Kalbi hastalıklar ve tasavvuf ehli
İnsanı mahveden
iki hastalık
İnsanı mahveden, helak eden iki kalbi hastalıktan birisi gıybet diğeriyse nemime yani koğuculuktur (laf taşımaktır.)
Peki gıybet nedir? Gıybet; bir kimsenin arkasından, doğru olsa bile duyduğu zaman üzüleceği şekilde konuşmaktır. Bazı kimseler, “Gıybet yapma” diye ikaz edildiklerinde “Söylediklerim yalan değil ki” diyorlar… Söylenilen doğru ise gıybet oluyor, doğru değilse zaten iftira oluyor. Bunu çoğu kimseler bilmemektedir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir gün sahabelere:
– Gıybet nedir, bilir misiniz? diye sordu.
– Allah ve Resulü daha iyi bilir, dediler. Buyurdu ki:
– Mümin kardeşini sevmediği bir şeyle anarsan, gıybetini yapmış olursun. Sahabelerden biri:
– Dediğim ayıbı kendisinde görürsem ne olur? diye sorunca, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz buyurdu ki:
– Eğer dediğin şey onda varsa gıybet etmiş olursun, ama yoksa yalan söylemiş, iftira etmiş olursun. (Müslim, Birr, 70, III, 2001; Ebu Davut, Edep, 40, V, 191-192.)
Kalbi hastalıkların içinde en tehlikeli ve tedavi edilmesi en zor olan hastalıklardan birisi gıybettir. İnsanı cennet yolundan çıkarır ve cehennemin yoluna sokar. Onun için insan, eğer Allahu Zülcelâl’in rızasına giden cennet yolunda yürümek istiyor ve o yoldan ayrılmak istemiyorsa önündeki bu dağ gibi engeli kaldırmanın çarelerine bakması lazımdır.
Laf taşımak ve
iflasa götüren gıybet
Nemime ise hoşa gitmeyen bir şeyi açıklamak, daha açık bir ifade ile sırrı açığa çıkarmak, açıklanması hoşa gitmeyen bir şeyden örtüyü kaldırmaktır. Laf taşımak, mümin için çok çirkin bir sıfattır ve Allah-u Zülcelal’in rızasına giden yolun üzerinde duran büyük bir engeldir. Kim ki koğuculuk sıfatını üzerinden atmak için gayret etmezse bu sıfat sahibini doğruca cehenneme götürür.
Şu zamanda gıybet ve koğuculuk insan için sanki atıştırılan bir meyve, bir çerez gibi olmuştur. Bir kimse, bir yerde oturduğu zaman hemen başka insanlardan konuşarak onların gıybetini yapıyor. Hâlbuki gıybet yapan kişinin hali, elinde bulunan malları müsrifane bir şekilde etrafa dağıtan kimsenin hali gibidir. O da gıybet yaparak bin bir zorluklarla kazandığı sevaplarını gıybetini yaptığı insanlara dağıtmaktadır.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Cehennemde, dört kimse cehennem suyu ile ateş arasında feryat edip koşarak cehennemdekileri telaşa düşürürler. Cehennemdekiler birbirine:
– Bunlara ne oldu! Bizi rahatsız ediyorlar, derler.
– O dört kimseden biri ateşten kapalı tabutun içerisinde, diğeri bağırsaklarını yerde sürüyerek, biri de irin ve kan kusarak, dördüncüsü de kendi etini yiyerek azap görürler. Ateşten tabutta azap görerek cehennem ehline eziyet verenin suçu sorulduğunda:
– Ölürken üzerinde insanların hakkı kalmıştı. Yani borçlu olarak ölmüştü, denilir. Bağırsaklarını yere sürüyenin suçu sorulunca:
– İdrardan sakınmazdı, denilir. İrin ve kan kusanın suçu sorulunca:
– Müstehcen (çirkin) sözlerden hoşlanırdı, denilir. Etini yiyenin suçu sorulunca:
– İnsanları çekiştirir, gıybet eder ve söz ulaştırarak insanları birbirine düşürürdü, denilir. (Taberani, İbn Ebi’d-Dünya)
Onun için bilerek veya bilmeyerek gıybete düştüğümüz zaman, (amellerin gidip) elimizde yalnızca imanımızın kaldığını bilmemiz lazımdır. Bu iman da kuvvetsiz kaldığı zaman, -neuzübillah- sekarat esnasında elimizden gidebilir. Bu yüzden elimizden geldiği kadar, gıybet, nemime ve diğer günahlardan kendimizi muhafaza etmemiz lazımdır.
Menfaat tasavvuf
ehlinin yanında
Haris el-Muhasibi rahmetullahi aleyh , tasavvuf ehli, büyük bir zattır. Bir gün onun hakkında Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyhe şöyle dediler:
– Haris el-Muhasibi tasavvuf ile alakalı mevzulardan bahsediyor. Bunlara ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden delil getiriyor. Onu dinlemek istemez misin?
Ahmed bin Hanbel:
– Evet dinlemek isterim, dedi. Nihayet bir gece yanına gitti. Gece sabaha kadar sohbetini dinledi. Haris el-Muhasibi ve yanında bulunanlarda dinen münasip olmayan bir şeye rastlamadı. Ahmed bin Hanbel, burada gördüklerini şöyle anlatmıştır: “Akşam ezanı okununca öne geçip namaz kıldırdı. Namaz kılındıktan sonra yemek yedi. Yemeğe oturdular. Haris el-Muhasibi hem konuşuyor hem yemek yiyordu. Zaten yemek yerken güzel şeylerden bahsetmek, sünnete de uygundur. Yemek yedikten sonra ellerini yıkadılar. Sonra, beraberce oturdular.
Herkes yerini alınca: ‘Bir suali olan var mı?’ diye sordu. Riya, ihlâs ve muhtelif hususlarda, sualler sordular. Suallere cevap verdi. Ayrıca delillerini de söyledi. Bu sırada gece bir hayli ilerlemişti. Birisine Kur’an-ı Kerim okumasını söyledi. Kur’an-ı Kerim okundukça ağlıyor, inliyor ve gözyaşları döküyorlardı. Kur’an-ı Kerim okuması bitince, Haris el-Muhasibi hafifçe dua yaptı, sonra namaza kalktı.”
Ahmed bin Hanbel, sabah olduğunda Haris el-Muhasibi’nin faziletli bir zat olduğunu söyledi ve: “Hakikatin başı onların yanındadır” buyurdu. Oğluna da şöyle nasihat etti: “Oğlum bu insanlardan ayrılma, onlarla beraber ol; bütün emirlerin başı (Allahu Zülcelal’in tanınması, zühd, vera ve güzel ahlak) bunlardadır.”
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh) bir mezhep kurucusu büyük bir âlim olduğu halde, tasavvuf ehline karşı böyle güzel bir itikadı vardı. Siz, bizim zamanımızdaki bazı insanların ve bizden önceki insanların tasavvuf hakkında ileri geri sapıkça konuşmalarına bakmayın. Mezhep kurucusu olan Ahmed bin Hanbel gibi zatlar, yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kılıyorlardı. Gecelerini devamlı ibadetle geçiriyorlardı. Kalpleri ve beyinleri münevverdi, nurluydu. Bu zamandaki tasavvuf karşıtı insanların kalbi de beyni de paslıdır. Kalbi ve beyni paslı olan bu insanlar, ilimden ve Kur’an’dan ne anlıyorlar ki tasavvuf ehli hakkında hüküm vermeye çalışıyorlar?
Hâlbuki kalbi ve beyni münevver olanlar, tasavvuf ehli hakkında hep güzel sözler söylemişlerdir. Bizlere, Sâdâtı Kiram’ın himmeti altında, onlarla beraber yaşamayı nasip ettiği için Allahu Zülcelal’e yüz bin defa hamd-ü senalar olsun.
Kalp ehli iki hanım veli
ve manevi halleri
İster kadın olsun ister erkek olsun bazı büyük zatlar, Allah-u Zülcelal’e öyle ibadet etmişlerdir ki hem kendilerine hem de başka insanlara doktor olmuşlardır. Fatıma-i Nişaburiyye isminde kadın bir Evliya şöyle demiştir: “Allah-u Zülcelal’in kendisini gördüğünden gafil olup, bunun şuuruyla amel etmeyen kimse her meydanda yürür, her lisanla konuşur.”
Bu şu demektir; insan Allah-u Zülcelal’den gafil olursa, şeytan o kimseye musallat olup bütün günah yerlerine onu sokacaktır. “Her lisanla konuşabilir” Yani ağzına ne söz gelirse ister gıybet, ister nemime, ne olursa olsun; rahatlıkla söyler. Onun için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “İnsanları yüzükoyun ateşe sürükleyen, dillerinin biçtiği mahsullerden başka bir şey değildir.” (İbn Ebi’d-Dünya)
Demek ki insan Allah-u Zülcelâl ile huzurlu olduğu zaman ve kendisine verilen zikirleri huzurla yaptığı zaman, her nereye giderse gitsin daima “Allah-u Zülcelâl beni görüyor” diye düşünür ve ona göre hareket eder. Şüpheli olan bir iş önüne geldiği zaman da o işi yapmaz. Çünkü o insan Allah-u Zülcelal ile huzurludur. İnsan, böyle olduğu zaman Allah-u Zülcelâl onu muhafaza etmektedir. Allah-u Zülcelal’in korkusu onu hatalardan muhafaza eder.
Eğer insan daima Allah beni görüyor diye Allah-u Zülcelal ile murakabeli olursa, onun dili de daima doğru olur. Çünkü Allah-u Zülcelal’den hayâ eder. Ve tabii olarak ameli de ihlâslı olur. İşte Fatıma-i Nişaburiyye böyle güzel konuşan, tasavvuf ehli manevi bir doktordu.
Kadın Evliyalardan bir başkası ise şöyle demiştir: “Ben ne kadar ezan sesi duymuşsam, hepsinde kıyamet günü İsrafil aleyhisselamın Sur’a üflediğini hatırlamışımdır. Ezan sesi kulağıma geldiği zaman, sanki; “şimdi İsrafil (aleyhisselam) Sur’a üfledi, kıyamet koptu ve ben Allah-u Zülcelal’in huzuruna gideceğim” diyordum. Parça parça yağan karı gördüğüm zaman, kendi kendime diyordum ki; “Kıyamet gününde insanların amel defterleri de böyle yağacak. Sanki ben kıyamet günündeyim. İnsanların amel defterleri de böyle yağan kar gibi uçuşarak eline gelecek.”
Ben ne zaman sıcak bir gün görsem haşir meydanını hatırlıyorum. Haşir meydanında güneş bir mil kadar insanlara yaklaşacak.”
“İnsanlar sıcaktan ter içinde kalacaklar. Onların bu teri çamur olacak. Ve her insan günahına göre, bu çamura batacak. Bazı insanlar topuklarına kadar batacak; bazıları dizlerine kadar; bazıları göbeğine kadar; bazıları ise boğazlarına kadar bu çamura batacaklar. İşte, sıcak günler bana terin, insanların ameline göre çamurun içine karışacağı haşir meydanını hatırlatıyor.”
Bakınız, bu zatlar dünyada ne görüyorlarsa onlara ahireti hatırlatıyordu. Sanki kıyamet kopmuş da ahireti gözetiyorlar, hesap görüyorlar gibi davranıyorlardı. İşte, asıl iman budur.
İman, gayba ait şeylere inanmaktır. Yani Allah-u Zülcelal’i görmediğimiz halde O’na inanmak, kıyamet gününe, cennete ve cehenneme görmediğimiz halde inanmak gibi. Onlar öyle iman etmişlerdi ki sanki bu gayb olan şeyleri görüyor gibi davranıyorlar ve işte böyle güzel, hikmetli düşünüp konuşuyorlardı. Cennet onlara helal olsun!
Allah-u Zülcelâl ile aramızın kötü olduğu kanaatine varırsak, bilelim ki bu halimizin çaresi yine O’nun yanındadır. İnsanın kalbi, Allah-u Zülcelal’in kudreti altındadır. Dilerse o kalbi cennet tarafına, dilerse de cehennemin tarafına çevirebilir.
Yeter ki insan, O’na karşı biraz samimi olsun ve kendisini bir şey olarak görmesin. Kendi nefsine hiçbir varlık vermesin. “Ben şöyleyim, böyleyim” demesin.
Günahlardan temizlenmenin
çaresi tevbedir
“Bütün ahireti ve dünyanın hepsini sana verelim, buna karşılık bir günah işle!” deseler yine de günah işlemeyiz. Çünkü orada hakikati göreceğiz.
Cennet ve cehennemin olduğunu daima duyuyoruz. Ama duymakla görmek aynı şey değildir. Tabii olarak, görmek daha farklıdır. Mansur bin Ammar şöyle demiştir: “Ben, hem duydum hem de kitaplarda gördüm ki; Malik cehennemin bekçisidir. Allahu Zülcelâl cehennemi onun emrine vermiştir.
Yine Allahu Zülcelâl Malik’e, cehenneme girecek olan insanların sayısı kadar da el vermiştir. Her insanı bir eliyle zincirler, ayağa kaldırır, oturtur. Malik cehenneme bakınca, onun heybetinden cehennem ateşi birbirini yer. Hâlbuki cehennem, simsiyah ve insanın bakamayacağı kadar dehşetli ve heybetlidir.”
İşte, Allahu Zülcelal’in azabı böyle şiddetlidir. Biz daima, “Cehennem, ateş, azap” diyoruz ama oradaki ateş, bize sanki dünyadaki ateş gibi geliyor. Oysa onun şiddeti ancak, görüldüğü zaman anlaşılır. Allahu Zülcelâl, kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize, razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin… (Âmin)