TARİHİ ARKAPLANIYLA SÜNNETİ İNKÂR FİTNESİ
İmam Şafiî rahmetullahi aleyh hazretleri, hadisleri yani sünneti inkar inkâr edenleri “Bütün haberleri reddedenler ve haber-i hassayı reddedenler” olmak üzere ikiye ayırır. (el-Umm, 7:250) Ancak günümüzde o kadar çok çeşitlenmişlerdir, bu ayırım yeterli olmamaktadır. Biraz daha detaylandırmak gerekmektedir.
Sünneti inkar edenler
Hiç şüphesiz günümüzde sünnete karşı çıkanların hepsi aynı değildir. Çünkü kimisi bilmediği için karşı çıkmaktadır. Bunu dava edinenler sadece birkaç gruptur. Bunlar sıralayacak olursak:
- Hadisleri inkar edenlerin başta gelenleri müsteşriklerdir: Onların bütün hedefi, İslamiyet’i nazardan düşürmektir. Bu uğurda yapmayacakları hiçbir şey yoktur. Nitekim biraz sonra da yer vereceğimiz gibi, sünneti inkar fitnesi, asrımızda onların körüklemeleriyle alevlenmiştir.
- Müsteşriklerin tesirinde kalanlar: Hıristiyan âlemi, İslâmiyet gibi yeni bir dinin ortaya çıkışını, Irak, İran, Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika, Anadolu, İspanya gibi halkı Hıristiyan olan yerlerin kısa zamanda fethedilerek halkının Müslüman olmasını bir türlü hazmedememişlerdir. Bunun için bu topraklara yeniden hakim olabilme düşüncesiyle Haçlı seferleri düzenlemişler, ancak bundan bir netice alamayınca, başka yola baş vurmuşlar, ilim kisvesi altında ortaya çıkmışlardır. Bu gaye ile İslâm ilimlerini öğrenebilmek için okullar açmışlar, bu iş için büyük bir sermaye ayırmışlardır.
Neticede; İslâm dini ile ilgili olarak 1800’yılından itibaren çok sayıda kitap yazmışlardır. Bunlar, yazdıkları kitaplarla Müslümanları dinlerinde şüpheye düşürmenin yollarını araştırmışlar, bunun için ortaya aslı astarı olmayan iddialar atmışlardır. Meselâ (haşa), “Kur’ân’ın vahiy olmadığı” gibi. Ancak, onların Allah’ın bizzat koruduğu Kur’ân üzerindeki bu gayretleri boşa çıkmıştır.
Bu defa da yılmamışlar, İslâmiyet’in ikinci büyük kaynağı olan sünneti hedef almışlar, ‘Sünnet’ ve “Hadisi Şeriflerin” aslında birer uydurma olduğunu, Sahabîlerin ve asırlardır gelen âlimlerin güvenilir olmadığını iddia ederek, Müslümanları ‘Sünnet’ hakkında tereddüde düşürmeyi hedeflemişlerdir. Bu uğurda yoğun bir faaliyete giriştikleri de ortadadır.
Üzülerek ifade edelim ki, bu faaliyet neticesinde İslâm âleminden kendilerine prof. ünvanlı (bazı) destekçiler bulmuşlardır. İşte, sünneti inkar eden veya büyük bir kısmını yok sayanlardan bir grup da, müsteşriklerin tesirinde kalan kimselerdir.
- Dine girmiş gibi görünen, fakat dinden olmayan münafıklardır ki; bunların hedefi, dinin asıllarında şüpheler ortaya çıkarmak, onu temelinden sarsmak için gayret göstermektir. Bunlar, daha önce Kur’ân’ın -hâşâ- vahiy mahsulü olmayıp Peygamberimizin aklının ürünü olduğunu veya onu değişik kimselerden öğrendiğini savunan kimselerdir.
Bu saldırıları tutmadığı için tarz değiştirerek İslamiyet’in ikinci ana kaynağı olan, onsuz Kur’ân’ın layıkıyla anlaşılamayacağı sünneti hedef almışlardır. Sünnette hedeflerine ulaştıklarında, sıra tekrar Kur’ân’a gelecektir.
- Enaniyet ve şöhret olma sevdalarından kaynaklanan, “sivri şeyler” söyleyerek alaka toplamaya çalışan kimselerdir. Günümüz tabiriyle “medyatik” olmaya, gündemde kalmaya çalışan kimselerdir ki bunlar muhalefet ederk şöhret olmak istedikleri için bu yanlış yollara sapmaktadırlar.
- Allah’a ibâdet etmek istemekle birlikte aklı şaşkın, gafleti taşkın kimselerdir. Çeşitli fikirler, böylelerini sağa-sola, öne-arkaya çekip durur. Abdülganî Abdülhâlık, bunlarla ilgili olarak şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bunlar, hakka ulaşmak, Rabbine güzel ve doğru bir şekilde yapmak isteyen bir kimsedir… Görünüşte dine bağlı, onu savunmaya hırslı, korumaya hevesli görünen zındıkların ileri gelenleri ve dinsizlerin şeytanları, tatlı dilleri ve sahte ahlâkî güzellikleri ile ona bozuk fikirlerini ve batıl mezheplerini güzel gösterir. Kendilerince kabul görmüş bir takım delilleri öne sürer, hakk ile bâtılı birbirine karıştırırlar; bununla da dini muhafaza ettiklerini, onu bid’atçıların görüşlerinden temizleyerek aslî haline kavuşturduklarını zannederler.
Bunları dinleyen o kimse de duyduğu sözlerdeki hata ve dinsizliği, şer ve fesadı araştırıp anlamaksızın güzel bir niyet ve temiz bir kalb ile onların doğruluğuna ve sağlamlığına inanarak hatta, savunmaya çalışarak onlardan bu görüşleri alır.” (Hücciyetü’s-Sünne, s.128)
- Sünneti normal bir beşer tarafından ortaya konmuş bir şey olarak telakki eden ve bunun için karşı çıkanlar.
- Problemlerin kaynağının ‘sünnet’ olduğunu iddia ederek karşı çıkanlar…
- Bütün hadisleri reddedenler.
- Mehdi, gayb, kader ve kıyamet alâmetleri ile ilgili hadisleri reddedenler.
- Hadislerin az bir kısmını kabul edenler.
Buraya kadar saydıklarımızın tamamı veya bir kısmının sünneti inkar edenlerden birinde toplanması da mümkündür.
- Hadislerin isnadının Resulullah’a ait olup olmadığı hususunda tereddütte olanlar.
Bunlar da iki gruptur. Bir kısmı, böyle bir gerekçe ile hadisleri nazardan düşürme peşinde olanlar. Bu gruba girmeyenlerin ikinci kısmı ise nisbeten samimi, işin aslını araştıran kimselerdir. Bu ikinci gruba girenler, Resulullah’a aidiyetinde kesinlik olan hadisleri kabul etmektedirler. Yani sünnet veya hadisin kendisini değil, o söz veya fiilin Resulullah’a âit olup olmadığını sorguluyorlar. Ancak, bunlardan bâzıları, tespitte kullandıkları eleği çok seyrek tutarak, birçok “Sahih hadisleri” de reddedebilmektedir.
Dolayısıyla, bu son gruptakileri, yani samimî bir niyetle Peygamberimize isnad edilen metinlerin gerçekten ona ait olup olmadığını ilmî usullerle araştıranları, “Sünnet düşmanı hadis düşmanı, sünnet inkarcısı, hadis inkarcısı” şeklinde damgalamak doğru olmaz. Nitekim, önceki âlimler de bunu yapmışlardır.
Meselâ bir mezhep imamının görüşüne delil olarak kullandığı bir hadisi, bir başka mezhebe bağlı âlim, sahih bulmamış, zayıf olarak, hatta bazen uydurma olarak değerlendirebilmiştir. Onlar “Sünnet düşmanı, sünnet inkarcısı” olarak görülmediği gibi, bu gruba giren kimselere de sünnet düşmanı gözü ile bakılamaz.
Yeri gelmişken bunlarla ilgili olarak yapılan bir değerlendirmeye yer verelim. Şöyle söylenilmiş: “Dinde önemli olan her şey bize ilk tür kaynaklardan gelmiştir, îkinci kaynaklardan gelen rivayetler genellikle önemsiz veya küçük meselelerle ilgilidir ki bunlardan hangi yol benimsenirse benimsensin, fazla bir şey fark etmez. Bir kişi eğer ince eleyip sık dokuyarak bunlardan herhangi bir rivayeti sünnet olarak kabul ediyor ve başka bir kişi iyice araştırmalar yaptıktan sonra, bunları sünnet olarak kabul etmiyorsa, her ikisi de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin izleyicisi sayılacaktır.
Ne var ki, Resulullah’a ait olduğu belirtilen söz veya hareketlerin gerçekten kendisine ait oldukları belli olduktan sonra bile bunların kendileri için kanun veya (ana mesele) olamayacağını söyleyenler elbette Resûlullah’ın izleyicileri ve sadık taraftarları olamazlar.” (Sünnetin Anayasal Niteliği, s. 132)
Sünneti şerifin çeşitleri
‘Sünnet’ lügat olarak; “tabiat, huy, yaratılış, tutulan yol, hal, tavır, gidişat, çığır, kanun, emir, hüküm, yüz, yüzün görünen yeri” gibi manalara gelir.(İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, 13:225-227) Kur’an’da bu kelime çoğulu olan “sünen” tarzında 13 yerde kullanılmıştır.(Enfâl Sûresi, 38; Hicr, 13; Ahzab Sûresi, İsrâ Sûresi, 7; Âl-i İmran Sûresi, 137) Sünnet kelimesi, lügat manası itibarıyla çeşitli hadislerde de kullanılmıştır.
Sünnet, Resulullah’ın Kur’an dışında kalan söz, hareket ve görüp de ses çıkarmadığı şeylerdir. (Eş-Şatibi, el-muvafakât, 4:3; Tercümede 4:1)
Hadis alimleri bu tarife, Resulullah’ın peygamberliğinden önce söz, fiil ve tasvip ettiği şeyleri de dahil ederler.(Tâhir el-Cezâiri, Tevcihü’n-Nazar, 1:40 Ebu Zehv, el-Hadis Ve’l Muhaddisûn s. 10)
Kelamcılar da sünneti bid’atın karşılığı olarak tarif ederler.
Sünnetin çeşitleri vardır. Bunları şu şekilde tasnif edebiliriz:
Sünnet-i hüda: Sünnet-i seniyyenin en mühimleridir. Bunlar İslam’ın birer alameti, şeairi olarak bilinir. Sünnet-i hüdaya cemaatla namaz kılmak ve ezan gibi sünnetler misal olarak verilebilir. Bunlar bütün Müslümanların hukuku hükmündedir.
Sünnet-i hüdâ, bir yönüyle farz-ı kifayeye benzer. Bir cemiyette, sevabı işleyene ait olmak üzere bir veya bir kaç kişinin yapmasıyla bütün cemiyet istifade eder. Terki halinde de herkes mesul olur. Mesela bir yerde hiç ezan okunmazsa, herkes mesul olur.
Sünnet-i müekkede: Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin, devamlı yaptığı, çok az terk ettiği işlerdir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleriyle, yatsı namazının son sünneti gibi… Sünnet-i müekkedeye ayrıca ‘sünnet-i revatib’ de denilir.
Sünnet-i gayr-i müekkede: Hazreti Peygamber aleyhissalatu vesselam Efendimizin ibadet maksadıyla bazen yaptığı, bazen da terk ettiği sünnetlerdir.Yatsı namazının ilk sünneti gibi… Bunlara, müstehap veya mendub da denir.
Sünnet-i zevaid: Bu, sünnet-i gayr-i müekkede kısmındandır. Bu sünnetin çoğu örf ve adete girer. Aynı zamanda bunlar birer görgü kaidesidir. Allah Rasulü’nün konuşması, yatması, kalkması, gülmesi, yemesi, içmesi ve insan olması hasebiyle yaptığı bütün normal işler, bu guruba girer. Bir kimse günlük yaşayışında, Resulullah’ı örnek alırsa, o normal hareketi dahi ibadet hükmüne geçer.
Sünnet-i ayn: Mükellef olan Müslümanların her birisinin yapması sünnet olan ibadetlerdir, dişleri temizlemek, Cuma günleri boy abdesti almak, namazların sonunda tesbihleri yapmak ve dua etmek gibi.
Sünnet-i kifaye: Bazı Müslümanların yapmasıyla, diğer Müslümanların üzerinden mesuliyetin kalktığı sünnetlerdir. Ramazan’ın son on gününde itikafa girmek gibi. Bir yerde bir kişi de itikafa girse, orada bulunan herkesten mesuliyet kalkar. Fakat hiç kimse itikafa girmese, oranın halkının tamamı mesul olur.
Sünnet-i kifayenin sevabı sadece işleyene aittir. Terk edenlerin bu sevapta hissesi olmaz.
Hadis denilince sünnet anlaşılır!
Hadis, lügat ta, “sonradan olan, yeni, haber” gibi manalara gelir. Terim olarak ise, hadiscilere göre, Resulullah’ın; söz fiil, ve halleridir. Fıkıh usulcülerine göre de, peygamberimizin, söz ve fiilleridir.
Bu kelime, çeşitli türevleriyle Kur’an’da 34 yerde geçer. Ancak hiçbir yerde terim manası kast edilmez. Bununla beraber, Resulullah aleyhissalatu vesellam Efendimizin sözlerinde ‘hadis’ ifadesine rastlanır.
Sünnet ve hadisi birbiri yerine eş anlamda kullananlar olduğu gibi, sünneti hadisten daha kapsamlı görenler veya hadisi daha genel, sünneti daha özel olarak görenler de vardır. (Suphi Salih, Hadis İlimleri Ve Hadis Istılahları, s 3-5)
Başta dört halife olmak üzere Sahabîlerin, Tabiînin ve sonraki alimlerin yolları da kitaplarda “sünnet” olarak yer almaktadır. Aslında Peygamberimize ait olan sünnet ile, diğerlerinin sözlerini yollarını ifade eden sünnetin ayırt edilmesi şarttır.
Sünneti inkâr fitnesi ilk ne zaman başladı?
Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadislerinde şöyle buyurmuştu: “Bana Kur’an ve bir o kadarı daha [sünnet] verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi, ‘Size Kur’an yeter; onda neyi helal bulursanız, onu kabul ediniz. Onda neyi haram bulursanız, onu da haram biliniz’ diyecek. Şunu iyi biliniz ki, Allah Resulünün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” (Ebû Davud, Sünnet: 5)
Bununla beraber Resululullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz hayatta iken böyle bir sünnet hadis inkarına rastlamıyoruz. İslam tarihinde, sistemli olarak olmasa da sünnete karşı olma düşüncesi, erken devirde daha Sahabîler hayatta iken başladı. Sahabîlerden İmran bin Husayn radıyallahu anhın başından geçen şu olay bunun bir delilidir:
İmran bin Husayn radıyallahu anh, hadisler ışığında şefaati anlatmıştı. Oradakilerden bir tanesi şöyle dedi:
– Ey Ebu Nuceyd! Siz bizlere hadisler anlatıyorsunuz. Ama biz bunlarla ilgili Kur’an’da bir asıl bulamıyoruz.
– Hz. İmran, adamın bu sorusuna çok kızdı. Sonrasında aralarında şu konuşma geçti:
– Sen Kur’an okudun mu?
– Evet.
– Peki Kur’an’ın hiçbir yerinde yatsı namazının farzının dört, akşamınkinin üç, sabahınkinin iki, öğleyle ikindinin de dört rekat ” olduğuna rastladın mı?
– Hayır.
– Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan (sallallahu aleyhi vesellem) öğrenmedik mi? Peki Kur’an’da kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar zekat düştüğüne rastladın mı?
– Hayır.
– Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) öğrenmedik mi? Yine Kur’an’da, ‘Kabe’yi tavaf etsinler’ (Hac Sûresi, 29) ayetini okudunuz mu? Peki orada ‘Kabe’yi yedi defa tavaf edin, makamın arkasında iki rekat namaz kılın’ diye bir ifadeye rastladınız mı? Aynı şekilde Allah Resulünün buyurduğu şu hususlar Kur’an’da var mı? ‘Zekat tahsildarının kendisi bir yerde konaklayıp birini zekat mallarının bulunduğu yerlere göndermesi, zekat memurunun uzak bir yerde konaklayıp zekatın yanına getirilmesini emretmesi, kız kardeşleri değişerek mehirsiz evlenmek İslam’da yoktur.’ (Ebu Dâvud, Zekât: 9, Cihad, 63; Tirmizi, Nikah: 29 Nesâî, Nikah: 60; Müsned, 2:59) Aynı şekilde Allah’ın Kur’an’ında şöyle buyurduğunu duymadınız mı? ‘Resul size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da kaçının.’ (Haşr Sûresi; 29) Sizin bilginizin olmadığı, Resulullah’tan öğrendiğimiz daha başka şeyler de var.” Bunun üzerine adam:
– Beni ihya ettiğin gibi, Allah da seni ihya etsin, diye, Hz. İmran’a dua da bulunmuştur. (Beyhaki, Delailü’n Nübüvve, 1:25; Abdurrezzak, el-Musannef, 11:255; Bağdadi, el-Kifaye. S.12)
Sünneti inkar manasıyla olmamakla birlikte, Sahabîler döneminde başkalarının da dinî hükümlerin sanki sadece Kur’an’dan ibaret olduğunu sandıklarını görüyoruz. Şu iki hadise bunun için birer örnektir:
“Halid bin Üseyd, Abdullah bin Ömer radıyallahu anhuma şöyle demişti: “Biz Kur’an’da, normal zamanlarda kılınacak namazı ve korku namazını buluyoruz, ama sefer namazını bulamıyoruz?”
İbni Ömer radıyallahu anh şu karşılığı verdi: “Ey kardeşimin oğlu! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i (sallallahu aleyhi vesellem) gönderdi. Biz ancak ondan gördüğümüz şeyleri yapıyoruz. Namazın yolculukta kısaltılması da onun koymuş olduğu bir sünnettir.” (İbn-i Mace, İkametü’s-Salat: 73 (1066); Nesai, Taksiru’s-Salat: 1; Beyhaki, Sünen, 3:136 (5383) (on iki kaynakta kısmen).)
Bir defasında Abdullah bin Mes’ud radıyallahu anh, “Allah dövme yapana ve yaptırana, güzelleşmek için yüz ve kaslardaki tüyleri yoldurup Allah’ın yarattığını değiştirene ve bunu yapana lanet etsin” dedi.
Bu sözler kendisine ulaştığında Ümmü Ya’kub isimli bir kadın hemen onun yanına geldi ve “Ey Ebu Abdurrahman! Senin böyle söylediğini işittim. Bunun aslı nedir?” dedi. Sonra aralarında şu konuşma geçti:
– Resulullahın lanet ettiklerine ben niçin lanet etmeyeyim, hem bunlar Kur’ an’da da var.
– Mushaf ‘in hepsini okudum; fakat bu senin söylediklerini bulamadım.
– İyice okumuş olsaydın bulurdun. Zira Allah Tealâ, “Peygamber size neyi verdi ise onu alın, neyi yasaklarsa ondan da sakının” (Haşr Sûresi, 7) buyurmadı mı?
– Ben şu anda senin hanımlarının da bunları yaptıklarını tahmin ediyorum.
– Git, bak. Kadın gitti, baktı, geldi ve onlarda böyle şeyler görmediğini söyledi. İbni Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi: “Şayet eşim böyle olsaydı, onunla bir arada bulunmaz, ayrılırdık.” (Buhâri, büyü: 25, Tâlak: 51; Müslim, Libas: 119; Ebû Davud, Teraccül: 5)
Tabiîn döneminde sünnet inkârı
Bu tutum Tabiîn döneminde de sürdü. Muttarif bin Abdullah’a biri “Bize hadis anlatıp durmayın, sadece Kur’an’da olanlardan bahsedin” demişti. Muttarif ona şu cevabı verdi: “Vallahi biz hadisleri Kur’an’ın yerine anlatmıyoruz. Aksine hadisleri anlatmaktaki maksadımız, Kur’an’ı bizden daha iyi bilenin sözlerini anlatmaktır.” (İbni Abdilberr, Câmi’ beyanü’l-İmi ve fazluhu, 2.1193 (2349); Salih Tuğ, Zuheyr bin Harp ve Kitabu’l-İlm isimli eseri, s. 125, no:97)
Tabiînin fakihlerinden Eyyub es-Sahtiyânî (66-131/ v. 748), “Bize Kur’an’dan haber ver” diyenler hakkında şöyle demiştir: “Bir kimseye bir sünnet aktardığında, ‘Bunu bırak. Sen bize Kur’an’dan haber ver’ derse, bil ki o sapıtmıştır.” (Hilyetü’l-Evliya, 3:3; Suyuti, Miftahu’l Cenne fi’l-İhticac bi’s-sünne (Sünnetin İslâmdaki Yeri) s. 114)
İmam-ı A’zam rahmetullahi aleyh, kendisine hadis okuduğu bir Kufeli’nin, “Bize hadis okuma” demesi üzerine “Eğer sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur’an’ı anlamazdık” (Kâsimî, Kavaüdu’t-Tahdis, s. 307) karşılığını vermesi, o devirde sünnet inkarını gösteren bir başka belgedir.
Bir defasında Abdurrahman bin Yezid (ö. 153) elbise ile ihrama giren birisini ikaz etmişti. Adam, “Bana, elbisemi çıkartmam gerektiğine dair, Kur’an’dan bir ayet getir” cevabını verdi. Abdurrahman, “Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının” (Haşir Suresi, 7) ayetini okudu. (Havli, Miftahü’s-Sünne, s. 11; İbn Berr, Câmi, 2.1183 (2338))
Sünnete önem verilmemesinin bir başka şekli, başkalarının sözlerinin Resulullahın sözünün önüne geçmesiydi. Bir defasında Abdullah ibni Mes’ud radıyallahu anh bir mesele anlatmıştı. Dinleyenler “Ebu Bekir ve Ömer şöyle diyor” dediler. Buna kızan Abdullah radıyallhu anh şöyle dedi: “Allah’ın sizi yere geçirmesinden korkmuyor musunuz? Ben size ‘Resulullah şöyle buyurdu’ diyorum. Siz bana, ‘Ebu Bekir, Ömer şöyle diyor’ diyorsunuz.” (İbn Hazm, el-İhkâm, 1:148)
Sistemli olarak Hicrî II. yüzyılda ortaya çıktı
Sünneti İnkar fitnesi, sistemli olarak ilk önce Hicrî II. yüzyılda ortaya çıktı. Bunu ilk başlatanlar da Haricîler ve Mu’tezile idi. (Hariciler ve Mu’tezile hakkında mezhepler nasıl ortaya çıktı? İsimli eserimize bakabilirsiniz.)
Bazıları, Haricîlerin sünneti toptan reddettiğini söyleseler de, görüşlerini delillendirmek için Hz. Ali kerremallahu vechenin, Hz. Abdullah bin Abbas’ı Haricîlere gönderirken ona: “Onlara Kur’an’dan delil getirme, onlarla sünnetten delil getirerek tartış” dediği, yine kendisinin onlarla sünnetten delil getirerek tartıştığı, bir grup Haricî’nin Habbab bin Eret radıyallahu anhın oğlu Abdullah’a, “Bize babanın, Hz. Peygamberden (sallallahu aleyhi vesellem) işittiği bir hadis rivayet et ki, ondan istifade edelim” dedikleri rivayetlerine yer verilir.
Haricîlerin bir grup olarak Hz. Ali ve hemen sonraki devirlerde sünneti reddetmedikleri doğrudur. Onların bu görüşe sapmaları, Hicrî II. yüzyılda, başlamıştır. Bunun sebebi de kendilerine karşı mücadele verenlerin sünnetten getirdikleri delil karşısında çaresiz kalmaları ve Hakem olayına karışanların, bunu kabul edenlerin kafir olduklarına, dolayısıyla rivayet ettikleri hadislerin kabul edilmeyeceğine inanmalarından kaynaklanır.
İmam Şafiî (Ö.204/819) el-Ümm isimli eserinde Cimau’l-İlim ismiyle bir bölüm açarak “Haberleri tamamen reddeden grubun sözlerini anlatma babı” ismiyle özel bir bab ayırmıştır. Burada “Kendi mezheplerince ilim mensuplarından sayılan onlardan biri bana dedi ki:” dedikten sonra onun sözlerini nakletmiş, ona bir takım deliller getirmiştir. Her ne kadar burada sünneti reddedenlerin kimlikleri üzerinde durulmaz ise de, İmam Şafiî’nin çağdaşı olan Abdurrahman bin Mehdi, bunların Haricîler olduğunu söyler. (Muhammed Ebû Zehra, İmam Şafîî, s. 211)