Tasavvufî Hayatın Temeli İlimdir
İlimsiz amel de amelsiz
ilim de fayda vermez!
İlim, iman ve amel İslam dininin üzerine bina edildiği temel taşlarıdır. Bu sıralamada önce ilim yani bilmek ve tanımak sonra da bunlara iman etmek gelir. Amel ise imanın ve ilmin neticesidir. Bu sebeple iyi bir Müslüman akaid, fıkıh, tefsir ve siret gibi zaruri ilimleri öğrenmeli ve bilgilerini hayata geçirmelidir. İşte ilmin hayata geçirilmesinin adı tasavvuftur. İhsan ismi de verilen tasavvuf öğrendiklerimizi ihlâs ile yerine getirmekten başka bir şey değildir.
Bu durumda ilim hem imanın hem de amelin esasını oluşturur. Ne var ki sufiler sadece iman seviyesinde kalan ve pratiğe dökülmeyen ilmin faydasız olduğunu sıkça dile getirmişler ve bildiği halde amel etmeyenin acı bir azapla cezalandırılacağını hatırlatmışlardır. Buradaki inceliği kavrayamayan bazı Müslümanlar ise tasavvufun zahiri ilimlere karşı küçümseyici bir bakış açısına sahip olduğunu zannetmişlerdir. Hâlbuki amelsiz ilim fayda vermediği gibi ilimsiz amel de çoğu zaman faydadan çok zarar getirir. Bu sebeple bazı insanların şeriatı bilmeden tasavvufa intisap etmeleri hem kendilerine hem de tasavvufa zarar vermektedir. (Artık bir iman kurtarma mektebi gibi misyonunu sürdüren tasavvuf kurumlarına intisab eden kimselerin acil olarak en iyi şekilde en azından temel İslami ilimleri öğrenmeleri gerekir.)
Tasavvufun sağlam şer’i ilimlere bina edilmesi konusunda diğer Nakşî büyükleri gibi İmam Rabbanî hazretleri de son derece dikkatli davranmış ve müritlerine yazdığı mektuplarda islami ilimleri öğrenmeyi her şeyden üstün tutmuştur. Muhammed Muvaffak adlı bir seveni İmam Rabbanî’ye bir miktar para göndererek, bunu medrese öğrencilerine ve tekkedeki saliklere dağıtmasını istemiştir. Bu sıralamada ilim taliplerinin öne alınması imamın hoşuna gitmiş ve ona cevaben yazdığı mektupta: “Allah Teâlâ, Peygamberlerin Efendisi sallallahu aleyhi vesellemin hürmetine din düşmanlarına karşı olan mücadelenizde yardımcınız olsun! Dervişlere iltifat dolu mektubunuzun mütalaası ile şereflendim. İlim öğrenen talebelere ve tasavvuf yolunda çalışan gençlere sarf edilmek üzere bir miktar para gönderdiğinizi yazıyorsunuz. İlim öğrenen talebeleri, tasavvuf yolunda ilerlemeye çalışan müridandan önce yazdığınızı görünce çok sevindik. İlim talebesini ileride tutmak ve onları önce zikretmek, şeriatı yüceltmek anlamına gelir. Zira onlar dinin bekçileridir. İslam şeriatı ve Hazreti Mustafa sallallahu aleyhi vesellemin getirdiği din onlar sayesinde ayakta durmaktadır.” (48. Mektup)
İnfak, öğretmenin
faziletine erişemiyor
İmam Rabbanî hazretleri İslam’ın ancak ilim ile korunabileceğini ve cehaletin dinin en kötü düşmanı olduğunu bizlere bildirmektedir. İmama göre Hak yolunda infak etmek bile insanlara İslam’ı öğretmenin faziletine erişemez. Zira infak etmekle yerine göre nefsin hoşuna gidecek bir iş yapılmaktadır. Her ne kadar infak etmek nefse ağır gelirse de, vermenin getirdiği zevkin etkisiyle bugün pek çok gayri Müslim zengin, servetini insanlar için harcayabilmektedir. Hâlbuki İslam’ın ahkâmını yaymaya çalışmak nefsin hiçbir şekilde hoşuna gitmez. Özellikle günümüzde İslam’ı yaşamak bizatihi kolay değil iken, bir de dini doğru bir şekilde öğreterek, yaşatmaya çalışmanın zorluğu ehlince malumdur.
İmam Rabbani bu konuyu şöyle anlatır: “Milyonla sadaka vermek, hayrat, hasenat yapmak, herkese müyesser olabilir. Hâlbuki İslam’ın meydana çıkmasına çalışmak, nefsin istemediği bir şeydir. Buna çalışan, nefsi ile cihâd etmiş olur.” (48. Mektup)
Bununla birlikte İmam bu iki hayrı da beraberce yerine getirmeyi tavsiye eder. Yani infaklarımız İslam’ın daha iyi öğrenilmesi için verilirse; bu hem Hak yolunda infak etmek, hem de İslam’ı yayma ve koruma vazifesini yerine getirmek demektir. Bu sebeple günümüzde irfan sahibi İmam Rabbanî takipçileri, İslam’ın korunmasını ve yaşanmasını sağlamak için Kur’an Kursları yaptırmakta, din eğitimi alan öğrencilere her türlü desteği vermektedir. Hatta bu hayır sahipleri sadece ülkemizde değil, Balkanlar’da, Orta Asya’da, Açe’de, Afrika ülkelerinde din eğitimi veren ilahiyat fakülteleri ve Kur’an Kursları inşa etmekte ve böylece dini ilimlerle tasavvufi hayatın arasını cem etmektedir.
Şeri ilimlerin yayılması için
infak etmenin fazileti
İmam Rabbani bu sahada yapılan infakların kıymetini şöyle anlatır: “Fakat İslam’ın öğrenilmesi, şeriatın desteklenmesi için para sarf etmek, şüphesiz çok kıymetlidir. Bu niyet ile az bir şey vermek, bu niyet olmadan sarf edilen milyonlardan daha kıymetlidir. Kıyamet günü herkese şeriattan sorulacak, tasavvuftan sorulmayacaktır. Cennete girmek, Cehennemden kurtulmak, ancak şeriata uymakla olur. İnsanların en iyileri, seçilmişleri olan Peygamberler, herkesi şeriata çağırmıştır. O büyükler, İslam’ı öğretmek için gönderilmiştir. O hâlde en kıymetli ibâdet, insanlara yapılacak en büyük iyilik, İslam’ın ahkamının öğrenilmesine, yapılmasına çalışmak, onun yaşanmayan hükümlerini tekrar canlandırmaktır. Bilhassa şu zamandaki, İslamî esaslar yıkılmaya terkedilmiştir. Bu zamanda, Allah Teâlâ’nın emirlerinden bir tanesinin yerine getirilmesine sebep olmak, binlerle, milyonlarla (lira) sadaka vermekten daha sevaptır. Çünkü dinin esaslarını ayağa kaldırmak, Peygamberlere uymak, onların vazifesine ortak olmaktır.” (48. Mektup)
İmama göre ilim ehli, sufiler kadar şahsî kemâlâtı elde edememiş olsa bile Müslümanların maddî yardımlarından öncelikle hak sahibidir. Zira onlar sadece kendilerinin değil bilakis insanlığın kurtuluşuna hizmet etmektedirler. İmama göre bir şeyin ehemmiyeti onun insanların ve Müslümanların geneline olan faydası miktarıncadır. Bu konuda yapılabilecek itirazlara İmam Rabbanî hazretleri şu şekilde cevap verir: “Eğer ilim talebesi nefsinin elinde esirdir; nasıl olur da nefsinin elinden kurtulmuş sufiden daha önce zikredilir, diye merak eden varsa bunun hikmeti şudur. İlim talebesi kendi nefsinin elinde esir olsa bile o halkın kurtuluşuna sebeptir; nefsine uymakla kendine zarar yaparsa da, herkes onun ilminden faydalanır. Kendini yakarsa da, başkalarının kurtulmasına sebep olur. Sufi ise, nefsinin elinden kurtulmuş olsa bile o sadece kendisini kurtarmıştır. Onun halka bu manada faydası yoktur. Çok sayıda insanın kurtuluşu kendisine bağlı olan birinin kurtuluşunun, felahı sadece kendisiyle sınırlı olan kimseden üstün olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçektir.”
Çift kanatlı,
hakiki alimler
Yukarıdaki sözlerden maksat ilmin ehemmiyetini göstermektir, yoksa ilmiyle amel etmeyen ilim sahiplerini haklı göstermek değildir. Zaten İmamıza göre asıl olan ilim ile halin birleştirilmesi, tasavvufî eğitim ile dinî eğitimin bir arada götürülmesidir. Gerçek ilim sahipleri zülcenâheyn olan bu tür din alimleridir.
“Fakat sufi fena ve bekâ, seyri anillah ve seyri billah makamlarını geçtikten sonra halkı davet etmek için âleme geri dönerse o da şeriatın tebliğcileri sınıfına dâhil olup, şerefli âlimler hükmündedir. Bu davetle peygamberlik makamından bir nasip alır. Böylesi (zülcenaheyn bir mazhariyet) ayette belirtildiği üzere Allah’ın özel bir lütfudur. Nitekim ayette‘Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir’ buyurulmuştur. (Cuma, 4)”
İmam Rabbani bir sonraki mektubunu da zahir ile batının beraberce götürülmesi konusuna hasretmiştir; “Tasavvuf yolunda ilerlemek şeriatı yaşamadan mümkün değildir. Bu yolda en büyük devlet sufinin zahirini Hz. Mustafa sallallahu aleyhi vesellemin şeriatı ile süslemesi ve batınında Haktan başka şeylerden kesmesidir. “(49. mektup)
Netice olarak şu denilebilir ki tasavvufa süluk eden kimseler, manevi eğitim yanında zahiri din ilimlerini de elde etmeye çalışmalı, ilim sahipleri de manevî kemâlâtı elde etmekten geri durmamalıdır. İlim, iman ve amel birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Bu bütünlüğü koruyabildiği oranda salik gerçek manada İslam’ı yaşamış olacak ve manevi eğitimini tamamlayabilecektir.
Kalb selameti için ibadet şart!
Günümüzde bazı Müslümanlar ne yazık ki harama bakmak, gıybet etmek, insanların aleyhinde konuşmak gibi günahları kolayca işleyebilmektedir. Hâlbuki bunlar ahirette insanı iflasa sürükleyecek günahlardandır. İmam Rabbanî hazretleri bizi bu konuda şu hadisi de hatırlatarak uyarır: “Bir gün, Peygamberimiz Ashâb-ı kirâma şöyle sormuştur: Müflis kime denir, biliyor musunuz? Ashâb, parası ve malı kalmayan kimseye biz müflis deriz deyince, Resûlullah şöyle buyurmuştur: Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyamet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekât sevabı bulunur. Fakat bir kimseye sövmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş veya dövmüştür. Sevapları, bu hak sahiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce, sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra da cehenneme atılır.” (Müslim, Tirmizî)
Bir müslüman bu duruma düşmemek için kendisini takvâ eğitiminden geçirmeli, takvânın merkezi olan kalbini kötülüklerden tasfiye etmelidir. İmama göre; “İşin aslı nihayetinde kalbe bağlıdır. Eğer kalb, Allah Teâlâ’dan başkasına tutulmuş ise, yıkılmış demektir. Sadece sûrî ameller ve şeklî ibadetlerle bir şey ele geçmez. Bunun yerine, hem kalbin mâsivâdan yüz çevirmesi ve hem de Allah’ın emrettiği bedensel ibadetlerin yerine getirilmesi gerekir.”
İmam Rabbanî’ye göre kalb temizliğini bahane ederek ibadetlerden kaçınmak doğru değildir. Kalb başta oruç olmak üzere diğer kulluk vazifelerini layıkıyla yerine getirmekle terbiye olur: “Hem kalbin selâmeti, hem de bedenin sâlih işler yapması, birlikte lâzımdır. “Beden sâlih ameller yapmaksızın, kalbim selâmetdedir” demek batıldır, boştur. Kendini aldatmaktır. Bu dünyada, bedensiz ruh olmadığı gibi, bedenî ibadet yapmadan ve günahlardan kaçınmadan, kalp temiz olmaz.” (19. mektup)
Hakiki mürşidler bulun
sahteleri saptırıyor!
Sufilere göre fenâ fillah mertebesini aşmış kendini Rabbinde fani kılmış bir mürşid insanların teslimiyetini onları Hakk’a götürmek için ister. Mürşidin nefsi aradan çıkmıştır. Ona insanlara, Peygambere ve Allah’a teslimiyet yolunu gösterir. Onlar için insanların İslam ve imana girmesi asıl kazançtır, kendilerine yapılan iltifat ancak buna vesile olduğu için önemlidir. Bu tür Allah dostları İslam’a girmeden size mürid olalım diyen gayr-i müslimlere “Önce Müslüman olun, bize mürid olmasanız da olur” derler. Ama kendisinde nefis bakiyyesi olan nakıs kişilerin liderliği Hakk’ı değil kendi nefislerini yüceltmek içindir. Bunun da en kolay yolu kendilerine tabi olanların egolarını şişirmek ve onlara din adına büyük payeler vermektir. Nakıs rehber kendisine tabi olanları boş sözlerle avutur, onları yüzlerine karşı över, “Siz şöyle şöyle salih kimselersiniz, zamanın sahabesisiniz” gibi abartılı ifadelerle metheder, halbuki gerçek rehberler hiçbir zaman müridlerini şımartmazlar, onları yüzlerine karşı övmez, onların benlik ateşlerine odun atmazlar.
Bu sebeple Allah adına iyi niyetle başlayan tüm dini hareketlerde, mensub olan herkes her daim niyetlerini kontrol etmelidirler. İmam Gazali’nin de ifade ettiği üzere bazen niyet başta iyi olur, sonra kötüleşir, bazen de başta kötü olur, sonra iyileşir. Başta iyi olan niyetin sonunda da aynı safiyeti koruyacağının garantisi yoktur. Bu sebeple dini cemaatler her şartta kendilerini, hedeflerini, yaptıklarını sorgulamalı, kendilerini sigaya çekmelidir.
Birbirimize her zamankinden daha çok ihtiyacımızın olduğu bu zor zamanlarda muhtelif dini grupların cemaat taassubunu yenmek ve diğer hizmetlerdeki kardeşlerine gönüllerini açmak için daha fazla gayret göstermeğe ihtiyaçları vardır. Yoksa zaten sahipsiz ve güçsüz olan İslam ümmetinin başına daha büyük belalar gelecek, ayette belirtildiği üzere ümmetin rüzgarı, etkileme ve sürükleme gücü azalacaktır.
Kötü hasletlerin kökenine dair
behimiyyet, subuiyyet ve …
İmam Gazali’ye göre tüm insanlarda bulunan kötü hasletlerin kökeni dört ana hastalıkta yatar. Bunlar behimiyyet, subuiyyet, şeytaniyyet ve rububiyyettir. Behimilik nefsin isteklerine teslim olarak haramdan yeme, içme gibi mide ile ilgili veya cinsel günahlarıdır. Subuiyyet intikam alma gibi insandaki agresif dürtülerin sınırsızca tatmin edilmesidir. Şeytaniyet ise insanları kandırmaktır. Rububiyyet vasfına gelince bu insanlara baş olma, onların hayatını kontrol etme, insanlara tahakküm etme vasfıdır. Bu hastalığa yakalananlar diğer adı geçen subui ve şeytani günahları da kolayca işlerler. Onlara göre insanın başkalarına tahakkümü için her yol mubahtır. Bu tür kimseler için din hizmet edilmesi gereken bir amaç değil, tam tersine kullanılması gereken bir araçtır. Din adına tabi olanlar da günü birlik siyasi ve ticari çıkarlar için birer araç haline gelir. Nitekim bu tür nakıs kimselerin dini ve tasavvufî çevrelerde yaptığı tahribat her insaflı müslümanın malumudur.