AŞK BELDESİ KONYA’DA BİR GÜN
AŞK BELDESİNDE BİR GÜN – I
… Sabah namazı vakti dergâha gelen kafiledeki yolcular teker teker inmeye başladı otobüslerinden. İlk defa gelenler hayli merak içindeydiler, ‘Allah Dostu’, ‘ziyaret’ ve ‘Evliya’ denilence birçoğunun aklına türbe ve vefat etmiş Saadat-ı Kiram hazeratı geliyordu. Oysa insana lazım olan Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin ahlakıyla ahlaklanmış manevi sülûkunda rehber olacak zahiri bir örnek; bunu ancak mübareği görünce anlayacaklardı. Geldikleri beldede alışveriş merkezleri, deniz, orman vs. tarzı insanı çeken hiçbir şey yoktu. Konya’nın tipik karasal iklimine sahip, diğer köylerden pek farkı olmayan düz, sade bir camiinin etrafında onlarca otobüs, yüzlerce araba…
Abdesthanede, niyetler tazelendi güzelce ferahlanıldı. Çünkü abdest her hayırlı işin anahtarıydı. Anahtarı gönül kapısına süren topluluk; beklemeye başladı gönül sultanını… Herkes edeplice eğdi başını sükût içinde tefekküre daldı. Yunus’un başını koyduğu bu kapıya kabul edilecekler miydi? Kolay değil bu. Cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmed Han’ın eşiğinden döndüğü, koca Hünkârın adeta bir çocuk gibi ağladığı ve boynunu büküp geri döndüğü bir nasip meseleydi…
İşte önce kokusu sonra kendisi geldi Seyda Sultan’ın. Allah’ım neden bu kadar fazla çarpıyordu kalpler? Eldeki baston bile edeplice inip kalkıyordu. Sırttaki şal omuzları öyle sarmıştı ki sanki o da bırakma beni diyordu. O mavi cübbe herkeste olabilirdi ama başka kime böyle yakışırdı? Ve başa sarılan bembeyaz sarık, dolanılırken kimbilir kimlerin gönülleri Allah’a bağlandı?
Herkeste olabilirdi bunlar; nakışlı baston, mavi cübbe ve sarık… Ama kalbini Allah Rasulünün sallallahu aleyhi vesellemin sünnetiyle doldurmuş bir velide elbette daha güzel duruyordu. Çünkü her haliyle üsve-i hasene olan Efendimize ne çok benziyordu. Mütevazıydı, bu belirtileri göstermemek istiyordu ama istemese de engel olamıyordu görülmesine…
İnci gibi dişlerinin arasından “esselamunaleyküm” sözü duyuldu. Benzer dualarla karşılık verdi kalabalık. Önde o arkada yarenleriyle girildi mescide…
Camiiden çıkan kalabalık gönüllerin demlendiği çay ocağında hoş sohbete başladı. Burada insanlar memleketi sadece tanışma bahanesi için sorarlardı. Ankara’dan getirilen simidin yanında, Mardin peyniri, Trabzon helvası, Bursa zeytiniyle gönüller, ümmetin sofrasına taburelerini çekti. Tanışmadan birbirilerine hasret çeken bu insanlar hemen kaynaşıyor, hiç yabancılık çekmiyorlardı. Çünkü İslam ahlakını öğrenmeye başlamışlardı. İslam ahlakıysa tüm yabancılıkları aradan kaldırırdı.
Nasıl bir huzur ve yerini bulmuşluk hissiydi ki bu; herkes tebessümler saçıyordu etrafına. Ama yine de kalpte burukluğu olanlar da vardı. Kimi geç geldiğine pişman kimi tanıdıklarını buraya neden getirmediğinin derdindeydi. Modern zamanın unutturduğu kulluk bilinci ne kadar da güzelmiş bunu fark ediyorlardı. Zaman kavramı bile değişikti bu beldenin. Saate göre değil namaza göre ayarlanıyordu tüm planlar. Buluşmalar hatme vaktine…
Çayhanede konuşulanlara kulak verince ortak derdin ne olduğu anlaşılıyordu hemen;
“Seyda hazretlerinin yeni kitabı çıkmış aldın mı?”
“Tevbeyi herkese anlatmalıyız”
“Abdulkadir Geylani hazretleri şöyle buyurmuş…”
“Kurban orada da sohbet evimiz var, merkezde…”
“Allah-u Zülcelal’in rızasını nasıl kazanırız?” Herkesin derdi buydu işte! Zaten bunun için gelmemişler miydi bu beldeye? Kulluk sanatını ustasından öğrenip, gösterdiği gibi amel etmeye, yaşadığı gibi yaşamaya…
Akşam ezanına az vakit kalınca herkes yâr ile namaz kılmanın ve onunla beraber tevbe edecek olmanın heyecanıyla yaptı hazırlıklarını. Namaz kılındı, tesbihat yapıldı ve her zaman bir olma derdi olanlar yine beraber biçimde hayatlarının başlangıç sözünü söylediler, kısık ses ve bağıran kalplerle, “Yarabbi, bütün yapmış olduğum günahlardan ben pişmanım…”