Tarih Yapan Türkiye’ye Doğru…

  • 19 Mayıs 2014
  • 779 kez görüntülendi.
Tarih Yapan Türkiye’ye Doğru…
REKLAM ALANI

Asıl yolculuk yeni başlıyor…

Tarihi yapan, irfan’dır. İrfan’dan nasiplenememiş, hikmetten süt emememiş ruhsuz insan değil.

Tarihe ruh katan ve hayata anlam kazandıran, irfan ve hikmet sahibi insandır çünkü.

REKLAM ALANI

İrfansız tarih, insansız; hikmetsiz tarihse, ruhsuz ve anlamsız, değersiz ve kıymetsizdir çünkü.

İrfan, gürül gürül akan, insanı yıkayan, arındıran ve önünü açan muazzez bir ırmaktır; hikmetse, bu muazzez ırmağın leziz kaynağı…

Bu ülkenin insanı, ne denli derûnî hikmet ve irfan sahibi olduğunu bu seçimlerde bir kez daha gösterdi. Türkiye’yi kurda-kuşa yem etmedi. Ülkenin önünü açan insanları kendi hâline terk etmedi.

‘Yürü!’ dedi, ‘Önüne-arkana, sağına-soluna dikkatli bakarak, yürü!’ dedi ve ülkeyi içine sürüklendiği büyük felâketin ilk eşiğinden çekip çıkarmasını bildi.

Böylelikle, ilk kritik eşik aşıldı. Tünel’den çıkışın ilk güzergâhına ulaşıldı. Sırada diğer eşikler kaldı… Asıl hikâye, şimdi başlıyor…

Tarihte tatil yapan Türkiye’den tarih yapan Türkiye’ye doğru…

Türkiye’ye yönelik iç ve dış saldırılar, bundan sonraki süreçte daha da şiddetlenecek ve sinsi şekiller kazanarak daha da artacak. Zira Türkiye, yüzyıldır başkalarının yaptığı tarihin önünde sürüklenmesine yol açan tarihte tatil yapma zilletine son vereceğini ve tarih yapan kurucu bir aktör olmaya soyunacağını bütün dünya âleme gösterdi.

Bu, bir kuruluş yolculuğu: Onar yıllık iki dönemden oluşan Yeni Türkiye’nin kuruluş hikâyesi…

Birinci on yıllık dönem: Dalga-kırma süreci

Birinci on yıllık dönemi, içeriden ve dışarıdan gerçekleştirilen kuşatma girişimlerini yarma harekâtı dönemi olarak görüyorum. İkinci on yıllık dönemi ise yeni bir dünyanın kurulmasında belirleyici bir rol oynayacak Yeni Türkiye’nin kurulması süreci olarak düşünüyorum.

Birinci on yıllık dönemde, Türkiye, iç ve dış saldırıları püskürtebilecek ekonomik, teknolojik ve stratejik korunaklı bir duvar ördü.

İlk on yıllık dönem, küresel saldırıların püskürtüldüğü dalga-kırma dönemiydi.

İkinci on yıllık dönem: Dalga-kurma süreci

İkinci on yıllık dönem ise tarihte tatil yapan bir figüran rolünü aşarak yeniden tarih yapacak tarihî bir yürüyüşe soyunan dalga-kurma dönemi olmalıdır.

Dalga-kurma sürecinde, Türkiye, bu ülkenin önünü tıkayan temel varoluşsal ve yapısal sorunlarını kalıcı olarak çözebilecek muhkem bir yol haritası hazırlamalıdır.

Burada ikinci on yıllık dönemde, izlenmesi gereken yol haritasını, 10 ana başlık hâlinde şöyle özetlemek istiyorum:

1- Derhal yolsuzlukların üzerine gidilmeli!

AK Parti iktidarı, hiç vakit kaybetmeden derhal yolsuzlukların üzerine gitmeli, yolsuzluğa ve hırsızlığa bulaşan, kul hakkına tecavüz eden, tüyü bitmemiş yetimin hakkını tepe tepe yiyen kişileri gözlerinin yaşına bakmadan temizlemeli.

Bu arada, Başbakan’ı kuşatan, yanıltan, yanlış yönlendiren, önünü tıkayan kifâyetsiz muhterisler, ‘yalakalar’ da temizlenmeli, ‘yalaka’ medyacılara aslâ itibar edilmemeli!

2- ‘Şebeke’ vakit kaybedilmeden çökertilmeli!

Türkiye’yi büyük bir kaosun eşiğine sürükleyen, masum halkların umudu olan Türkiye’nin yürüyüşünü durdurmaya yeltenen ‘şebeke’ derhal çökertilmeli. Bu süreçte, masum ve suçsuz insanların rencide edilmemesine azamî dikkat sarf edilmeli.

3- Erdoğan, Cumhurbaşkanlığını da, başkanlık sistemini de unutmalı!

Başbakan Erdoğan, bu dönemde Cumhurbaşkanlığı’na çıkma fikrini unutmalı, dalga-kuracak Yeni Türkiye’nin kurulabilmesi için köklü devrimler yapacak gerekli hazırlıklara soyunmalı.

Bu arada, başkanlık sisteminin henüz Türkiye’ye uygun olmadığını bilmeli ve başkanlık sisteminin yarın beklenmedik bir iktidar değişiminde, bugüne kadar elde ettiğimiz kazanımların yok edilmesinden başka bir işe yaramayacağını zihninin bir köşesine kazımalı.

4- Sömürgeci eğitim sistemine son verilmeli!

Türkiye’nin en önemli, en köklü sorunlarının başında mankurtlaştırıcı, sömürgeci eğitim sistemi geliyor. Mevcut eğitim sistemi, İslâm’la ilişkisi sıfırlanmış kuşaklar yetiştiriyor sadece!

Çocuklarımızı kaybediyoruz, beyler! Geleceğimiz demek olan körpe zihinleri mankurtlaştırarak öldürüyoruz!

Burası, sömürge ülkesi mi ki, çocuklarımızı göz göre göre kaybediyoruz ve sonra da hiç bir şey olmamış gibi hareket ediyoruz? Bu sömürgeci, mankurtlaştırıcı, sığlaştırıcı eğitim sistemi, böyle devam edecek olursa, Türkiye, kültürel intiharın eşiğine sürüklenmekten kurtulamaz.

Türkiye’deki sömürgeci eğitim sistemi, kısa, orta ve uzun vadeli hazırlıklarla silbaştan gözden geçirilmeli ve Hz. Mevlânâ’nın pergel metaforu ekseninde yeniden yapılandırılmalı.

Pergelin sabit ayağı, bizim derinlikli ve zengin medeniyet dinamiklerimize basan, pergelin hareketli ayağı, bütün diğer kültürlere, medeniyetlere ve düşünce birikimlerine açılan yeni Gazalî’ler, İbn Sina’lar, İbn Arabi’ler, Yunus’lar, Mevlânâ’lar, Itrî’ler, Fuzûlî’ler, Sinan’lar… yetiştirecek şekilde yeniden kurulmalıdır.

Unutmayalım: Eğitim sistemimiz, hem İslâm’ı, İslâm düşüncesini ve medeniyet tecrübesini iyi özümseyen hem de bütün dünyalara açılabilecek özgüveni yüksek parlak kuşaklar yetiştirebildiği zaman, Türkiye dalga-kurabilecek tarihî bir yürüyüşe soyunabilir ancak.

Türkiye’nin bağımsızlık sorunu

Önce şu yakıcı gerçeği zihnimizin bir köşesine kazıyalım, derim: Türkiye, tam anlamıyla bağımsız bir ülke değil. Türkiye’nin bağımsızlığı, teritoryal (toprak’la ilgili) bir bağımsızlıktır.

Gerek ekonomik ve siyasî açıdan gerekse kültürel ve entelektüel açıdan Türkiye tam anlamıyla bağımsızlığına kavuşabilmiş değil henüz.

Türkiye, 1908 yılından itibaren bağımsızlığını yitirmiş; o tarihten itibaren tarihten çekilmiş, tarihten sürgün yemiş, başkalarının yaptığı bir tarihe sürgün edilmiştir.

Cumhuriyet tecrübesi, Türkiye’nin fiilen (teritoryal olarak) teslim alınamaması ama zihnen teslim alınması (sekülerleşerek Batılılaşması ve kendi hayat damarlarını kurutması) hikâyesidir.

Menderes’le başlayan, Özal’la ve Erbakan’la devam eden, Erdoğan’la ivme kazanan, geldiğimiz noktada geri dön/dür/ülmesi zor bir kıvama ulaşan süreç, Türkiye’nin zihnen bağımsızlaşmasının önündeki bariyerlerin birer birer yıkılması ve Anadolu kıtasının önüne taze koridorlar açma mücadelesidir.

Fiilî bağımsızlık’tan zihnî bağımsızlığa…

İlk onyıllık dönemde, Türkiye, fiilî (iktisadî, siyasî, stratejik) bağımsızlaşma sürecinde önemli mesafeler kat etti ama bu süreci henüz kemâle erdiremedi.

Türkiye’nin fiilî bağımsızlaşma sürecinin nihâî bir noktaya ulaşabilmesi için zihnî (kültürel ve entellektüel) bağımsızlaşma sürecine girebilmesi şarttır. Fiilî bağımsızlaşma, bariyerlerin yıkılması; zihnî bağımsızlaşma ise umut ve ufuk sunacak koridorların açılması demektir.

Dolayısıyla fiilî bağımsızlaşma, alan temizliği çabası ve temizlik / yarma harekâtı çalışmasıdır. Zihnî bağımsızlaşma ise taze, bembeyaz bir sayfa açma, yeniden tarih yapacak uzun ve zorlu bir medeniyet yolculuğuna çıkma iradesi gösterme mücahedesi ve mücadelesidir.

5- İktisadî bağımsızlık

Türkiye’nin iktisadî hayatına, ‘İstanbul dükalığı’ olarak adlandırdığımız 350 aile’den oluşan TÜSİAD çeki düzen veriyor. İstanbul dükalığı, küresel kapitalist şebekelerin Türkiye’deki ahtapotu. Bu ülkenin entellektüel ve kültürel dinamiklerini dinamitlemekle, Türkiye’nin varlık nedenini oluşturan ruhköklerini kazımakla görevli bir ahtapot bu.

Türkiye’deki askerî, kültürel ve medyatik vesayet rejimine de çeki düzen veren yegâne güç: ‘Bedenen’ burada, ‘zihnen’ dışarıda, Türkiye’ye Fransız ve Türkiye’yi ‘Fransızlaştırma’ / ruhköklerinden uzaklaştırma savaşı veren ‘gizli el’. Adam Smith’in ‘gizli el’i.

Türkiye, -küresel güçlerin ülkedeki çıkarlarını pekiştiren- İstanbul dükalığının krallığına son veremediği sürece, bu ülkenin çocukları, bu ülkenin ‘kral’ı olamaz ve iktisadî bağımsızlığına kavuşamaz hiç bir zaman.

6- Yargı bağımsızlığı

Türkiye’de görünüşte askerî vesayet hükümran/dı ama gerçekte Türkiye’yi seküler kodlarla küresel sisteme bağlayan, bağımlı kılan aktör, jakoben, seküler, ‘zorba’ yargı rejimidir.

Bu jakoben / seküler yargı rejiminin tek marifeti, ülkenin millî iradesinin temsilcilerini, yargısız infazla yok etmesi ve önlerini kesmesidir. Menderes’in ‘yargısız idamı’, bunun en ürpertici örneğidir.

Yine Erbakan’ın kurduğu bütün partilerin, temelde, Türkiye’yi ‘İslâmî bir yöne kaydırma amacı güttüğü’ gibi akla ziyan ve yargı sisteminin mantığını hiçe sayan absürt gerekçelerle kapatılması ise bu yargı sisteminin bu toplumunun ruhköklerinin kökünü kazımaya ant içtiğinin çarpıcı bir göstergesidir.

Türkiye, yargı rejiminde yapısal devrimler yapamadığı, toplumun kendi kültürel dinamiklerinden yola çıkarak herkese, her düşünceye, her inanca hayat hakkı tanıyan hakikatten süt emen evrensel ilkelere dayalı yerli bir hukuk sistemi kuramadığı sürece bu ülkede yargı, bağımsızlığına kavuşamayacak hiç bir zaman.

7- Hâriciye’de bağımsızlık

Türk hâriciyesi, hâriçten gazel okuyan (=bu toplumun kültürel dinamiklerine şaşı bakan) bu ülkenin insanlarına onyıllarca köle muamelesi yapan, burnundan getiren, iliklerine kadar yaşadığı Batı karşısında duyduğu aşağılık kompleksi nedeniyle Türkiye’nin çıkarlarını Batı’ya peşkeş çeken gayr-ı millî bir hâriciyedir.

Son yıllarda, buna, 17 Aralık operasyonuyla Türkiye’yi büyük bir kaosun eşiğine sürükleyen ‘paralel şebeke’nin adamlarının hâriciyeyi kuşatması, parmağında oynatmaya başlaması tehlikesi eklenmiştir.

Hâriciye’de, büyük bir temizlik operasyonu yapılmadığı sürece, Türkiye, hâriçten gazel okuyan ve Türkiye’ye operasyon çeken bu şaşı ve feleğini şaşırmış hâriciyecilerden çok çeker…

Türkiye’nin fiilî (iktisadî, siyasî…) bağımsızlığına kavuşması, zihnî (entellektüel, kültürel ve medya) bağımsızlığına kavuşmasından geçer.

Türkiye’nin tünel’den çıkışının yegâne şartı budur. Bu hayatî sorunu Cuma günkü yazıda masaya yatıracağım.

Yeni Türkiye, nasıl kurulacak?

Önce şu: Türkiye, siyaseten çökmüş ve siyaseten çöktüğü için de tarihten sürgün edilmiş bir ülke değil. Siyasî çöküş, yaşadığımız medeniyet buhranının bizi zorunlu olarak eşiğine fırlattığı çıkmaz sokaktır. Başka bir deyişle, Türkiye’nin temel sorunları, siyasî veya iktisadî sorunlar değil. Türkiye’nin asıl sorunu, varoluşsal’dır.

Siyasî ve iktisadî sorunlarımız, varoluşsal sorunlarımızın kaçınılmaz sonuçlarıdır. O yüzden, Türkiye’nin varoluşsal sorunlarını derinlemesine kavrayamadığımız sürece, Türkiye’nin hiç bir alanda varlık gösterebilmesi mümkün olmayacaktır.

Yine, yeni bir Türkiye kurulacaksa, bu, yalnızca siyasî bir atılımla kurulamaz. Çünkü siyaset, kurucu bir kaynak değil, koruyucu bir barınaktır sadece. Kurtuluş’u siyasetten beklemek, olmayacak duaya âmin demektir. Çünkü siyaset, hayatın bütününü kucaklayabilen bir varoluş alanına sahip değildir. Siyaset, bütün’le değil, ancak parça’yla ilgilenebilir.

Önce bütüncül bir hayat ve dünya tasavvuru geliştirilmeli, sonra bu bütün’ün içinde hangi parça’nın nereye, neden ve nasıl yerleştirilmesi gerektiğine karar verilebilecek kurucu, inşacı ve zihin açıcı bir noktaya ulaşılabilmelidir.

Yeni bir Türkiye’nin kurulabilmesi, kurucu bir fikrin geliştirilebilmesi, bütün cepheleriyle tartışılabilmesi ve sonra da bütün yönleriyle hayata ve harekete geçirilebilmesiyle mümkün olabilir ancak.

Bize gazeteci, entelektüel ve akademisyen değil, âlim, ârif ve hakîm lazım

Kurucu fikir, medeniyet fikridir: Medeniyet fikri, ilim, irfan ve hikmet sütunlarından oluşur. Bizi bir medeniyet fikrinin eşiğine götürecek fikrî yolculukları yapacak öncü şahsiyetler âlim, ârif ve hâkîm şahsiyetleridir.

Gazeteci, entelektüel ve akademisyen bizim varoluşsal sorunlarımızın daha derinleşmesine yol açacak işlere imza atabilir ancak. Bize gazeteci, entellektüel ve akademisyen değil, âlim ârif ve hakîm lazım!

Kurucu fikir olmadan aslâ!

Bugün ilim, irfan ve hikmet kavramlarının içi, hiç olmadığı kadar boşaltılmış, avamîleştirilmiş, bu kavramların derinlikli anlam ve hayal dünyası yok edilmiştir.

O yüzden, kurucu fikir ve kurucu, öncü kişiler olmadan, hiç bir yere gidemeyiz. Bu mesele, hayatî ve derinlikli bir şekilde irdelenmeyi hak eden bir meseledir.

O yüzden burada tünelden çıkış için çizilecek yol haritasının ana güzergâhlarını bu sütunlar oluşturduğu için burada biraz anlaşılır bir dille bizi kurucu fikre götürecek ipuçlarını verebilecek acilen halletmemiz gereken üç hayatî sorunu kısaca tartışmak istiyorum.

Bu üç hayatî sorun, düşünce dünyamız, ‘kültür’ hayatımız ve medya / eğitim düzenimiz şeklinde karşımıza çıkıyor.

Hakikatten süt emen küresel bir medya düzeni

Türkiye’nin medya rejimi, yabancılaştırıcı bir virüs gibi işliyor: Türkiye’deki medya rejiminin 25 yılda yaptığı tahribat, Kemalist devrimin yaptığı yıkımdan daha az değil.

O yüzden TRT de dâhil olmak üzere, Türk medyası, içi boş, sığ, seküler değerlerle değerlerimizi yerle bir eden, zihnimizi körleştiren, çocuklarımızın zihin ve hayal dünyalarını delik deşik eden bir sömürge medyası olmaktan derhal uzaklaştırılmalıdır.

Şu yakıcı gerçek unutulmamalı: Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu, bize bakıyor; bizim söyleyeceğimiz ‘büyük söz’ü ne zaman söylemeye başlayacağımızı merak ediyor.

Mevcut pespaye dizilerle, Batı kültürünün, posası çıkmış, sığ, sığlaştırıcı, ayartıcı kodlarının misyonerliğini yapmaktan başka bir şey yapmadığımızı iyi bilelim.

Dün, hakikatin evrensel ilkelerinin bayraktarlığını yapan bir medeniyetin çocuklarının, bugün bu pespaye dizilerle seküler Batı kültürünün misyonerliğini yapıyor olması, ne kadar trajik!

Eğer bu trajediyi göremiyorsak, vay hâlimize, diyorum sadece!

Sözgelişi, TRT, lokal bir televizyon havasından kurtarılmalı, derinlikli medeniyet birikimimizin insanlığın susuzluğunu giderecek irfan ve hikmet pınarlarını önce bölgeye, sonra da bütün dünyaya sunacak, herkesi sulayacak büyük projelere imza atabilecek küresel bir televizyona dönüştürülmelidir.

Dün, İslâm’ın hayat bahşeden evrensel hakikatlerinin bayraktarlığını yapan bir ülkenin çocuklarının, bugün, pespaye dizilerle vesaire yoz, sığ, ayartıcı seküler Batı kültürünün posası çıkmış ürünlerinin ve değerlerinin misyonerliğini yapıyor olmaları son derece düşündürücüdür!

Türkiye, hakikatten süt emen ve herkese kendini ifade etme imkânı sunan küresel bir medya düzeni kuramadığı sürece, insanlığın umudu olma imkânlarını su gibi harcamaktan kurtulamaz ve bunun hesabını hiç bir zaman veremez!

Türkiye’siz yeni bir dünya kurulamaz!

Önce şu gerçeği zihnimizin bir köşesine kazımamız gerekiyor: Türkiye’nin sorunlarını, sadece Türkiye’nin sorunları olarak görür ve sadece Türkiye içinde çözmeye kalkışırsak bu sorunları, iyice içinden çıkılmaz hale getiririz.

Türkiye, Türkiye’den ibaret bir ülke değil çünkü: Türkiye, Türkiye’den kat be kat fazla ve büyük bir ülkedir.

Bütün sorunlarımızı, küresel ölçekte ele almak ve derinlikli, bütünlüklü ve insanlık çapında düşünmek zorundayız. Ancak ondan sonradır ki hem Türkiye’nin iç sorunlarını hem de bölgenin ve dünyanın sorunlarını kavrayabilecek ve çözebilecek emin bir yer’e, zihin açıcı bir perspektife kavuşmamız imkan dahiline girebilir.

Şunu demek istiyorum: Türkiye’siz yeni bir dünya kurulamaz. Bu, dün de böyleydi; yarın da böyle olacak.

Türkiye, dünyanın atan kalbi, öldürülmeyecek vicdanı ve en güvenilir limanıdır zira.

O yüzden Türkiye’nin yeniden kendine gelmesiyle bölgemiz kendine gelebilir ve insanlık gün yüzü görebilir. Çünkü Türkiye, bin yıldır, insanlığın en zorlu üç kıtasının kesiştiği dünya coğrafyasında sulhün ve adaletin, kardeşliğin ve selametin teminatı olmuştur.

Dünyanın yeniden adalete ve hakkaniyete, kardeşliğe ve selamete kavuşabilmesi, Türkiye’nin tarih kurucu yolculuğunu yeniden üstlenebilmesine bağlıdır.

Sonuçta, geldiğimiz noktada, bildiğimiz dünyanın sonunu yaşıyoruz: Batı uygarlığı, insanlığın sorunlarını çözmek yerine, sürekli olarak sorun üreten, kendi dinamiklerini sürgit dinamitleyen bir ‘canavar’a dönüşmüş durumda.

Mısır’da yüzlerce masum insanın idam edilmesine Batı uygarlığının lordlarının sessiz kalması, ses çıkarmaması, Batı uygarlığının insanlığa söyleyeceği esaslı bir şeyin kalmadığının ilanından başka bir şey değildir.

Artık dünya böyle gitmez. Yeni bir dünya kurulacak…

Yakıcı soru şu burada: İyi de kimler tarafından ve nasıl?

Yeni bir dünyayı kurabilecek tarihî derinliğe de, irfanî derinliğe de Türkiye’den başka bir ‘ülke’ sahip değil.

Bu cümleyi kurdum ama şu soruyu sormaktan da kendimi alamıyorum: Türkiye, tarihî derinliğe de, irfanî derinliğe de yalnızca kendisinin sahip olduğu gerçeğinin ne kadar idrakinde? Ve bu iki derinliği, hayata ve harekete geçirebilecek insan sermayesine ve gerekli fikrî birikime de yeteri kadar sahip mi gerçekten?

Bu sorular, yakıcı sorular. Tünelden çıkışın yol haritasını derinlemesine çözebilmek için önümüzdeki imkanları ve zaaflarımızı derinlemesine irdelemek, bunun için de bu soruların izini saplantılardan, önyargılardan arınmış, arı, duru ve ufuk açıcı bir zihinle sürmek zorundayız.

Yeni Şafak

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ