Zekat Vermeyen Fakirin Hakkını Gasbetmiştir!
Allah için vermenin adı; ‘infâk’
İnfak, cömertliğin; cömertlik, merhametin; merhamet de îmânın tezâhürüdür. Cömertlik ve merhametin iki düşmanı vardır: ‘İsraf ve cimrilik.’
İsraf; aşağılık duygusunu bastırma hareketidir. Cimrilik; korkaklık ve malına sığınmaktır.
Güneş nasıl karanlık ve soğuk olamazsa; bir mü’min de asla müsrif, bencil ve cimri olamaz. Hayırda yarışan bir mü’min; dâimâ çevresine, mâtemlere, mahrumlara, yoksullara rahmet ve merhamet tevzî eden bir rahmet bulutu gibidir. Bunun için servete mâlik olması da şart değildir. Ashâb-ı kiram infak yarışına girdiğinde; başını sokacak bir evi bile olmayan suffe ashâbı, dağlardan odun, çalı-çırpı topluyor, onları satıyor, eline geçen üç-beş kuruşu infâk ederek, kalbî kıvâma göre bir dirhemin milyonları geçtiği infak yarışında yerini alıyordu.
Bir gün Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir, buyurmuşlardı. Ashâb-ı kiram:
– Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevabı verdi:
– Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.”(Nesâî, Zekât, 49)
Hak dostlarından Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri de, öyle bir infak heyecanı içindeydi ki, yaptığı hayır ve infakları hiçbir zaman kâfî görmez; çalıştığı iş yerine giderken dolmuşa vereceği parayı bile infâk edebilmek için, Karaköy’den Tahtakale’ye kadar yürüyerek giderdi. Yani kendi ihtiyacından dahî fedakârlıkta bulunarak infakını artırmaya çalışırdı.
Kur’ân-ı Kerim’de infâkın asgarî hudûdu, yani farz şekli olan zekât; 32 yerde geçmektedir. Daha geniş ve engin olan infak ise 72 yerde geçmektedir. Demek ki Cenâb-ı Hak; zekâtın asgarî hududunda kalmamızı, zekâtı vermekle iktifâ etmemizi arzu etmiyor.
Zekât vermeyen, fakirin hakkını
gasbetmiştir, zalimdir!
Zekât zaten müslüman zenginin, fakir kardeşine olan borcudur. Zekât; kardeşinden sorumlu olan zenginin zimmetindeki, ‘malûm, sâbit bir hak ve pay’dır. Bunu vermemek, bir hakkın gasbıdır. Zulümdür. Rahmetli pederim Musa Efendi rahmetullahi aleyh de bu hususa çok dikkat çekerek şöyle derlerdi: “Maalesef günümüzdeki birçok zengin, değil hayır-hasenat yolunda faideli olmak; hatta üzerlerine farz olan zekâtlarını vermemek sûretiyle, bîçâre, fakirlerin haklarını pervasızca yemektedirler.”
“İnce düşünülürse; ihmalinde fakirlerin hakkı verilmediği için zekât ve öşür emirlerini yerine getirmeyenler, zalimlerden olmuş olabilirler.”
“Bir kötü hırsızlık şekli de; zenginlerin, zekât vermemek suretiyle fakirlerin malını çalmasıdır.”
Kaldı ki, Cenâb-ı Hak; asgarî hudutlarda kalmayı değil, ihtiyaç miktarından artanın tamamını infâk etmeyi bir fazîlet ölçüsü olarak ortaya koymuştur. Ayet-i kerîmede buyurulur: “…Sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. «İhtiyaç fazlasını (infâk edin.)» de…” (el-Bakara; 219)
Bu ölçü, bir mü’minin dünya malıyla olan alâkasının sebebini de ortaya koyar.
Ehl-i dünya olanlar, dünyanın fanî cazibesine aldananlar; dünyalık yarışına girerler. Bir tefâhür (böbürlenme) ve tekâsür (mal çokluğuyla övünme) gayretiyle ömürlerini tüketirler. Böylesi bir tüketiş ve tükenişin ne büyük bir ahmaklık olduğunu hikmet ehli bir zât şöyle îzâh eder: “Bir kul öldüğünde; malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir: Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır.
Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen, bunların hepsinden hesaba çekilmesidir.”
Bir insan için, üstelik kendisine fayda vermeyen bir maldan dolayı hesaba çekilmek ne kadar da zor bir durumdur. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem, bu durumdakiler için şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, ehl ü ıyâlini hayır (servet) üzere bırakır da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle varır.”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693)
Yani mîrasçılarına büyük bir servet bırakır; fakat kendisi; Malı helâl yoldan kazanmadığı, malıyla hayır işlemediği ve evlâtları da malını kötü yollarda kullandığı için; huzûr-i ilâhîye veballer yüklü bir hesap vermek mecburiyetiyle çıkar.
Sadaka ile cehennem ateşinden korunmak
Faydalı mal ise; helâlden kazanılan ve infaklarla, hayır hizmetleriyle önceden âhirete gönderilenlerdir. Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, sizin her biriniz ile tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak, ahirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak, ahirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Sonra önüne bakacak, karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde (sadece bir hurmaya bile sahip olsanız) artık bir hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz ile kendisini korusun.”(Buhârî, Zekât, 9, 10; Müslim, Zekât, 67, 97)
Bu hakikatler sebebiyle; Bir mü’min için ihtiyaçtan fazla mal, ancak infâk etmek niyetiyle anlamlı olur. Samimî bir şekilde Allah’ın dînine yardım etmek gayesine matuf olarak faydalı olur.
Ashâb-ı kirâmın zenginleri bu hususta en güzel misaldir: Onlar, servetlerini; kâfir efendilerin zulmü altında eziyet gören mü’min köleleri âzâd etmek, fakirleri doyurmak, çıplakları giydirmek, yaraları sarmak ve i‘lâ-yı kelimetullah yolundaki her türlü gayret için sarf ettiler.
Kıtlık zamanlarında büyük ve hızlı bir servet imkânı olan kervanlarını, Allah yolunda infâk ettiler. En kıymetli yerlerdeki su kuyularını, en sevdikleri bağ ve bahçelerini vakfettiler. Onlar için varlık, Allah’a varmak için bir vesileden ibaret idi. Çünkü hayrın kemâline ermek için de Cenâb-ı Hak, varlık ile gönül bağını koparmayı şart koşmuştu: “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e, hayrın kemâline eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Her fiilin bir zâhiri bir bâtını vardır. Her amel; kıymetini, niyetin samimiyetinden alır. İnfaktan, cömertlikten, fedâkârlıktan, kesilen kurbanlardan, yapılan hayırlardan Allâh’a ulaşacak olan; takvâdır, ihlâs ve samimiyettir. Amellerin makbûliyeti, samimiyetledir;
İhlaslılık ve helal şartı
Câhiliyyede de, İslâm ile mücadele yıllarında da; müşriklerin kabîlelerinin güç ve azametini sergilemek, böbürlenmek ve gösteriş yapmak için harcamalar yaptıkları, develer kesip dağıttıkları olurdu. Peygamber Efendimiz, bu niyetlerle kesilen develerin etinden yemeyi ashâbına yasaklamıştır. (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 14)
Bu sebeple, infâkın gizlisi daha makbuldür. Zira gizli, hattâ sağ elin verdiğini sol elin bile bilmediği bir surette eda edilen infak; riyâ, gösteriş, süm‘a gibi tehlikelerden muhafaza olmaya en uygunudur.
Bunun yanında; Farz ibâdeti yerine getirdiğini îlân ederek sû-i zanları bertarâf etmek, emsal ve akranına güzel örnek olmak, böylece hayırda yarışmaya meftun insanların gönüllerinde bir gıpta ve imtisal heyecanı meydana getirmek gibi güzel niyetlerle; infâkı açıktan gerçekleştirmek de meşrû ve güzel görülen bir fiildir. Fakat bunda da kalbi korumak şarttır.
Ayet-i kerîmede mealen buyurulur: “Allâh’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık infâk edenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.”(Fâtır; 29)
İhlâslı bir infâkın en mühim şartı, infâk edilecek malın helâliyetidir.
Mal, helâlden kazanılır ve hayra sarf edilirse; bir âhiret sermâyesi olur. Helalin dahî hesabı varken, bir de haramın ve şüphelinin azâbını düşünmek îcâb eder. Bile bile haramdan elde edilen bir maldan infâk olmaz. Böyle bir parayla infak, böyle bir parayla Hac ve Umre; “Lâ lebbeyk!” denilerek Allah katında reddedilir.
Ancak kişinin bilgisi dâhilinde olmadan; devrin umûm-i belvâ hâline gelmiş, yani kimsenin gayret etmekle kurtulamadığı kirlerden malı temizlemekte infâkın zarureti vardır. Mü’min; âzamî bir titizlikle, kazancına haram ve şüpheli şeylerin bulaşmasından sakınmalı, bunun yanında mânen de her ihtimale karşı bol bol infaklar ile malını temizleme gayretini sarf etmelidir. Bu, malı âdetâ filtreden geçirmek gibidir. Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyururlar: “Ey tâcirler topluluğu! Şüphesiz şeytan ve günah alışverişe karışır. (Vâkî olan yemin, lüzumsuz sözler vesâire için kefâret olmak üzere) ticaretinizi sadaka ile karıştırınız (temizleyiniz)! Tüccarlar kıyâmet günü fâcirler (günahkârlar) olarak diriltileceklerdir. Ancak Allâh’a karşı takvâ sahibi olanlarla, iyilik, dürüstlük ve doğrulukta bulunanlar müstesnâ…”(Tirmizî, Büyû, 4)
Nitekim ‘Zekât’ da lügatte «temizlik» demektir. Ancak tekrâren hatırlatalım ki; haram bir yola tevessül edilerek kazanılan para, tamamı hayırlara verilse dahî temizlenmez. Bu veriş de makbul bir infâk olmaz.
İnfak, malın meçhul geçmişini gösteren bir aynadır. Paranın kaderi, kişinin hissiyâtına dâhil olur. Bir darb-ı meselde dendiği gibi; “Para yılan gibidir, girdiği delikten çıkar.” Malının ne kadar helâl ve temiz yoldan olduğunu anlamak isteyenin, sarf yerini seyretmesi kâfîdir.
İbrelik bir infak hikâyesi
Herkes, zekât ve infâkının ehline ulaşmasını arzu eder. Malı ehil kimselere ulaştırabilmek, onu helâl yoldan kazanmaya bağlıdır. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Ticaretle meşgul, zengin bir talebesi; Ebû Abbas Nihâvendî rahmetullahi aleyhe geldi ve sordu:
– Efendim, zekâtımı kime vermem daha uygun olur? Ebû Abbas kuddise sirruhun cevabı kısa ve açıktır:
– Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver! Talebe, hocasının talimatını uygulamak üzere dolaşmaya çıktı. Çok geçmemişti ki dilenen bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp eline tutuşturdu. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrıldı. Ertesi gün aynı yerden geçerken o âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken gördü. Talebenin işittiği sözler onu kahretti: “Dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhaneye gidip bir güzel demlendim…”
Talebenin gönlü daraldı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına koştu. Tam olan-biteni arz edecekti ki; Ebû Abbas onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi kendisine uzatıp;
– Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi veriver! Dedi.
Talebe, içini dökemeden verilen vazifeyi yerine getirmek için oradan ayrıldı. Karşısına ilk çıkan şahıs delikanlı biriydi. Hiç de muhtaca benzemiyordu. Fakat hocasının sözünden çıkamazdı. Akçeyi bu gence verdi. Ancak içini kemiren bir merakla o şahsı takip etti. Delikanlı, şehrin kenar semtlerinden geçerken bir harabeye girdi ve elbisesinin altında sakladığı bir şeyi çıkarıp attı. Tam oradan ayrılacaktı ki, talebe önüne geçip sordu:
– Ey yiğit! Allah için gizleme de hakikati anlat! Şuraya attığın şey nedir? Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı tanımıştı. Mahcup bir şekilde gözleri yerde anlatmaya başladı:
– Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı! Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey isteyemedim. Istırap içinde kıvranırken, çürümeye yüz tutmuş ölü bir keklik buldum. Zaruret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor, “Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!” diye niyâz ediyordum ki, sen gelip o akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek o yenemeyecek durumda olan kuşu mezbeleye bıraktım. Şimdi verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alıp çocuklarıma götüreceğim…
Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına döndü. Hazret-i Pîr, talebesinin bir şey anlatmasını beklemeden şöyle buyurdu:
– Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de dikkat ettiğin hâlde zekâtın, şaraba gitti. Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, aynı şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukābil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de; onun sırf el emeği ile kazanılmış olmasından, yani helâlliğindendir…
Ne olursa olsun infaktan vazgeçmemeli
Diğer taraftan, temiz ve helâlden kazanıp, Allâh’ın rızâsını kazanmak niyetiyle infâk edilen sadakaların, zâhiren ehline ulaşmamış görünse de, ind-i ilâhîde nasıl bir makbûliyet sırrına vâsıl olduğuna, Peygamber Efendimiz’in anlattığı şu kıssa şahittir:
“Vaktiyle bir adam; ‘Ben mutlaka bir sadaka vereceğim’ dedi. Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün belde halkı; “(Hayret!) Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!” diye konuşmaya başladı.
Adam; ‘Allâh’ım! Sana hamdolsun. Ben bugün de bir sadaka vereceğim.’ dedi. Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk; “(Olur şey değil!) Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!” diye konuşmaya başladı.
Adam; ‘Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka yine sadaka vereceğim.’ dedi. (O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk; “(Bu ne iştir!) Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!” diye (hayretle) söylenmeye başladı.
Adam; ‘Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verebildiğim için Sana hamd olsun.’ dedi.
(Bu ihlâsı sebebiyle) uykusunda o adama; “Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe, belki yaptığından pişman olup iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.” denildi.”(Buhârî, Zekât, 14)
Bu kıssanın hissesi de, ne olursa olsun infaktan vazgeçmemenin zarûretini beyandır. Hayırların, mümkün mertebe; dindar, ağzı duâlı, takvâlı, gerçekten muhtaç olan fakat iffetinden dolayı kimseye el açmayan ehl-i îmânın eline geçmesi arzu edilir.
Âyet-i kerîmede buyurulur: “(Yapacağınız hayırlar;) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.”(el-Bakara, 273)
Yardım edilecekler içinde akrabaya, komşuya ve hemşehrîye de öncelik tanınır. Lâkin mâtemlerin civarındakilerin birtakım kusurları, hayırdan vazgeçmeye asla mazeret teşkil etmez. Biz nasıl Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine lâyık olmadığımız hâlde tâlip oluyorsak; bizim de; “Bu lâyık değil!” diyerek mahrumlara infaktan uzak olmamamız îcâb eder.
Cenâb-ı Hak, bizleri; Habîbi’ne ümmet, Kitâbı’na vâris olmak imtihanında en muvaffak kulları olan ashâb-ı kiram ve evliyâ-yı ızâm hazerâtının hâllerinden hissedâr eylesin.
Hayırda yarışan, ihlâs ile infak yolunda koşan, nefsinin ve şeytanın engellerine takılmadan hayrın kemâline, Rabbin Cemâl’ine vâsıl olanlardan eylesin.
Âmîn!..