‘Çalışmak da ibadettir’ (!)
İbadet etmeyenlerin bahaneleri
Bazı insanların en çok sevdiği ve bir anlamda dillerine slogan edindikleri bir cümledir, çalışmanın da ibadet olduğu. Ancak anlamakta güçlük çekiyor insan. Bu nasıl bir ibadettir ki diğer tüm ibadetlerin göz ardı edilmesini haklı çıkarabilmektedir.
Şüphesiz insanın çalışması ve helal yollardan para kazanması, son derece tabiî bir şeydir. Ancak çoğu insanın dikkatten kaçırdığı bir nokta vardır ki, bu da çalışmak da dâhil, dünyalık yapılan her türlü faaliyetin, kişi için amaç değil ancak araç olabileceğidir. Siz, işinizi ve para kazanma sevdanızı hayatınızın merkezine yerleştirir ve olmazsa olmaz bir amaç haline getirirseniz zamanla para sizin değil, siz paranın kölesi haline gelirsiniz.
Öte taraftan “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışmalı” sözünün de ayrı bir slogan olarak karşımıza çıktığını görürüz. Ancak her nedense insanların önemli bir kısmı, her an ölebilecekleri gerçeğini çoğunlukla göz ardı ederek hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için çalışıp çabalarlar. Günlük koşuşturmaca içinde, her şeye vakit bulur insan. Sosyal medyada gezinir, maillerini okur, bilgisayarda oyun oynar, telefon açıp dostları ile dakikalarca konuşur ya da bir şey almak istiyorsa örneğin saatlerce mağaza mağaza dolaşır, ama iş ibadet etmeye gelince her nedense vakit bulamaz!
Samimiyetsizdir çoğu insan. Yerine getirmesi gereken kulluk vazifelerinden sıyrılmak için, türlü bahanelerin ardına sığınır. Hem çalışıp hem de ibadet etmek isteyenlerin başına ise gelmeyen kalmaz. Çalışmak üzere bir iş başvurusunda bulunduğunuzda, iş görüşmesi sırasında sizinle mülakat yapan kişiye, günün belirli vakitlerinde ibadet etmeniz gerektiğini söylemiş olun. Müslüman bir ülkede yaşamamıza rağmen, acaba nasıl bir tepki ile karşılaşırsınız? Çoğunluk tarafından ne kadar iyi bir iş geçmişiniz olursa olsun, dikkate alınmazsınız.
Ya da biraz dini duyarlılığı olan kişilerden, “Hepimiz Müslümanız elhamdülillah, ama çalışmak da ibadettir” ya da “İş zamanı namaz kılamazsın ama akşam eve gidince kaza edersin” şeklinde, yanlış bir dini tebliğe, maruz kalmanız kaçınılmaz olacaktır.
Benzer bir durumu bizzat kendim askerdeyken yaşadım. Bulunduğumuz bölüğün 100 metre ilerisinde Cami olmasına rağmen, herhalde sokağa çıkan küçük bir çocuğun kaybolmasından endişe duyulduğu gibi kaybolacağımız düşünüldüğünden, acemi olan biz askerlerin camiye gitmeleri yasaktı. Bölük içinde de ibadet etmek için yer tahsis edilmemişti. Koğuşlarda nelerin yapılamayacağının maddelendirildiği afişlerde, namaz kılınamayacağı da yazıyordu. Gidip bölük komutanıyla konuştuğumda ise aldığım cevaba şaşırmamıştım: “Namazların kazası var dinimizde, askerden sonra kılarsın!” “Burası peygamber ocağı değil miydi?” şeklindeki sorumu ise donuk bir yüz ifadesi ile cevapsız bırakmıştı. Diğer girişimlerimde ise “Şimdi birinize izin versek herkes namaz kılma bahanesi ile kaytaracaktır” şeklinde cevaplarla karşılaştım. Onun da kolayı vardı ve teklif de etmiştim üstelik: “Dinlenmek üzere verilen dakikalarda, dileyenin namazını kılabileceğini söyleyin yeter! Namazını kılacak kişi dinlenmeyi düşünmez namazına koşar. Kaytaracak adam ise dinlenme zamanından ödün vermez namaz için.”
Benzerini iş yerleri için de yapmak mümkün. Öğlen vakti verilen yemek molasının dilediği kadarını ibadetine ayırabilir kişi! İnsanın dini vazifelerini yerine getirmemek ve başkalarına da getirtmemek için bulacağı bahanelerin sınırı yoktur şüphesiz. İnsan edineceği mala, mülke kendini malik sanır. Oysa inananlar bilir; yerde de gökte de mülk ve hüküm, yalnız Allah’ındır. Kur’an ayetleri bu konuya şu şekilde dikkat çekerken, aynı zamanda örnek bir inanan profilini de ortaya koymaktadır: “Öyle kişiler vardır ki ne ticaret ne alışveriş, onları Allah’ı hatırlamaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.” (Nur; 37)
Şüphesiz hem kendimizin hem de sorumluluğumuz altındaki kişilerin rızkını temin etmek için helal dairesi içinde, dünyevi anlamda da çalışmamız ve hatta üzerimize vazife olan işimizi en iyi şekilde layıkıyla yapmamız gerekir. Dini açıdan bu noktada bir sıkıntı bulunmamaktadır. Allah biz kullarına ayet-i kerimede mealen, “Boşalır boşalmaz yeni bir işe koyulup yorul.” (İnşirah; 7) diye öğüt vermekte ve yine, kullarından bir kısmının yeryüzünde dolaşarak kendi lütfundan bir şeyler isteyeceklerini (bkz. Müzzemmil; 20. ayet) bildiği için onlara kolaylık getirdiğini ifade etmektedir.
Dolayısıyla, kişinin alın teri ile çalışması helaldir ve üzerine vaciptir. Ancak hiçbir çalışma ya da uğraş, Allah’ın emirlerinin önüne geçirilemez! Hayatın amacı haline getirilemez! İbadetleri yerine getirme gerekliliğini ortadan kaldıramaz. Çeşitli bahanelerin üzerine kılıf olamaz. İşlerin en güzeli; Allah’ı hoşnut etmek için yapılandır. Kendine bir iyilik yapmak istiyorsa insan, şunu unutmamalıdır tek bir an:
Daima, ölümün lehine işler zaman.
Dünya için topladığın yeter; biraz da ahiretin için kazan!
Ayet-i Kerime’de şöyle buyruluyor mealen; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler size Allah’tan, Elçisinden ve Allah yolunda mücadele etmekten daha sevimli ise artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, yoldan çıkmış topluluğu (doğru) yola iletmez.” (Tevbe; 24)
Ehl-i hizmet de gaflete düşebilir!
Dini gereklerini yerine getirmeye çalışan, hatta Müslümanlar tarafından oluşturulmuş, cemaat, vakıf, dernek ya da benzeri organizasyonların bir parçası olarak, Allah’ın rızasını kazanmayı ve dine hizmet etmeyi hedefleyen insanların büyük çoğunluğunun da zaman zaman bu şekilde bir gaflete düştükleri ve yapmaya çalıştıkları hayırlı işler sebebiyle kimi kulluk vazifelerini ihmal edebildikleri ya da dini hassasiyetlerde gevşeklik gösterdikleri görülür. Şeytan da boş durmaz ve, “Sen zaten hayırlı bir iş yapmaya çalışıyor ve yoruluyorsun. O kadardan bir şey olmaz(!)” şeklinde vesveseler ile kişinin vicdanen rahatlamasına, dolayısıyla daha da gevşemesine sebep olur.
Kısacası, dini konularda ileri sürülen bahaneler, sadece Allah’a ve dine gereken önemi vermeyen insanlar tarafından değil, Allah’a ve dine önem verdiğine inanan ya da bunun için çalışan insanlar tarafından da ileri sürülmektedir. Şeytani tuzaklardan korunmak için sürekli olarak Allah’a sığınmak, uyanık ve dikkatli olmak ve nefsimize hoş gelen şeyleri, imanımızın önüne bahane olarak getirmekten sakınmak gerekir.
Nefsime söz geçiremiyorum
Allah’ı ve buyruklarını dikkate almadan yaşayan etrafınızdaki kimi insanlara, hatalarından vazgeçmeleri için nasihat ederek onlara, Allah’ın ayetlerinden örnekler verdiğiniz zaman, “Abi haklısın, ama ne yapayım. Nefsime söz geçiremiyorum” ve “Dünya nimetleri tatlı geliyor” veya “İbadetlere üşeniyor, vakit bulamıyorum” şeklinde bahanelere sığındıklarını görüyorsunuz.
Sanki nefis adına her ne varsa, sadece bu insanlar sahipler ona! Yasak olan bazı şeylerin kendi içinde bir süsü, çekiciliği olduğu içindir ki bunlar yasak edilerek kişi için imtihan kılınmıştır. Zaten yasak olmasa da kimsenin yapmak istemeyeceği ya da yaptığında tiksineceği bir şeyin yasak edilmesinin bir anlamı olmazdı. Allah’ın kullarından beklediği şeyler kul tarafından yapılabilir şeylerdir. Yapılabilir şeyler oldukları için, Allah yapılmalarını istemiştir. Allah engin rahmeti gereği, kulları için zorluk değil, kolaylık ister. Ama “Yerim dar” diyen gelin misali, nazlanır durur insan ve hem dünyası hem de ahireti için kendisine faydalı olan şeyleri yapmamak için türlü bahaneler sıralar.
Dünya hayatı tatlıdır elbette. Tatlı olduğu için imtihandır zaten! Allah’a olan teslimiyetin ve kulluktaki mertliğin gerçek göstergesi, Allah’ın yasak ettiği bir şey, kulun hoşlandığı bir şey olsa da kulun o şeyden, Allah’ın rızası için vazgeçmesiyle ortaya çıkar. Yoksa Allah-u Zülcelal’in değil de kendi yapıp, yapamadıklarının kulluğunu yapan biri Allah-u Zülcelal’in değil, keyfinin kulu olur.
Kur’an ayetleri bu konuda da uyarıda bulunur: “Nasiplendirildiğiniz şeyler, şu iğreti hayatın yararından ve süsünden ibarettir. Allah’ın katındaki ise daha hayırlı ve daha süreklidir. Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?” (Kasas; 60)
İnsan aldanıyor!
İnsan, şeytanın vesveselerine kapılarak nefsine yenik düşüyor ve sonsuz ahireti bir kenara bırakarak, geçici dünya hayatının kendi gibi geçici nimetlerine tutku ile bağlanıyor. Nefsini bahane ederek kendini kandırmasının ise ahirette vereceği hesap için geçerli bir gerekçe olmadığını bilmiyor.
“Kim, nefsinin bencil tutkularından korunursa; işte onlar, kurtuluşa erenler olacaklardır.” (Tegâbun; 16)
Aslında samimi değildir çoğu insan! Nefsine yenik düştüğünü iddia ederek yaptığı pek çok hatadan, parası ya da sağlığı uğruna vazgeçebilir. Örneğin, alkolü ya da uyuşturucu bir maddeyi bırakmaması durumunda, geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde kanserin tüm hücrelerine yayılacağı ve kısa zaman içinde de hayatının son bulacağı söylense bir insana ve üstelik bunun çeşitli belirtileri de çıksa ortaya, kolay kolay ısrar edemez kimse hatasında!
Ya da parasını tümden kaybetmemek uğruna da hemen çeki düzen vermeye çalışır hayatına. Sevdiği kişi, onu beğensin diye ya da mesela evlilik öncesi gösterişli bir gelinlik ya da damatlığın içinde güzel gözükmek uğruna, günler öncesinden rejime girer. Çalışmayı çok istediği bir şirkete kabul edilmesi, tiryakisi olduğu sigarayı bırakmasına bağlı olsa, ağzına emzik edinerek vazgeçilmezi kıldığı sigarayı bile bırakır iki günde, ama iş hem dünyası hem de ahireti için hayırlı bir şey yapmaya gelince güç yetiremez, nefsine söz geçiremez. (!) Oysa parası, sağlığı ya da karizmatik görüntüsü imanından daha önemli değildir insanın.
Ayet-i kerime meali; “Nefsini temizleyip arındıran, gerçekten kurtulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.” (Şems; 9-10)
Hatalardan uzak durulamamasına gösterilen nefse söz geçirememe bahanesi, aynı şekilde yükümlü olunan kulluk vazifeleri ve ibadetlerin yerine getirilememesinde de ileri sürülür çoğu zaman. Sabah uykusunu bölerek namaza kalkamayan çoğu insan, yurtiçi ya da yurtdışı bir seyahate katılmak için güneş doğmadan yollara düşer, erkenden havaalanı ya da otobüs terminalinde alır soluğu. Ya da “Günün bir kısmında veya gece saatlerinde, Allah için ayakta dur veya Kur’an oku!” desen kendine zor gelen çoğu kimse, günlerini ve gecelerini feda edebilir, saatlerce telefonda konuşabilir ya da onlarca mesaj atabilir; sevgilisinin kırılan kalbini telafi edebilmek uğruna. Yağmur çamur demeden bir stadyum önünde saatlerce üşüyebilir; fanatiği olduğu takımının aşkına. Ramazan ayını oruçlu geçirmeyi çok gören çoğu kimse, sonunda ödül ya da şöhret olan bir oyunda, günlerce aç susuz kalarak yaşam mücadelesi verebilir. Şüphesiz mümkündür çoğaltmak örnekleri, ama nefsini bahane eden pek çok insanın ne denli samimiyetsiz olduğunu anlamak için sanırım bu kadarı yeterlidir.
Arkasına sığınılan bahaneler, ancak şu geçici dünya hayatında paravan vazifesi görebilir insana. Ahirette ise yoktur sığınılacak kimse; Allah’tan başka… Bununla birlikte, esasen insan da kendi durumuna ve ileri sürmüş olduğu bahanelere tanıktır, ama düşünmeyerek yaşadığı için, hesap günü dünyadayken ileri sürdüğü bahaneler bir fayda sağlamaz insana.
‘Her an Allah’a muhtaç olduğunu ne zaman öğreneceksin?’
“Der ki insan o gün: ‘Kaçılacak yer nerede?’ Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok! O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. O gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeyler insanın önüne getirilir. Doğrusu, insan kendi kendisine tanıktır. Dökse de ortaya tüm mazeretlerini.” (Kıyamet; 10-15)
Allah’a inanan, ama buyruklarını dikkate almayan biri, kimin kuludur? Allah’ın mı, nefsinin mi? Hesap günü ileri süreceğimiz hiçbir mazeret kurtaramayacaksa bizi, şu sorular ve gerçeklerle yüzleşmelidir insan: “Sahip olduğumuz her şeyi bize veren, zor zamanımızda yalvarıp yakardığımız Allah, rahatımız yerindeyken, hayatımızın neresinde?”
Ey nefsim! Her defasında, ümitsizliğe düşüp çaresiz kalınca mı Allah’a yöneleceksin? Her an O’na muhtaç olduğunu, ne zaman öğreneceksin?