandım.
– Yani… Ben şimdi…
– Evet, sen şimdi ölmek üzeresin. Yakınların, eşin, çocukların hepsi öldü biliyor seni. Şu anda tam geçiş yerindesin. Son çizgidesin. Bir adım sonra ölmüş olacaksın, yani dünyandan ayrılıp yeni bir âleme geçeceksin…
– Yalan söylüyorsun… Yalan! Diye bağırdım birden.
– Yalan mı? Diye kahkahalar atarak güldü.
– Yalan ha… Yalan… Hâline baksana. Çevrene baksana! Nerede ayağın altındaki toprak? Nerede eşyalar? Nerede bedenin? Dokun bedenine hissedecek misin bakalım, dokun!
Bir pazarlık başlıyor…
Etrafıma şaşkın şaşkın bakındım, sonra bir elimle göğsüme dokundum. Yoktu! Bedenim yoktu… Elim beden görüntümün içine dalıyor, yok oluyordu. İrkilerek panikledim! Az önce beni her şeyiyle etkilemeye çalışan kadın:
– İstersen, seni gönderebilirim. Sana kaybettiğin hayatını geri verebilirim, dedi. Hıçkırarak bağırdım:
– Ben ölmedim! Ben ölmedim! Yalan söylüyorsun! Kadın elini çevirdi, uzakta bir noktayı gösterdi. Öyleyse bak, dedi.
Onun gösterdiği yerde birden bir koridor belirdi. Koridorda bekleyen İnsanlar vardı. Onlar arasında ağlayan karımı ve çocuklarımı, annemi, babamı, akrabalarımı görünce afalladım. Oraya doğru koştum. Seyrettim. Hepsi ağlıyorlardı.
– Bunlar ailen değil mi? diye sordu.
– Evet.
– Onlar niye ağlıyorlar dersin?
Sustum. Yutkunarak, titreyerek karıma baktım. Çığlıklar atıyordu. Zorlukla zapt ediyorlardı çevresindekiler.
– Çünkü ölmek üzeresin de ondan…
Yanıma geldi, omzuma dokundu, karımı gösterdi:
– Karın seni çok seviyor olmalı. Bak, ölümüne dayanamıyor, en çok da o ağlıyor.
– Yaşlı babana bak bir de… Zavallı adamcağız. Ya annen? Seni okutmak için çırpınan, yemeyip yediren içmeyip içiren annen! Sonra çocuklarımı gösterdi:
– Vah zavallı çocuklar, onlar da ağlıyor. Eee, biricik babaları Ölecek de ağlamayacaklar mı? Doğrusu çok üzüldüm. Sevecen bir bakışla:
– Sana yardımcı olmak isterdim doğrusu.
– Yoo… Olamaz. Ben rüya görüyorum, dedim kendimi toparlamaya çalıştım böylelikle… Rüya hepsi… Rüya…
Genç kadın bakışlarını çatarak başka tarafa döndü, eliyle bir noktayı İşaret etti:
– Peki, bu da mı rüya?
Onun gösterdiği noktada bir hastane odası vardı. Yatakta uzanan bir cansız beden duruyordu. Dikkatle baktım, bu cansız beden bendim. Ölü olarak yatıyordum. Cesede doğru yaklaştım. Dokunmak İstedim, ulaşamadım. Birden yok oldu görüntü. Dizlerimin bağı çözüldü, eridim bittim ve ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Sonra, hemen arkamda duran kadına döndüm:
– Söyle ne istiyorsun benden? Ne? Genç kadın amacına ulaşmış bir bakışla sırıttı:
– Hah şöyle… Dedi. Hıçkıra hıçkıra bağırdım:
– Ne istiyorsun benden?
Tek bir evetmiş, kalbini istiyormuş…
Genç kadın güldü, işveli bakışlarla süzdü. Sonra, eliyle kalbimin üzerine dokundu.
– Sadece, kalbini İstiyorum! Bana kalbini ver. Hayretle bakakaldım. Ne diyeceğimi bilemedim.
– Kalbimi mi?
– Evet, kalbini… Onu bana ver. Devam etti:
– Bana kalbini verirsen, seni onların yanına götürürüm. Ailene kavuşursun. Yaşarsın. Her dilediğini yaparım.
İyice yaklaştı, gözümün içine baktı:
– Ne diyorsun, kalbini veriyor musun? Bir süre sustum, elim ayağım titriyordu.
– Ne yapmam lâzım? Sırıttı:
– Sadece kalbini verdiğini söyle, yeter. Şaşırdım:
– Nasıl?
– Sadece evet, de. Evet.
Şaşkındım, ne diyeceğimi bilememenin şaşkınlığıydı bu. Bu hâlde etrafıma bakındım; duvara baktım; duvarda beliren yakınlarımın görüntülerine… Karımın çığlıkları yankılanıyordu, çocuklarım hıçkırıyordu. Yüreğim eziliyordu.
“Evet?” diyordu genç kadın ısrarla, peşinden üzerine basa basa tekrar tekrar soruyordu:
– Eveeeet mi? Çaresizdim, korkuyordum. O an, bulunduğum hâlden kurtulmak, yakınlarımın yanına dönmek, onlara:
– Ben buradayım, ölmedim, deyip sarılmayı, ağlamayı öylesine arzu ediyordum ki…
Tam, “evet” deyip teklifini kabul edeceğim sırada, içimde bir ses duydum… Bu ses sanki kalbimin derinliğinden fısıldıyordu. Bu sesi tanımaya çalıştım. Bu ses, kırlarda bir çiçeği koklarken duyduğum sesti; bu ses, bir dağ başında sevinçten haykırırken duyduğum sesti; bu ses, camide alnımı secdeye koyup, “Allah’ım, Allah’ım…” diye ağladığım zaman duyduğum sesti. Bu ses sevincimdi, huzurumdu. Bu sesi seviyordum. Ve bu sese kendimi teslim ettim. Aklım başıma geldi. Karşımda sırıtarak duran genç kadına baktım, hemen tanıdım.
– Sen… Sen… Dedim. Sen osun! Sen yalanlara teşvik eden, hakikati inkâr eden, isyan ettiren… Sen lainsin, Şeytan’sın! Genç kadın öfkelendi… Sonra kendini toparlayarak güldü. Olabilir olabilir, dedi; dişlerini sıktı, iyice yaklaştı.
– Söyle. Sana kötülük mü ediyorum ben? Zorluyor muyum, ha?
Şaşaladım.
– Sana sadece teklif ediyorum, diye devam etti. …Evet ya da hayır diyeceksin bana. Tercih eden sensin, seçen sensin… Ben sadece teklif ediyorum.
Bir o kılığa girdi, bir bu kılığa
Soğuk bakışlarından ürperdim.
– Şimdi seç! Diye bağırdı.
– Yani, sen şu anda benden, imanımı istiyorsun öyle mi?
– Evet… İnkâr etmeni… Her şeyi inkâr etmeni… Cenneti cehennemi… Allah’ı… İnkâr etmeni istiyorum!
İrkildim.
– Evet… Evet! Yok saymanı, diye bağırdı, etrafımda dans eder gibi dolaşmaya başladı.
“Evet, Evet!” diye çığlıklar atarak döndü döndü. Döndükçe değişime uğradı, kılıktan kılığa girdi; karım oldu, annem oldu, çocuklarım oldu. Bütün tanıdıklarımın kılığına girerek döndü.
Karım olarak dönüyordu; ağlıyordu: “Eveeeet!” diyordu.
Anne ve babam olarak dönüyordu, yalvarıyordu: “Eveeet”
Çocuklarım olarak dönüyordu, elimden asılıyor, ağlıyordu: “Eveeet!” Arkadaşlarım olarak dönüyordu, rica ediyordu: “Eveeeet…”
Onun dönüşüyle başım döndü, zihnim karıştı, öylesine gerildim gerildim, bütün gücümü toplayarak haykırdım:
– HAYIIRRRRR! Birden boşaldım, hıçkıra hıçkıra bağırdım: Hayır… Hayır… Hayıııır!
Terler İçinde olduğum yere yığıldım, diz çöktüm, sakinleşmeye çalışarak başımı kaldırdım havaya ve teslimiyet içinde inledim:
– O’nu inkâr edemem. O’na karşı gelemem. O her şeye Kadir’dir. O vardır! Var! Rabbim, Allah’ım… O’nsuz ben hiçim. O var.
Başımı önüme eğdim, sonra ve bir süre olduğum yerde sayıkladım, sayıkladım. Uzun bir zaman geçti. Başımı kaldırdım. Yaşlarla dolu gözlerim yüzünden her taraf bulanıktı. Genç kadını aradım çevremde. Yoktu, gitmişti. O an yüreğim hafifledi, ruhum sükûnete erdi. İçimdeki tüm korkular ve ürperişler kayboldu. Kendimi öylesine dinç hissettim, öylesine mutlu…
Derken bir ses duydum. Öylesine güzel bir sesti bu. Öylesine etkileyici. Dikkat ettim. Bir yerde ezan okunuyordu. Ezan sesiyle birlikte karşımda bir ışık belirdi. Işık çoğaldıkça beliriyordu önüm. Karanlık giderek yok oluyordu. Yerimden kalktım, ışığa doğru yürüdüm. Ezan sesi yükseliyordu. Giderek aydınlanıyordu dünyam.
Ve gözlerimi açtım: Her yer bembeyazdı. Beyazlık gözlerimi alıyordu. Etrafıma bakındım. Her şey beyazdı. Beyaz bir çarşaf örtülmüştü üzerime. Hemen yanımda bir hıçkırık sesi… Elimle çarşafı yüzümden çektim.
Ölüm ve hayat arasındaki sınav
Baktım, bir odadaydım. Hıçkırığın sahibine baktım. Karım yanı başımda oturmuş ağlayarak elindeki küçük kitaptan dua okuyordu. Başını önüne eğmişti. Ona uzun uzun baktım. O an onu öylesine sevdim, öylesine yüreğimde hissettim ki… Elimi zorlayarak kaldırdım, başına dokundum.
Çığlık atarak irkildi. Sonra farkına vardı. Bakışlarının anlamı değişti. Giderek yumuşadı ve sevince dönüştü:
– Niyazii! Sarıldı bana:
– Yaşıyorsun… Yaşıyorsun! Allah’ım çok şükür. Şükürler olsun Rabbim. Dualarımı kabul ettin, diye bağırdı.
Dayanamadım, ben de hıçkıra hıçkıra ağladım.
O sırada çocuklarım girdiler içeri, sarıldılar, sarıldım. Hıçkırıklarımı zabt edemiyor, Allah’ıma şükrediyordum. Kurtulmuştum.Bu sözcüğü söylerken kurtulmanın ne manaya geldiğini tepeden tırnağa hissediyordum. Allah’a şükrediyordum. Ağlıyordum, ölümden döndüğüm için ağlıyordum. Ölümle hayat arasında geçirdiğim sınavı kazandığım için ağlıyordum.
Sağlığıma kavuşunca eşim her şeyi anlattı: Trafik kazası geçirmiş ve acilen hastaneye kaldırılmıştım. Doktor hemen ameliyata almıştı beni. Ameliyat masasında ölmüştüm. Doktor, hayata döndürmek için epey uğraşmıştı ama döndürememişti, ümidi kesmişlerdi. Ölü kabul edilmiştim. Üzerim beyaz bir çarşafla örtülmüştü. Eşim de yanıma oturmuş, dua ediyormuş. İşte o anda dirilmişim.
Bu akıl almaz olayı gören hastane yetkilileri, doktorlar çok şaşırdılar. Ben ölümden dönmüştüm. Nasıl dönmüştüm? Mümkün müydü?
Ya içimdeki sorular…
Ölüm döşeğinde iken yaşadıklarım? Karşıma çıkan o kadın… Onun teklifi… Ya evet deseydim… Aman Allah’ım…
Kaynak: Sır Kapısı, c.I, Muştu Yayınları, İstanbul.