Tatil Ama Nasıl?
Şehir hayatı, sunduğu onca konfora rağmen, insan ruhunda bir kasvete sebep oluyor. Hele gri renkli kış ayları boyunca binalara hapis kalmak, bedenlerimizi de ruhlarımızı da bunaltıyor. Yaz aylarını müjdeleyen ılık günlere kavuştuğumuz şu günlerde hemen hepimiz, Rabbimizin yarattığı güzelliklerle dolu tabiata kendimizi atmak istiyoruz.
Evet, bir bakıma tatil ihtiyaç haline gelmiş. Ancak bu ihtiyacın giderilmesinde elbette mümin olarak bir takım ölçülerimizin olması gerekiyor. Unutmamalıyız ki şeytani tuzaklar, bazen son derece masum görünen ihtiyaçların arasına gizlenir.
“Yeter çok çalıştın, yoruldun, senin de dinlenmeye ve eğlenmeye hakkın var. Sene boyunca evden işe, işten eve mekik dokudun. İnsanlarla boğuştun, trafikte stres yaşadın, yoruldun, bunaldın. Şöyle biraz şehir hayatının gürültüsünden uzaklaşıp kafanı dinle…”
Yahut: “Dört duvar arasında, hep aynı işlerin rutininden bunaldın. Şöyle biraz değişik yerler görsen, değişik şeyler yaşasan… Çocukların da ihtiyacı var, biraz temiz hava almaya, koşup oynamaya…”
Yalan da değil! Gerçekten de şehir hayatı görünüşte çok konforlu, rahat olmakla beraber, stresli, yani aşırı gerilim, yoğunluk ve endişe ile zihni ve kalbi yoran bir kısır döngüye hapsediyor. Sanki fatura ödemek için çalışıyor, çalışmak için yaşıyoruz. İnsanın bedenen ait olduğu tabiattan da ruhen ait olduğu maneviyattan da kopuk bir hayat…
Tatil yerleri İslam’a uygun mu?
Elbette şehir hayatının koşuşturmasından uzaklaşıp biraz dinginlik ve huzur bulmaya hepimizin ihtiyacı var. Bilhassa çocukların… Onlar da küçük yaşlardan itibaren stresli bir hayatın kucağına itiliyorlar. Onların da okul binalarıyla apartmanları arasında gidiş gelişten ibaret bu hayattan çıkmaya ihtiyaçları var. Şehrin o boz renkli bloklarının arasından kurtulup Rabbimizin yarattığı rengârenk tabiata koşmayı hepimiz özlüyoruz.
Ancak dikkat etmemiz gereken bir konu var; böyle masum duygularla çıkılan tatiller aynı şekilde masum bir şekilde bitiriliyor mu? Mesela tatil için gidilen yerler, İslami hassasiyetlerimize ne kadar uygun? Sırf kadınlara mahsus plaj veya havuz var diye bir tesis İslami oluyor mu? Duyduğumuz kadarıyla, -bilhassa çok yıldızlı, lüks olanlarında- isteyen tesettürlü olarak dolaşabilse de tesettürsüz veya tesettürün ruhuna zıt bir kılıkta dolaşanlarla iç içe olma tehlikesi mevcutmuş. Yine nargile içilen, masa oyunları oynanan yerlerde kadın erkek karışık olarak oturulup zaman geçiriliyormuş. Açık büfelerde yemek israfı cabası…
Her şey bir yana bu tatillerin gayesi, bir Müslüman’ın hayat görüşüne ne kadar uyar? Bizler bu dünyada, bir yolcu olduğumuza inanıyoruz. Sonsuz bir hayatın hazırlığı için bir ticaret seferindeyiz. Bu yol boyunca bineğimiz olan nefsimizi terbiye edip, dizgin altına almak asıl hedefimiz iken onu lüks tüketimle eğlenceyle şımartmak bizim hayat anlayışımıza ne kadar uyar?
Bir başka tehlike de, günahlara şahit olmak… Her ne kadar kendimiz yapmasak da görünce razı olmak, bir tepki göstermemek, nehyi münker yapmamak, hatta o ortama hiçbir zaruret olmadığı halde para ödeyerek desteklemek, parçası olmak… Bunun bize bir günah lekesi olarak yapışıp kalmasına niye razı olalım ki?
Herkesi kınamıyoruz…
Elbette bu yazıyı, bahsettiğimiz yerlerde tatil yapan herkesi kınamak manasında yazmıyoruz. Belki bazı kişilerin kendince bir nedeni vardır, mesela ailenin reisi olan beyefendi şuurlanmıştır ama ailesi henüz İslami hayata ve tesettüre yeni yeni alışmaktadır. Hanımını, kızlarını birden bire mahrum etmeyip gönlünü ısındırmak için böyle bir tatile getirmiştir. Yahut kocası takva ölçüsünde Müslüman olmayan bir hanım, ona muhalefet edip evde huzursuzluk çıkarmak ve çocuklarıyla ilişkisini bozmamak için gelmiştir. Elbette Allah kullarının gönlünü daha iyi bilir.
Fakat bununla beraber doğruyu yanlıştan ayıran çizgilerimizi zaman zaman tazeleyerek hatırlatmalıyız ki, böyle gerekçelerle çiğnene çiğnene büsbütün silinip gitmesin. Çünkü hadis-i şerifte haber veriliyor ki, geçmişte İsrailoğulları, yanlış yolda olanları bir iki kere uyarıp, söz geçiremeyince onlarla münasebetlerine devam ettikleri ve artık uyarmayı bıraktıkları için helak oldular. (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsîru sûre (5), 6, 7.) Bu sebeple başta kendi nefsimiz olmak üzere birbirimize bu hatırlatmaları yapmak zorundayız.
Çünkü açıkça görülen bir gerçek var, Anadolu insanı son yıllarda daha geniş maddi imkânlara kavuşmaya başladı ve bu da anne babalarının çirkin görüp kaçındığı şeyleri yapan bir neslin arkadan gelmesine sebep oluyor.
Ne yazık ki insanoğlu tarihten hiç ibret almıyor. Hâlbuki tarihe baktığımız zaman görürüz ki, bütün kavimler, maddi refahla rahatlayınca Allah’a karşı -hâşâ- ihtiyacı kalmadı zannedip sınırları çiğnemeye başlamakla fesada sürüklenmiştir. Öyle ki artık onlara uyarıcı bir Resul geldiği zaman onlara kulak tıkayacak kadar umursamaz hale gelmişler ve korkunç bir surette helak edilmişlerdir.
İslam’dan uzak tatiller
yakışmaz bize…
Bu zamanda bütün günahlar işlendiği halde helak edilmeyişimize bakıp rehavete kapılmayalım. Evet, biz Muhammed ümmetiyiz, Allah-u Zülcelâl bizi toptan ortadan kaldıracak bir felaket vermeyeceğini Habibi’ne vaad etti. Âlemlere rahmet olan Peygamberimiz, bize beddua etmedi, aksine mühlet verilmemiz ve affedilmemiz için dua etti. Ancak hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki, tabi bir felaketle yerin dibine geçirilmesek de sosyal felaketlerle, düşman tasallutuyla veya iç fitnelerle musibete uğramaktan korkmamız gerekir. Nitekim bunları görüyoruz.
İslam tarihine baktığımız zaman da, ne zaman dünya malına düşkünlük ve refah artsa, o zaman fitneler patlak veriyor. Mesela en bariz örnek olarak, siyasi sisteminde sömürgeci Roma imparatorluğunu örnek alan Emevi saltanatına bakacak olursak, onların dünya düşkünlükleri sebebiyle toplumda büyük huzursuzluklara yol açtığını, nihayet Peygamber torunlarının şehit edilmesine kadar varan ve bugün hala acısını çektiğimiz fitnelerin patlak vermesine sebep olan kötü bir yönetim uyguladığını görüyoruz. Dikkat edersek bu kötülüklerin kaynağında zengin kesimin dünyaya düşkünlük gösterip zalimleşmesi ve zulümde işbirliğine gitmesi vardır.
Sanat Tarihçileri, Emeviler döneminden kalan eserleri tanıtırken ne bir medrese ne bir vakıf hizmetinden söz etmezler. O dönemden kalan harabeler, duvarlarında Roma tarzı resimlerin olduğu hamamlar, kasırlar, (kale-saraylar) gibi dünyevi eserlere ait kalıntılardır. Emevi sultanlarına dair aktarılanlar da hep, onların şarap içerek şarkıcı kızları dinledikleri ziyafet sofraları, av partileri ve benzeri dünyevi eğlencelerdir. Hatta İslam tarihinde tasavvufun ilk çıkış noktası olan zühd hareketi, bu dünyevileşme ve günahları küçük görerek işleme anlayışına karşı, Peygamber Efendimiz ve Ashabının hayatına geri dönüş çağrısıdır.
Bugün bilhassa o çizginin takipçileri olma iddiasında olanlara, elbette ki nefsi palazlandıracak bir tatil anlayışı yakışmaz. Bize yakışacak tatil, sıla-ı rahim niyetiyle bir memleket ziyareti veya mütevazı ve tenha bir yerde biraz dinlenmek olmalıdır.
Aslında İslami cemaatlerin gerçek manada alternatif tatil hizmetleri üretmek noktasında daha aktif olması çok faydalı olacaktır. Mesela, çocukların dini eğitimi ile meşru çerçeve dinlenip spor yapma ihtiyacını birleştiren kamplar tertiplense ne kadar güzel olur. Zaten çoğu zaman yetişkinlerin yıllık izni, çocukların arzu ettiği kadar tatil yapmaya elvermiyor.
Yetişkinler de tatil fırsatını umreyle, aile ziyaretleriyle, hatta manevi bağları perçinleyecek bir itikâfla geçirebilirler. Bilhassa üç aylar ve Ramazan’a denk gelen bu yaz aylarında, manevi hayatımızı ihmal etmemeli, en azından günahlardan kaçınmaya dikkat etmeliyiz. Çünkü bu manevi mevsim, sevapların kat kat yazıldığı bereketli bir fırsat zamanı olduğu gibi, saygısızlık edildiği zaman ilahi gazabı celbeden mukaddes zamanlardır.