Tasavvuf ehlinin kulluk anlayışı

  • 07 Eylül 2018
  • 11.276 kez görüntülendi.
Tasavvuf ehlinin kulluk anlayışı
REKLAM ALANI

İlimde derya bir alim
ve destansı mücadelesi
900 yıl kadar öncesine gidelim. İslâm medeniyetinin en parlak devirlerinden birinin idrak edildiği çağa, Abbâsî halîfelerinin başkenti Bağdat’a…

İlim meclislerinin kurulduğu, alimlerin sultanların da olduğu meclislerde ilmi müzakereler yaptığı zamanlarda, otuzlu yaşlardaki genç bir müderris dikkatleri çekiyordu. Etrafına toplanmış bilginlerin sorularını cevaplandırıyor, verdiği cevaplarla devrin moda fikir akımlarına karşı ehl-i sünnet itikadını öyle sağlam bir şekilde müdafaa ve muhafaza ediyordu ki susmak zorunda kalan muhalifleri dahi ilmi derinliği karşısında gıpta etmekten kendilerini alamıyorlardı.

Hüccetü’l-İslam olarak tarihe geçecek olan bu genç alim, herkes gibi meşhur vezir Nizâmü’l-Mülk’ün de dikkatini çekmiş, ona Selçuklu sultanlarının himayesi altında kurulan Nizâmiye medreselerinin başına geçmeyi teklif etmişti.

REKLAM ALANI

Genç alim teklifi kabul etti. İlim meclisinde üç yüzden fazlası devrinin büyük âlimlerinden olmak üzere sayısız talebeye, ezberindeki yüz binlerce hadîsi ve bu sahih kaynaklara istinad eden ehl-i sünnet itikadını ve İslami ilimleri talim ettiriyordu.

Tanıyanlar bu genç alimin kim olduğunu hemen anlamışlardır. İmam Gazali Hazretlerinden bahsediyoruz. Onun İhyâu Ulûmiddîn, Kimyâ-yı Saâdet ve bunlar gibi önemli eserleri çoğumuzun kütüphanesinde başköşede durur.

Belki birçoğumuz, onun hayatı boyunca daima Selçuklu sultanlarının ve vezirlerinin himayesi altında olduğunu ve emniyet içinde rahatça ilimle meşgul olduğunu zannedebilir. Halbuki onun ilim öğrettiği medreseleri himaye eden Selçuklu sultanı da veziri Nizâmü’l-Mülk de bâtınî bir itikadı yayarak siyasî hâkimiyetini kurmaya kalkışan Hasan Sabah tarafından şehit edilmiştir. İmam Gazâlî ise onların itikatlarını çürütmek için kitaplar yazmaya devam ederek âdeta boy hedefi hâline gelmekten çekinmeyen izzetli bir alimdir.

O, ilim sahasının yıldızı olduğu kadar, bu saldırgan grubun itikadını eleştirmekten de geri durmamış, büyük tehlikelere meydan okuyan bir mücahiddir de… Üstelik mücadele ettiği tek kesim de onlardan ibaret değildir.

Aynı zamanda tasavvuf
ehli bir sufidir…

Elli beş sene gibi kısa bir ömre çok büyük hizmetler sığdıran İmam, îmânî meseleleri aklın nesnesi yapmaya kalkışan filozoflara, aklın sınırlarını göstermekte son derece başarılı olmuştur. Devrin hadis âlimlerinden farklı olarak felsefeyi de inceleyen İmam; felsefenin metafizik kolunu, dinin sahasına girerek imanî meseleler üzerinde konuşmaya kalkışması sebebiyle tenkit eder. Böylece imanî mevzular ile aklın sahasının sınırının çizilmesi konusuna dikkat çeker.

İmam Gazâlî, bunca talebe yetiştirmesini, bozuk akidelerle olan mücadelesini, ahiret hazırlığı namına yeterli görmemiş olmalı ki; kendisini tasavvuf yoluna vermeyi tercih eder. 11 yıl boyunca makamdan, mevkiden, siyasî meşgalelerden uzak durur, iç âlemiyle meşgul olur.

İmam-ı Gazali’nin tasavvufta mürşidi, silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ebû Ali Farmedî’dir. Onun huzurunda kemâle erişip zahirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvufi ilimlerde de büyük bir âlim olur. Doğduğu yer olan Tus’a döner ve evinin yakınına bir medrese ve tekke yaptırır. Günleri insanları irşad etmekle ve tasavvufî eserlerini kaleme almakla geçirirken elli yaşını aştığı bu sıralarda ahirete irtihal eder.

Hayat hikâyesinden ve iç âleminde yaşadığı hâllerden bahsettiği kitaplardan anlaşılacağı üzere o, kuru kuruya ilim öğrenip, öğreten bir mektep hocası değildir. İmanını kelamî delillere dayandırmak da onu tatmin etmemiştir. Bu yüzden ilme’l-yakîn derecesinden hakka’l-yakîn derecesine vâsıl olmak için tasavvuf yoluna yönelmiştir. Böylece imanını bizzat kendi kalbinde yaşayıp, tattığı hakikî bir huzur hâline dayandırma ihtiyacı hissetmiştir.

Ondan bu kadar asır sonra yine onun devrinde olduğu gibi karışıklıklar içinde olduğumuz şu devirde, Mevlamızın bu ümmet içinden yeni İmam Gazâlîler yetiştirmesi mümkün değil mi?

Neden olmasın?

“Nefse oruç tutturmadan
bayram yapılmaz!”

“Allah dostu âlim olmak” deyince, birçoğumuzun aklına menkıbelerini duyduğumuz, fevkalade haller gösteren, keramet sahibi yüksek şahsiyetler gelir. Genellikle “Öyle insanlar ancak eski devirlerde yetişiyordu, ama şimdi nerede…” gibi bir düşüncelere kapılırız. Halbuki onların yaşadığı çağda da zor imtihanlar vardı ve Allah’ın dinini ehl-i sünnet yolu üzere ve tasavvufi inceliklerle hayata geçirmek hiç kolay değildi.

Elbette her zamanın kendine göre imtihanları olduğu bir gerçektir. Ahir zamanın fitnelerinin bizi her yandan kuşattığını da görüyoruz.Mesela; dünyayı bir cennet gibi gösteren bu maddi gelişmişlik içinde dünyevilikten vazgeçmek, nefsanîliğin olabildiğince serbest olduğu şu halde kendini tutmak kolay olmayabilir. Ama Allah’ın rızasına giden yol hiçbir zaman kolay olmamıştır.

Ramazan ayında tecrübe ettiğimiz bir hakikat vardır; nefse oruç tutturmadan bayram yapılmaz. Eğer ahirette bayram sevinci yaşamak istiyorsak elbette dünyada nefse biraz kısıtlama ve riyazet yaptırmak gerekir.

Önceki devirlerde yaşamış, Allah’a dost olma yolunda gayret edenler gibi biz de dünyevi bütün eğlencelerin parmağımızın ucuna kadar gelmiş olduğu bu çağda onlardan yüz çevirip, ilim öğrenen ve Allah’a güzelce ibadet eden bir kul olabilirsek bu imtihanlardan yüz akıyla çıkabiliriz.

Zaten büyük hedeflere ancak büyük imtihanları aşarak ulaşılır. Öyleyse bu çağın insanının kulluk yolunda önüne çıkan engeller, Allah dostu olmaya neden engel olsun ki? Aksine, bu çeldirici şartlara rağmen içtenlikle kulluk yapma çabası göstermek, bize Allah’ın rızasını kazandıran bir vesile olabilir.

Bizi çoğu zaman yanıltan şu olmaktadır; “Allah’ın evliyası olmak, sadece bazı üstün kabiliyetlere sahip, seçilmiş kullara mahsustur. Biz ise beşeri zaaflar içindeki sıradan kişileriz. Öyle yüksek makamlara ermek bizim gibi acizlere mi kaldı? Onlar öyle bambaşka kişilermiş… Biz kim, onlar kim?”

Hâlbuki bu düşünce doğru değildir! Çünkü Allah’ın sâlih bir kulu, bir Allah dostu olmak, Peygamberlik gibi vehbi değil, (çalışmakla kazanılan) kesbidir. Peygamberlik vehbidir, yani Allah vergisidir. Peygamberler belli bir görev için seçilmiş kullardır; herhangi bir kul çalışıp, çabalamakla Peygamber olamaz. Zaten artık Allah-u Zülcelâl, başka Peygamber göndermeyeceğini bildirmiştir, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Hatem’ül Enbiya’dır; Peygamberlik müessesesi onunla tamamlanmıştır. Ama sâlih bir kul olmak, Allah dostu olmak, her kul için çalışıp, gayret etmekle erişilmesi mümkün bir makamdır. Yeter ki, çalışıp çabalasın!

Nefsimizin tembelliğine
bakarak ümitsiz olmayalım
Her kulun Allah’ın rızasını kazanmak için yapabileceği ameller vardır. Allah-u Zülcelâl’in ona verdiği istidad ve imkanları, Allah’ın rızasına uygun kullanır, Allah’ın dinine hizmet ederse Allah-u Zülcelâl çabasını zayi etmez. Bilakis, kulun nefsiyle, şeytanla, dünyanın zor şartlarıyla mücadele ederek attığı her bir adıma mukabil Allah-u Zülcelâl kuluna çok büyük ecir ve mükafatlar verir.

Bir hadis-i kudside mecaz yoluyla bildirildiği gibi: “Allah Teala Hazretleri diyor ki: Ben, kulumun  benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O , beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir  zira yaklaşırım, o bana bir zira’ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” (Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Da’avat 142, (3598))

Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, kulun Allah’a kurbiyet kesbetmek için gösterdiği samimi çabaya Allah-u Zülcelâl fazlasıyla mukabele ediyor.

Elbette Allah’ın sevdiği, razı olduğu bir kul olmak gibi yüce bir makam, bir insanın kendi aklına göre hareket ederek başarabileceği bir hedef değildir. Dünyevi işler bile kimsenin keyfine veya zannına bırakılmadığına göre âlemlerin Rabbine kul olmak gibi, ulvi bir hedefe vasıl olmanın elbette kuralları, usulü, incelikleri olacaktır.

Öte yandan bu zor vazifede bizi asla yanıltmayan, hayal kırıklığına uğratmayan sağlam bir rehberimiz vardır. Rabbimiz Allah’ın sevgisini kazanmanın yolunu şöyle bildirilmiştir: “Ey Resulüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir.”(Âl-i İmrân; 31)

Tasavvuf ehlinin
kulluk anlayışı

Peki, Allah’ın evliyası olmak için yol yöntem belli ise, neden herkes bu gayeye erişemiyor? Madem yol belli, hem önümüzde de bir rehberimiz var; onu takip etmek yeterli; öyleyse neden bu yolda ilerleyemiyoruz? Neden evliya olmak şöyle dursun, salih bir mümin bile olamıyoruz?

Çünkü içinde bulunduğumuz çağın kötü şartlarına ve nefsimizin tembelliğine bakarak ümitsizliğe düşüyoruz. Bu sebeple de kolaya kaçıyor, hedef küçültüyoruz.

Halbuki kamil mürşidler daima “Himmetinizi yüksek tutun” buyuruyorlar. Aşklı, şevkli olun, Allah’ın katında kıymetli olmayı arzu edin…

Sufiler ise, kulluğu ikiye ayırmışlar ve demişler ki: “İnsanların ekseriyeti Allah’a, kendilerini cehennemden azad etsin, kurtarsın, cennete koysun, diye kulluk ediyorlar. Kulluk borcunu ödeyip, kurtulmaya bakıyorlar. Hâlbuki biz, Allah’a sırf o kulluğa layık olduğu için kulluk etmek istiyoruz. Biz azad edilmek için borcunu ödeyen köleler gibi değil; efendisinin kapısından asla ayrılmak istemeyen, azad kabul etmeyen köleler gibi içtenlikle kulluk etmek istiyoruz.”

Bu sebeple tasavvuf ehli, “Farzları yapıp, haramlardan kaçıp, azabtan kurtulsam bana yeter” şeklinde yapılan bir kulluğu hasbi değil, hesabi bir kulluk olarak görüyor.

Bir menkıbede şöyle denmiştir: Rabia tül-Adeviye’nin Basra sokaklarında bir elinde meşale, diğerinde de ibrikle yürürken görenler bunlarla ne yapacağını sorarlar. Şöyle bir cevap verir: “Meşaleyle cenneti ateşe vermek, ibrikle cehennemi de söndürmek istiyorum ki, cennet umudu veya cehennem korkusuyla değil, Allah sevgisiyle ibadet edenler ortaya çıksın.”

(Malumunuz kıssalarda asla değil fasla bakılır. Rabiatül Adeviyye’ye atfedilen bu kıssada Allahu Zülcelal’in sevgi ve rızası için kulluk yapılması gerektiğine dair ihlası konu alan bir mesaj verilmeye çalışıldığı anlaşılacaktır.)

Aslında aşkla, iştiyakla yapılan kulluğun da zirvesi, Peygamber Efendimizin kulluğudur. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ayakları şişinceye kadar ayakta durup namaz kıldığı gecenin sabahında, “Ya Rasullallah, Rabbin seni bağışlayacağını vaad etmedi mi? Neden böyle kendini yoruyorsun?” sorusuna verdiği cevap meşhurdur: “Şükreden bir kul olmayayım mı?”

Aynı ruh halini, aynı kulluk edebini, başta aşere-i mübeşşere olmak üzere ashabının seçkinlerinde de görürüz. Onlar Allah Resulünün diliyle cennetle müjdelenmişlerdir ama bu onların kulluk gayretinde en ufak bir gevşekliğe yol açmamıştır. İslam’ı kıtalara yaymak için dünyanın dört bir yanına seferler düzenlemişler, İslam’ı tebliğ ederken aynı zamanda güzel örnek olarak sevdirmişler ve nesilleri aydınlatacak ilim, irfan mektepleri meydana getirmişlerdir. İşte bütün imkan ve istidatlarını Allah yolunda harcayıp, içtenlik, incelik ve yüce gönüllükle kulluk yapmışlardır.

Tasavvuf ehlinin sistemleştirmeye çalıştığı yol, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin etrafında halelenerek bir sevgi yumağı halinde Allah’ın dostluğuna erişmeye uğraşan sahabenin yoludur.

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ