“Tasavvuf, Kalbi Saf Yapmak Demektir” -2-
Tasavvuf yolunun esası nedir? Tasavvuf adı altında istismarlar da yapılabiliyor. İslam’ın manevi bir derinlikle yaşamak olan tasavvufun temel hususiyetleri nelerdir?
Seyyid İbrahim Hakkı –K.S.-: Tasavvuf, Allah Resulü -s.a.v-‘in batın kutbudur. Buna bianen mevzunun esası da, insanın batın kutbunu temsil eden “nefsi” terbiye edip kendisini İslam’a muhatap hale getirmektir…
Bu yolun erkan-ı şeraitten kıl kadar sapmaksızın O’nun -aleyhisselatu vesselam- hayatı ve ahlakı ile donanmaya çalışma gayretidir. Gaye insan, Allah Resulü olduğuna göre, tasavvuftaki gaye de, Allah’ın âleme örnek olarak gönderdiği sevgilisine benzemeye çalışmaktır…
Emirlere riayet, yasaklardan kaçış ve O’nun yüksek ahlakıyla ahlaklanış… Sürekli teyakkuzda oluş ve nefis ile şeytanın hilelerine karşı koyuş… Böylece insanın ötelerle temas mekânı olan kalbi arındırıp ötelere muhatap hale gelmeye gayret ediş… İşte tasavvuf…
Ancak kıymetli olanın sahtesi çıkar. Kıymetsiz taşın sahtesini olur mu? Fakat altının sahtesini görmek mümkün. Tasavvuf da altın hükmünde olduğu için istismar ocakları boş durmamakta. Sahte çabaları ve zavallıları her yerde görmek mümkün olsa da, son devirlerde daha çok olduğu aşikâr.
Bunu kader planında seyretmek lazım. Fakat korkmaya gerek yok. Çünkü tasavvuf yolu nefisle mücadele yoludur. Nefse istediğini vermemek ise ancak hak tekkelerin harcıdır. Nefisle mücadelenin büyük cihat olduğu hikmetinden hareketle istismar ocaklarının sahtelikleri nefse muhalefetin çetin ve uzun bir mücadele olması dolayısıyla anlaşılır.
Şeriatin ölçülerinden kıl kadar ayrılmadan Allah Resulü’nün izinde, eksiksiz ve fazlasız şekilde gitmeye çalışmak, herhangi bir gizli beklenti taşımadan bunu biteviye yapmak sahte merkezlerin harcı değildir. Tavsar, kalırlar…
Gerçek mürşidi kâmil nasıl anlaşılır? Bizi aydınlatır mısınız?
Seyyid İbrahim Hakkı –K.S.-: Misalen, 30’lu yaşlarına girmiş birisi, içinde bulunduğu yaşında bütün ömründen izleri taşır. Şimdiye kadarki bütün ömrü, yaşamakta olduğu o anın manasını hazırlar. O yüzden vakıaya göre ruh değil de, ruha göre vakıa ölçüsü mevzumuzu anlamak adına temel şiardır.
Dillendirilen hikmetler icabı, âlemin var oluşunun tamamı nasıl ki, insan içinse; insan da, “yaratılanlar”a ait her basamağın şahikasını temsil mevkiinde olması icabıyla, kevn içerisinde hissenin en büyüğüne sahip ve evvelinden izleri taşıyan “kutsi varlığın” ta kendisi.
“Kutsi varlık” olan insana, hayatın içerisinde değen her şey, ona yakınlık veya uzaklık hissettirir. Çünkü insanın manası, evvelinin terkibinden teşekkül ettiğinden, manasındaki mayanın muhtevası ne ile karılmışsa kişi de o soydan olana meyleder. Haricinden gelen şeylere ise soğuk bakar.
Bu, insan psikolojisine dair tespitlerden hareketle, “Kamil-i mürşidi insan nasıl tanır?” suali, ruha göre vakıa, yani kişinin mayasına göre mürşidi tanıma diye şekillendirebileceğimiz bir şey ortaya çıkar. Nasıl ki, aşk, herkeste kendi içindeki mumu eriten birisinin varlığında vücut buluyorsa; yine herkesin mumu farklı ise, buna bağlı olarak onu eriten de farklıdır ve aşk halini sağlayan şartlar oluştuğunda kişi “aşk”ı bulmuş olur. İşte mürşidi bulmanın kişinin kendi zatıyla alakalı kısmı buradan sezilebilir.
Bununla birlikte İslam’ın üstün insanı tariflendiren vasıflarına (akla ait olan yani şeri ölçülere riayete) sahip olan büyük ruhların, kendisini arayanların mayasındaki meyil mizacıyla birleşmeyi hakiki mürşidin anlaşılmasını sağlayan ölçüdür.
İslam’da üstün insan, üstün ahlakla meydana geldiği için sadece bu dış ölçülere bakarak kişinin mürşid-i kamil olduğunu anlamak mümkünse de, ehli haricine kolay değildir. (Dış ölçülere riayet eden sahte olabilir. ) Zaten münkir de bu zorluğun içinden çıkar. Sahte mürşidler de bu zorluğun kolay kısmını kullanır ve dış ölçüler itibariyle kendisini “tesirli” gösterme gayretine bürünür…
Allah dostlarının idrak edilmesi meselesi… Eğer kalp, onu art niyetle değil de, nötr bir biçimde ararsa onu bulacak iktidarı kendisinde görür. Anlamak lazım ki, bu iş, matematik değildir, bir ile birin toplamı iki eder misali bir katiyetle tespit edilemez. Zira mesele insan ise, katiyet ifadelerini aşan bir şeyle karşılacağımızı, aklın yani katiyet radarının “insan” meselelerini çözmekte kafi olmadığını, insanın kendi içindeki başka cevherlerle “insan” meselelerine yaklaşmak gerektiği anlaşılır.
Haliyle, mürşid-i kamiller, aklın bize söyleyeceği sathi ölçülerle anlaşılabileceği gibi, bu, katiyyet ifade etmez. Katiyyeti insanın ruh antenleriyle yani sezgi kuvvetiyle de sağlaması gerektiği açık. Sezgi, insan ruhundan mühim bir şube ve insanın var ediliş hikmetlerine göre çalışan bir tabiat. En nihayetinde anlamak lazım ki, bu meseleye müspet ilimlerdeki nesnel kaideler gibi bakılmaz. Yer çekimi kanunu gibi net kaideleri yoktur. Çünkü akıl üstü bir meseledir ve insanın iç cevherlerine dairdir. Tıpkı Efendimizin peygamberliğinin anlaşılması ve Allah’ın varlığının idraki gibi…
Fakat meseleyi mücerretten müşahhasa doğru kaydırırsak elbette ki Allah dostlarının faik bir mizaçları olduğunu görüşürüz. Onlar lüzumsuz konuşmayan, hafifliklerden uzak kaçan, az uyuyan, az yiyen, tefekkür eden, varlıkları Allah’ı hatırlatan, şeriat ölçülerine bağlı, yüksek ahlaklı insanlardır. Bunun gibi herkesin aklına gelecek vasıfları onlarda görmek mümkündür. Yalandan uzak, namaza riayet, haramdan kendini korumak gibi. Fakat bu vasıflar, normal bir insanda da olabilir.
İşte o yüzden meseleyi çözmede kullanılacak olan ruhun nesnel bir biçimde hadiseye yaklaşıp karşısındaki kişinin Allah dostu olup olmadığını sezecek bir kalbin kafi miktar kullanılmasıdır. Böylece vakıaya göre ruh, yani Allah dostlarının vasıflarına göre tarif yapmak yerine; ruha göre vakıa, yani Allah dostunu anlama ölçülerine göre Allah dostlarını sezme işi ile meseleye yaklaşılmalı… Yoksa Ebu Cehil’e göre Efendimizin peygamberliği inkar edilecek birisiydi…
Ve son hikmet olarak, Allah, “kutsi varlık” olan insanların ruhlarında asgari ölçülerle kendi dostlarını sezdirecek vasfı halk etmiş olandır. Binaenaleyh, Allah dostunu anlamak için de yüksek bir insan olmaya lüzum yok. Tıpkı gözümüzün bir dağa bakması gibi. Biz bulunduğumuz yerden dağa bakarız ve onun dağ olduğunu anlarız. Dağ olduğunu anlamak için dağa kadar gitmek yahut dağ kadar yüksek olmak gerekmez… Lüzumlu olan kalbin nötr şekilde aramaya çalışması…
Bazı kesimler rabıta şirktir diyor. Niye rabıta yapıyoruz? Rabıta şirk midir? Bu hususta nelere dikkat etmek gerekir?
Seyyid İbrahim Hakkı –K.S.-: Evvela rabıtanın tarifini yapalım. Rabıta lugatta iki şeyi birbirine bağlayan ip, alaka, vuslat, münasebet, ilgi ve sevgi ile mensubiyet, cesur ve dayanıklı olmak demektir.
Tasavvuf ıstılahında ise: Müridin, tefekkür ve hayal gücünü kullanarak, mürşidiyle ruhi sahada beraber olmasını ifade eder.
Rabıta, mürşid-i kamile karşı kalpteki Allah için olan muhabbeti daima canlı tutmaktır. Bir bakıma rabıtasız, yani içinde sevgi olmayan hiçbir insan yoktur. Herkes birilerini sever, kalben kuvvetli bir meyil ve alaka hisseder. Tasavvufta maksat bu tabiî meyli Allah için bir sevgiye çevirmektir.
Tasavvufî mânâdaki râbıtanın en güzel misâli, ashâb-ı kirâm ile Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem arasındaki muhabbet bağıdır.
Ashâb-ı kirâmın Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimizʼle olan kalbî irtibatları sayesinde ruhlarında meydana gelen in‘ikâs ve insibağ, Efendimizʼin hâllerinin kendilerine aksetmesiyle neticelendi. Bundan dolayıdır ki sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’e samimiyetle;
“Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilmekten, büyük bir haz ve lezzet aldılar. Allah ve Rasûlü’nün yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”(Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girerek Efendimizʼin gıyâbında da Oʼnunla hâl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde oldular. Bu kalbî beraberlik bereketiyle Cenâb-ı Hakkʼın müstesnâ lûtuflarına mazhar oldular.
Nitekim müşrikler tarafından tuzağa düşürülüp esir edilen Hubeyb radıyallâhu anhʼın, Mekkeʼde şehîd edilmeden önce bir tek arzusu vardı: O da Rasûlullah Efendimizʼe muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek… Fakat kiminle gönderebilirdi ki?! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve:
“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlʼüne ulaştıracak hiç kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti. O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Onun üzerine de selâm olsun!” mânâsında; “Ve aleyhisselâm!” buyurdu. Bunu duyan
ashâb hayretle:
“–Yâ Rasûlâllah! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:
“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)
İşte ashabın, Allah Rasûlüʼnün gıyabında da sahip olduğu kalbî beraberlik duygusu böyleydi. Âdeta farklı bedenlerde, aynı yürekle yaşıyorlardı. Buna benzer daha nice kıssalar vardır.
Ebu Bekir-i Sıddik radiyallahu anh da hasıl olan hal buna şahit olarak yeter.
Şöyle ki; O, ruhaniyet hasebiyle Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’den hiç ayrılmadığından, hatta kada-i hacet için bile Efendimiz aleyhisselatu vesselam’dan hali (boş) bir yer bulamadığından dolayı Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’den çok utanırdı.
Bu durumu Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’e şikayet ettiğinde, Efendimiz ona ruhsat vermiş, yani abdest bozarken dahi Rasulullah’ı gayri ihtiyari hatırlamasında bir sakınca olmadığını beyan etmişti.
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in azatlısı Sevban radıyallahu anh, Efendimize karşı çok muhabbetli olup, O’nsuz hiç duramazdı. Bir gün, rengi değişmiş ve yüzünde üzüntü eseri belirgin halde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna geldiğinde, Allah’ın Nebisi ona:
“Senin rengini ne değiştirdi?”diye sordu. O da:
“Ya Rasulallah! Bende hiçbir hastalık ve ağrı yok. Ancak seni görmediğim zaman tekrar sana kavuşuncaya kadar çok sıkıntı çekiyorum. Sonra ahireti düşündüğümde seni hiç göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü sen Peygamberlerin makamına yükseltileceksin, ben ise cennete girsem de, senin makamından daha aşağı bir mertebede olacağım. Cennete giremezsem, o vakit seni ebediyyen göremeyeceğim” diye cevap verince:
“Kim Allah’a ve Resule itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” (Nisa; 69) ayet-i celilesi nazil oldu.
İşte sahabenin, Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’e karşı olan muhabbet-i kalbiyyesi ve ma’iyyet-i ruhaniyyesi (kalben sevgisi, ruhen beraberliği) böyle idi ki; Enes radıyallahu anh’dan rivayet edilen: “Beni seven cennette benimle beraberdir.” Hadis-i şerifinde Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in işaret buyurdukları sohbet sırrı, hakikatte bundan ibarettir.
Büyük velilerden İmamı-ı Mekki ve İmam-ı Kuşeyri rehimehumallah’ın beyanlarına göre; Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in vefat haberi bu zata ulaştığı zaman: “Ey Allahım! Beni kör et ki, Habibim Resulullah’tan sonra, O’na kavuşuncaya kadar hiçbir şey görmeyeyim, ”diye dua etti ve o anda olduğu yer yerde kör oldu.
O, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’i çok şiddetli bir şekilde sevdiğinden, Allah-u Teala onu cennetinde Habibi’yle beraber etti. (Kurtubi, el-Cami’: 5/175)
Bu babta zikredilenlere en büyük şahit olarak; İbn-i Abbas radıyallahu anhuma’ın hali yeterlidir. Şöyle ki; Hatem-ul Muhaddisin -muhaddislerin sonuncusu- allame, hafız Celalü’ddin-i Suyuti kuddise sirruh “Tenvir’ul-halek fi ru’yeti’n-Nebiyyi ve’l-melek” isimli kitabında şu rivayeti nakletmiştir: “Bir kere ibn-i Abbas radıyalahu anhuma, rüyasında Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’i gördü. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in ailelerinden Meymune radıyallahu anhâ validemizin yanına girerek rüyasını anlattığında, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in zevce-i tahiresi kalkıp kendisine aleyhisselatu vesselam Efendimizin aynasını çıkarak gösterdi. O zaman ibn-i Abbas (radıyallahu anhuma: “Aynaya baktığımda Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in suretini gördüm, kendi şeklimi görmedim.”dedi. (Suyuti, el-Havi, 2 / 438-439)
Mevlana Halid kuddise sirruh, “Rabıta risalesi’’nde bu rivayeti naklettikten sonra şöyle buyurmuştur: İşte bu, kavmin istilahında (meşayıhın dilinde) “Rabıtada fani olmak” diye adlandırılır.
Şeyh Sâdî, rabıtanın kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dâir şu misalleri verir:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı; nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût’un hanımları ise fâsıklarla gönül birliği içinde olduklarından, Cehennem’e dûçâr oldular. (Kocalarının peygamber olması bile onlara fayda vermedi.)”
Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, mü’minleri sâdık ve sâlih kullarıyla beraber olmaya teşvik ederek:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!”(Tevbe, 119) buyurmaktadır.
Ayette geçen beraberlik, bedenlerin bir arada bulunması durumuna mahsus değildir. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Her nerede olursanız olun, O (c.c.) sizinle beraberdir.” (Hadid, 4)
Burada bir beraberlik söz konusudur. Ancak bunun mahiyeti değişiktir. Bunun manası ‘Her nerede olursanız olun, Allah-u Teâlâ sizin yaptıklarınızı görür, bilir, her halinizden hakkıyla haberdardır’ demektir. O halde yukarıda zikrettiğimiz ayetteki beraberliğin, bedenlerin bir arada bulunması şartına bağlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Böyle bir şart olmadığına göre, geriye; tavırda, inançta, hal ve sözde beraberlik kalmaktadır.
Şu hususu da ifade edelim. Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “sâdıklar olun” buyurmuyor; “sâdıklarla beraber olun” buyuruyor. Çünkü sâdık olmak, sâdıklarla beraberliğin en tabiî neticesidir.
Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri der ki:
“Âyet-i kerîmedeki ‘Sâdıklarla beraber olun!’ emri, dâimî bir sûrette beraberliği ifâde eder. Âyette ‘beraberlik’, mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifâde eder. Fiilî beraberlik, sâdıkların meclisinde kalp huzuruyla, fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyâblarında da onların hâllerini tahayyül etmekten ibârettir.”
Sâlih zâtlara muhabbet duyup, onların bulunmadığı yer ve zamanlarda da kendini onların yanında gibi düşünmek, kişiye mânevî feyz kazandırır. İşte tasavvufta bu mânevî faydayı temin etmek için râbıtaya büyük bir ehemmiyet verilmiştir.
Râbıta, insanın manevi yönüne ait tabiî bir kabiliyetten ibarettir. Bu kabiliyet, maneviyatı kuvvetlendirmeye vesile olacak şekilde tatbik edildiği vakit râbıtanın îtikâdı zedeleyecek hiçbir tarafı yoktur.
Bu hususta Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur: “…Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da, kalbi (kâmil) bir mü’mine bağlamak (ve ona muhabbet duymak), niçin küfre sebep olsun?”
Üstelik gönlü mânevî rehberlere bağlı olmayan insanların; “Tabiat boşluk kabul etmez.” hakîkati sebebiyle, yanlış örneklerin peşine takılması da kuvvetle muhtemeldir. Nitekim; “Hak ile meşgul olmayan kalbi, bâtıl işgâl eder.” denilmiştir.
Demek ki rabıta, mürîdin mürşidine duyduğu muhabbeti dâimâ gönlünde canlı tutmak suretiyle onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmasıdır. Zira sâlih zâtların sohbet ve irşadları kadar, muhabbetleri de tesirli ve faydalıdır…
Sufilere göre rabıtanın nasıl yapılacağını ve nelere dikkat edilmesi gerektiğini şöyle özetleyebiliriz; önce rabıta yapılacak kimse ahlaki açıdan kemale ermiş müşahade mertebesine ulaşmış bir mürşid-i kamil olmalıdır. Salik bağlandığı böyle bir şeyhin huzurunda edeple bulunmalı; gıyabında ise onun suret ve siretini hayal ederek yanında iken takındığı tavrı ve taşıdığı edebi gıyabında da sürdürmeye çalışmalıdır. Rabıtada önemli olan şeyhin suret ve siretini hayalde muhafaza etmektir. Suret ve sireti hayalde muhafaza duygusu, zamanla şeyhin ahlak ve özellikleriyle bezenmiş bir hale gelmeyi sağlar.
Rabıta sahibi bir mürid öfke kontrolünde bile rabıtadan yararlanabilir. Öfkelendiği zaman: “Şimdi burada mürşidim olsa nasıl davranırdı?” diye düşünen bir mürid, bu sayede öfkesine hakim olabilir ve gadap kılıcı yerine hilm kılıcını kullanabilir.
İmamı Rabbani zamanındaki tasavvufla günümüzdeki tasavvuf aynı mı?
Seyyid İbrahim Hakkı –K.S.-: Nakşibendiyye tarikatı kıyamete dek kendisini, Efendimizden aldığını eksiksiz ve fazlasız şekliyle muhafaza eden yoldur. Eğer içinde eklemeler ve çıkarmalar olsaydı kendisini muhafaza edemez ve nurunu kaybederdi. Münekkidler hiç durmaz ve bunları ortaya koyardı. Tasavvuf, işin “aslı”ndan gayrı olmadığı için her şeye cevap var. Binaenaleyh İmam-ı Rabbani hazretlerinin zamanındaki tasavvufla şimdiki tasavvuf arasında bir fark yok. Fakat tasavvufa bağlıların manevi derinlikleri farklı olabilir. O zamanki bir salik şimdiki bir tasavvuf yolcusundan daha derin olabilir fakat bu yola değil kişiye ait bir vaziyettir.