ALLAHU ZÜLCELÂL’İN RIZASI İÇİN HER ŞEYİMİZİ FEDA EDELİM
Cehennem ateşi sizi ağlatmadan, ağlayınız!
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:”O gün, cehennem de (zebaniler tarafından, haşir meydanına) getirilecektir. İşte o gün, insan (dünyada yapmış olduğu) günahlarını hatırlayacak. Fakat, o hatırlama neye yarar (ki)?” (Fecr; 23)
Cehennem kitaplarda anlatıldığına göre öyle dehşetli bir yerdir ki; kıyamet günü haşir meydanına, her bir bağına yetmiş bin zebani bağlı olduğu halde getirilecektir. Her bir zebaninin alınları bir aylık mesafe genişliğinde, iki omuzunun arası bir yıllık mesafe genişliğinde, kulak memesi ile ensesi arasındaki mesafe, yetmiş yıllık mesafe genişliğindedir. Bunların her birinin öyle bir gücü vardır ki, elindeki topuz ile bir dağa vursa, dağ toz gibi olur. Her bir vuruşunda, yetmiş bin kişiyi cehennem çukuruna atar.
Nitekim İbnMes’udradıyallahuanh şöyle demiştir:”Cehennem yetmiş bin meleğin yedeğinde çekilerek getirilir ve nihayet arş’ın solunda yer alır. Kızgındır ve ateşin sesi, uğultusu duyulur.”
Hz. Ömer radıyallahuanh şöyle demiştir:”Cehennemi çok hatırlayın. Zira onun ateşi şiddetli, dibi derin ve topuzları demirdendir.”
İbn-i Abbas radıyallahuanh da ise cehennemden bahsederken: “Kuşun yemleri toplaması gibi, cehennem de cehennemlikleri öyle toplar.” Diye anlatmıştır.
Ebu Ya’la şöyle demiştir: “Ey insanlar! Cehennem ateşi sizi ağlatmadan, ağlayınız; çünkü, cehennemde öyle ağlayacaksınız ki, yüzlerinizden akan yaşlar bittikten sonra da kan ağlayacaksınız. Bu ağlamadan dolayı yüzünüzde kanallar oluşacaktır.”
İşte, bütün bunlara bakarak, biraz uyanık olmamız lazımdır. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, insanın akıbeti çok önemlidir.
Abdullah İbn-i Mes’udradıyallahuanh’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “İnsan, annesinin karnında kırk gün su olarak kalır. Bundan sonraki kırk gün içinde, kana dönüşür. Daha sonraki kırk gün sürede, et parçasına dönüşür. Bu yüzyirmi gün tamamlandığı zaman, Allah-u Zülcelal bir meleği, ona ruh üflemesi için gönderir. Bu et parçasına ruh üflendikten sonra, Allah-u Zülcelal o meleğe şu dört şeyi yazmasını emreder; dünya da ne kadar rızk yiyeceğini ve ne kadar yaşayacağını; cehennemlik veya cennetlik olacağını…Bir kişi, onbeş yaşından sonra kötü yollara sapar. Hataların ve günahların içinde adeta kaybolur. Ömrünün sonunda, bütün bu hata ve günahlarından pişman olarak tevbe eder. Allah-u Zülcelal de onun bütün günahlarını affeder. Bir kişi de ömrünün tamamında iyi ameller işleyip, salih bir kimse göründüğü halde, akıbetinde dalâlete düşüp fasıklardan olur.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Onun için insan, ister genç olsun, ister ihtiyar olsun, akıbetini düşünerek çok dikkatli davranmak zorundadır. Ölüm anında insan ne halde ise, amel defteri o şekilde kapanacaktır. Tevbe üzerine yaşayıp iyi ameller işlemişse, salih kimselerden olup, defteri hayırla kapanacak; günahlarla yaşayıp, kötü ameller işlemişse, günahkâr ve fasık kimselerden olup, defteri kötü bir şekilde kapanacaktır.
Sehl bin Abdullah et-Tüsterikuddisesirruhunarkadaşları şöyle nakletmişlerdir: “Biz onu, hiç bir ayetin veya zikrin karşısında yüzünün değiştiğini ve ağladığını görmedik. Yalnızca: “Bugün sizden (karşılığında sizi kurtaracak) fidye alınmaz.” (Hadid; 15) ayet-ikerimesini duyduğu zaman, daima hal ve hareketleri değişir ve ağlardı.”
İnsan dünyadayken, herhangi bir suç işlediği zaman; malı, parası varsa, fidye vererek kendini kurtarabilir. Ancak, o kıyamet günü öyle bir gündür ki, salih amellerden başka hiç bir şey insana fayda vermez. Bundan dolayı, o dehşetli günün fidyesini, daha dünyada iken hazırlamak lazımdır. O gün, bütün dünya altın ve gümüş olsa ve hepsi de insanın olsa, zerre kadar bir sevap için insan onu feda edecektir. İşte, bu anlatılanların hepsi, kurtuluşun çarelerindendir. Bu çarelere sarılanlar, mutlaka mükâfatını alacaklardır.
Ölüm dehşetini anlattılar
hiç kolay değil!
Her insan mutlaka bir gün ölür ve kendisi de ölmeden evvel insan olsun hayvan olsun başka canlıların ölümlerine şahitlik eder. Ölüm, kimsenin inkâr edemeyeceği büyük bir hakikattir. Hazırlık yapalım gelmeden önce; Ölümü de kolay bir şeydir sanmayalım.
Hz.Hasanradıyallahuanhtan rivayette: “Ölümün mü’mine verdiği acı ve ızdırabın şiddeti, üç yüz kılıç darbesinin ızdırapşiddetine eşittir” buyurulmuştur. (İbnEbi’d-Dünya)
Bir gün Hz. Ömer, Ka’bradıyallahuanha “Ya Ka’b, bize biraz ölümden söz et!” deyince, Hz.Ka’bradıyallahuanh ölümün dehşetini şu sözlerle anlatmıştır.:“Ölü insanoğlunun içinde sokulmuş bir diken ağacına benzer. Bu ağacın her dikenli ucu, adamın damarlarından birine batmıştır. Bir süre sonra çok kuvvetli bir insanın o ağacı tutup geri çektiğini düşün, Ağaç geri çekilince kopardığını koparır ve bıraktığını da bırakır.”
Gafil kalmayalım düşünüp ibret alalım. Biz, kolaydır zannediyoruz. Ama kolay değildir ölüm!
Abdullah b. Amrİbni’l- As radıyallahuanh der ki: “Babam sık sık:“Aklı başında ve dili dönerken ölümle karşı karşıya gelen kimsenin onu nasıl anlatamadığına, çevresindekilere onun özellikleri ile ilgili nasıl olur da birşey söyleyemediğine şaşıyorum” derdi. Nihayet bir gün babam ölmek üzereydi. Yalnız aklı başında olduğu gibi dili de dönüyordu. Kendisine; “Babacığım! Sen vaktiyle aklı başında ve dili dönerken ölümle karşı karşıya gelen kimsenin onu nasıl anlatamadığına şaşarım derdin.” Bu sözlerime karşılık şu cevabı verdi:
“Yavrum! Ölüm anlatılamayacak kadar büyük ve müthiş bir olay! Yalnız sana şu kadarını anlatayım: “Vallahi, şu anda sanki Rıdva Dağı omuzlarıma çökmüş. Sanki ruhum iğne deliğinden geçiriliyor. Sanki karnımda bir diken ağacı kök salmış. Sanki gökler ile yeryüzü birleşmiş de ben ikisi arasında sıkışıp kalmışım. Yavrum! Benim hayatım şu üç döneme ayrılır. Önceleri Peygamber efendimizi öldürmek isteyenlerin en hırslısı idim. Eğer o zaman ölseydim, vay gidi, başıma geleceklere! Sonra Allah beni İslam’a hidayet etti. Bu dönemde Muhammed sallallahualeyhi ve sellem en çok sevdiğim insan oldu. Beni seriyelerin (küçük ordu birliği) başına geçirdi. Keşke o günlerde ölseydim de Peygamber efendimizin hayır duasına nail olsaydım. Daha sonraki dönemde dünya işlerine daldık. Bu yüzden Allah katında halim nice olur, bilemiyorum.” Bu sözleri söyler söylemez yanından kalkmaya fırsat bulamadan ölüverdi. Allah ona rahmet eylesin!
Anlatıldığına göre ölen her mü’mine tekrar diriltilerek dünyaya dönmesi teklif edilir. Fakat ölürken yaşadıkları dehşetli anlardan dolayı şehitler hariç, hiç kimse böyle bir şeyi arzu etmez. Şehitlere gelince, onlar ölümün dehşetini duymadıkları için tekrar savaşıp ikinci sefer şehit olabilmek için yeniden dünyaya dönmek isterler.
Emanete sahip çıkmak
yiğit adam işidir!
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinin ömrü, diğer ümmetlerden kısadır. Örneğin, Nuh aleyhisselam dokuz yüz elli sene yaşamıştır. Onlar dünyada uzunca bir ömür sürüyorlardı ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetinin ömrü onların ömrüne nazaran çok kısadır. Yüz yaşını geçen insana bile az rastlanmakta; o da, bin kişiden bir kişiye nasip olmaktadır. Yüz sene yaşayan insan da ihtiyarlık musibetinden dolayı ölmeyi istemektedir. İnsan ne yaparsa gençliğin yapıyor. Kuvvetlidir çünkü; ama ihtiyar insan, kendi ihtiyaçlarını bile göremiyor, acze düşüyor. İşte bu anlatılanları düşünelim ve fırsatımız varken Allahu Zülcelâl’in emanetini yerine getirelim.
Salih bir kişi şöyle anlatmıştır: “Medine-i Münevvere’ye gitmeye niyetlendim. Yemen’den bir kişi yanıma geldi şöyle dedi: “Ben senin yanına geldim. Sen herhalde Hacca gideceksin. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi ziyaret ettiğin zaman, ona benim selamımı da söyle!”
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi ziyarete gittim. Fakat o adamın selamını iletmeyi unuttum. Arkadaşlarımla beraber Medine-i Münevvere’den ayrıldık. Epeyce yol gittikten sonra, Zülhüleyfe denilen yerde, o adamın selamını Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme iletmediğim, ona verdiğim söz (ü yerine getiremediğim) aklıma geldi. Emaneti yerine getiremediğimden dolayı, çok büyük bir sıkıntıya girdim. Arkadaşlarıma şöyle dedim:
– Devem sizin yanınızda kalsın. Benim Medine-i Münevvere’de bir işim kaldı. Onu halledip geleyim.” Bana:
– Kafile gidiyor, dediler.
– Olsun, deyip sözümü yerine getirmek için Medine-i Münevvere’ye döndüm.
Ravzayımutahharaya giderek, o adamın selamını ilettim. Daha sonra, kafileye nasıl yetişeceğimi düşünmeye başladım. Tek başıma kalmıştım. Devem de onların yanında idi. Başka bir kervanla yola çıkmayı düşündüm ve aramaya başladım.
İki-üç gün, bu şekilde geçtikten sonra, bir gün, sabaha karşı uyku halinde, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i gördüm. Hz. Ebu Bekir:
– İşte o adam budur, Ya Resulallah, dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bana:
– “Ebu’l-Vefa” (yani sözünü yerine getiren şahsın babası) dedi. Ben:
– Hayır ya Resulallah! Ben Ebu’l-Abbas’ım, yani Abbas’ın babasıyım, dedim. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bana:
– Hayır! Sen Ebu’l-Vefa’sın, yani, sözünü yerine getiren kimsenin babasısın, dedi.
Evet, o kişi sözünü yerine getirmek için çok eziyete katlandı. Buna karşılık Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de ona “Ebu’l-Abbas” yerine “Ebu’l-Vefa” dedi. O adam, bir kişinin selamını emanet olarak üzerine almıştı. Aldığı emanete ihanet etmedi. Birçok eziyete katlanarak sözünü yerine getirdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de onu takdirle methedip: “Sen, sözünü yerine getiren kimselerin babasının” buyurdu.
İnsanın emanete ihanet etmemesi, emanet edilene sahip çıkması yiğitlik ve mertlik alâmetidir. Ancak mert olan adamlar, emanete sahip çıkarlar. Emanete ihanet edenin ise mertlikten nasibi yoktur.
Allah’ın emaneti ise herkesin emanetinden daha üstündür. O yüzden Allah-uZülcelal’in üzerimize emanet ettiği, bütün ibadetleri yerine getirmeye gayret göstermeliyiz. İbadet ve hayırları hem kendimiz yapmalı, hem de başka arkadaşlarımıza yardımcı olmalı ve onları da teşvik etmeliyiz.
Hayır yapalım, başkalarını da
teşvik edelim
İnsanın hem kendisi hayırlara doğru gitmeli, hem de mü’min kardeşlerine hayır yapmaları için yardımcı olmalı, hayır yaptıkları zaman da onları sevmelidir. Hayır yapmak, yalnızca sadaka vermek değildir. İrşad hizmeti yapmak, tevbeye davet etmek, sohbet etmek ve Allah-u Zülcelal’in rızasına sebep olan her şey, hayırdır. Bunu böyle bilelim. Yalnız bilmek, insana kafi gelmez. Duymakla, bilmekle insan bir yere varamaz. Duyduğu, bildiğiyle amel etmelidir. Amel yaptığı zaman, yaptığı her bir şeyle bir menfaat alacaktır. Buğday çıktıktan sonra, ona her gün biraz su ve gübre dökersen, nasıl kemale erer ise aynen insan da ibadet ve zikir yaptığı, insanlara nasihat edip kendisini ve onları günahlardan muhafaza ettiği zaman işte o buğday başakları misali kemâle erecektir.
Allah katındaki ecir ve sevaplara çok meraklı olalım. Ömür bizim fırsatımızdır. Aklımızı kullanalım; zayi etmeyelim onu…
Allahu Zülcelâl’in rızası için
herşeyimizi feda edelim
İnsan, Allah-u Zülcelal’in rızası için bir şeyler yaptığı zaman hiç aldanmaz. Hz. Ömer radıyallahuanh camide kölesini gördüğü zaman, namaz kıldığı, cemaate geldiği için onu azat etti. Bunu duyan diğer köleleri de namaz kılmaya, cemaate gelmeye başladılar. Bundan maksatları azat olmaktı. Onları da gördüğü zaman azat ediyordu. Bazı arkadaşları ona dediler ki:
“Ya Emir’ül-Mü’minin! Bunlar seni aldatıyorlar. Azat olmak için cemaate geliyorlar.” Onlara şöyle dedi:
“Rabbim için beni aldatıyorlar. Fakat o zaman ben aldanmamış oluyorum. Cemaate geldiklerini gördüğün zaman, onları azat ediyorum. Fakat, ben bunu Rabbim için yapıyorum. Onlar beni aldatamazlar, onlar aldanıyorlar.”
Başkaları ne derse desin; insan, Allah-u Zülcelal’in rızası için her şeyini feda etmelidir.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin…