DİN ve HAYAT / Bilgi Çağı mı Modern Cahiliye mi?
DİN ve HAYAT
Bilgi Çağı mı Modern Cahiliye mi?
Hatice Kübra ERGİN
Epeyce biz zamandır bir moda var; içinde bulunduğumuz çağa “bilgi çağı” deniliyor. Bu ifadede sanki insanlık bu çağda cehaletten bilgiye çıkmış, daha evvel bir şey bilmezmiş de her şeyi şimdi öğrenmiş gibi bir dünya görüşü dayatması mevcut.
Türkçeye yanlışlıkla bilgi çağı diye tercüme edilen ifadenin aslı “enformasyon çağı.” Enformasyon ise fakirleşen Türkçede pek çok manayı ifade etmek zorunda kalmış bilgi kelimesinin doğru karşılığı değil. Daha çok belli bir konudaki malumatın aktarılmasını, yayılmasını ifade etmeye elverişli bir kelime. Zamanımızda dijital teknolojinin de etkisiyle iyi kötü doğru yanlış, güzel çirkin, lüzumlu lüzumsuz demeden her türlü malumatın alabildiğine yayılmasını anlatıyor.
Bu çağ aslında doğru, sağlam ve lüzumlu bilginin kuru gürültü arasında kaybolduğu bir cahiliye çağı. Evet, nasıl ki Kur’ân-ı Kerim’in nazil olduğu çağda Mekke şehrinde az sayıda hanif, birkaç ehl-i kitap, birkaç faziletli insan hakikati bilse de hayata hâkim olamıyordu. Allah’ın beytini putlarla dolduranlar, hacca gelenleri mağdur ediyor, yetim hakkı yiyor, asabiyet ve kan davası uğruna yıllarca kan döküyor, kız ve erkek çocuklarını öldürüyordu. Bu yapılanlara razı olmayanlar vardı ama engel olmaya güçleri yetmiyordu. Günümüzde de benzer bir durum var.
Zamanımızda birçok konuda farkındalıklar, hassasiyetler, aktiviteler var ama bir yandan da felakete sürükleniyoruz, kimse durduramıyor. Evet felakete sürükleniyoruz. Kuraklık, seller, orman yangınları gibi haberlere konu olmuyor ama asıl kuraklık ruhlarda. Asıl yanıp yok olan, eşref-i mahlukat olan insanoğlu. Moda akımların seline kapılıp iki cihanda perişan olanlar bizim evlatlarımız.
Gencecik fidanlarımız içi boş fikirlerin, yaldızlı sözlerin peşinde ziyan olup gidiyor. Belki dünyanın atmosferi de isyan ediyor bu halimize. “Yeter artık!” diyor. Hal diliyle bu tüketimin, bu israfın, en önemlisi geleceği düşünmemenin, günü birlik yaşamanın feci akıbetini hatırlatmaya çalışıyor.
Akıl, Nefse Hâkim Olmaktır
Evet insanoğlunun cahil, gafil ve düşüncesiz olduğunun alametidir, akıbeti düşünmeden sadece anlık arzulara göre yaşayıp gitmek. Herhangi bir işin sonucunu düşünmek, ona göre tedbir almak, küçük bir arzu uğruna büyük zararlara yol açabilecek temayüllere uymaktan, hatalı kararlardan kendini alıkoymak ise akıl ve basiret alametidir.
Akıl kelimesinin devenin dizini bağlamaktan geldiği söylenir. Deve kalkıp gitmesin diye dizini bağlamak bir nevi işin sonunu düşünüp tedbir almanın müşahhas bir örneğidir. Deve başıboş nefsin arzularının bir misali kabul edilse, onun rastgele hareket etmesine mâni olan kaideler, sınırlar, ölçüler de bir nevi diz bağı gibi bir şeydir.
Bizim lisanımızda aklın ölçüsü o yüzden nefsi hakimiyet altına almak, takvalı olmaktır. Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam:
“Akıllı, nefsini hakimiyet altına alıp, ölümünden sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir…” (İbn Mace, Zühd 31) buyuruyor.
Takva, sağlam bilgilerle, hassas ölçülerle, kötü akıbetten sakınmanın ifadesidir. Allah-u Teâlâ Bakara sûresinin ilk ayetlerinde buyurur ki:
“Elif. Lâm. Mîm. Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler için bir hidayet rehberidir. Ki onlar gaybe iman eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar. Yine onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler. Âhiret gününe ise yakînen inanırlar. İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca onlardır.”
Ayet-i kerimede İslam dininin kaynağı olan bu kitabın ve tatbikinin muttakiler için hidayet olduğu bildiriliyor. Rabbimiz bütün Kur’ân-ı Kerim’in özetini verircesine, felaha, yani selamet ve saadete erişmenin yolunu ve erişecek olanların vasıflarını özetliyor. Bu özet bilgi içinde Müslümanca düşünmenin en önemli umdesi olan bir şifre veriliyor:
Müslüman için en birinci, en güvenilir ve şüphe etmeden tabi olacağımız bilgi ve haber kaynağımız Rabbimizin indirdikleri; kitap, sünnet ve onları açıklayan ilimler, hikmetlerdir. İçinde bulunduğumuz çağa bakışımız da bu temel umdeye uygun olmalıdır.
Aklın ölçüsü kötü akıbetten korunmak ise, en akıllı insan kaçınılmaz son olan ölümden sonrası için doğru kararları veren bunun için ne yapılması gerektiği ile ilgili sağlam bilgilere sarılan insandır.
Ayet-i kerimelerde muttakilere rehberlik yapacak bu kitabın bir hususiyeti de “içinde hiçbir -raybe-şüphe olmaması.” Tefsirlerde “raybe” ifadesinin yakînin zıddı olduğu bildiriliyor.
Yakîn, aslında kesinlikle bilmek demek. Alimler bilginin derecelerini sıralarken yakîni vehimden, şüpheden, zandan uzak, kesin bilgi olarak en üst sıraya koymuşlar. Yukarıdaki ayet-i kerimelerde muttakilerin bir sıfatı da, “Âhiret günü hakkında yakîn sahibi olmak.”
Abdullah b. Mes‘ûd radıyallahu anh, yakîni “tam iman” diye tarif etmiş. (Buhârî, “Îmân”, 1) Bu ifadenin Kur’ân-ı Kerim’de kullanılışı, insanoğlunun bazı alanlarda sadece iman etmek suretiyle bilgi sahibi olabileceğine işaret ediyor. Mesela Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:
“Peki inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?” (Müzzemmil, 17)
O gün için tedbir almak, azaba ve rezilliğe sebep olan hallerden sakınmak, vaad edilen cömertçe mükafatlara nail olmak için bizden ne isteneceğini bilmek gerek. Ahiret hakkında ve o güne hazırlanmak hususunda sağlam bilgilere sahip olmanın tek yolu da kulak verip dinlemek, inanmak, elden geldiği kadar hayata geçirmek.
İnanmak Fıtridir
Esasen inanmak insan için en fıtri bilgi edinme yoludur. İnsanların çoğu bilgilerin büyük bir kısmını deneme yanılmalarla, araştırma yöntemleriyle, şüphe ve eleştiri metoduyla elde etmez, kabul ederek edinir. Zaten herkesin her şeyi araştırma imkânı yoktur. O kadar uzun bir ömür, üstün bir zekâ, doğru düşünme metodu vs. herkese nasip olmaz.
İnanmak çocukların bile yapabileceği kadar kolaydır. Hatta bir yerde çocuk gibi masum, bozulmamış, kirlenmemiş bir fıtratın işaretidir.
İnsanları şüpheci hale getiren, yalanın, hilenin, sahteliğin yaygınlaşmasıdır. Bunların hiç olmadığı bir dünyada şüpheci olmak psikolojik bir hastalık sayılırdı.
Esasen psikoloji ilmi de mantıklı bir sebep olmaksızın şüpheci olmayı, kimseye güvenmemeyi hastalık belirtisi olarak kabul eder. Mesela psikiyatrik hastalıklarda yaygın görülen psikozlardan biri, paranoyadır. Tam bir paranoya durumunda herkes aynı şeyi söylese bile hasta yine inanmaz, güvenmez.
Sağlam aklın bir kaidesi, bir yalan üzerinde sözleşmesi mümkün olmayan çok sayıda kişinin aynı haberi getirmesi durumunda ona inanmaktır. Buna tevatür denilir ki, hadis ilminde en sağlam hadisleri ifade eder. Mesela kutuplarda buzla kaplı yerler olduğunu çok az insan bizzat görmüştür. Atomu, galaksileri, hücrenin organellerini… hiçbirimiz bizzat görmedik. Ama inanırız, çünkü bunların var olduğunu söyleyenlerin böyle bir şeyi uydurmasında şahsi bir menfaatleri yok. Öyleyse inanmamak aşırı ve yersiz bir şüphecilik olur.
Ahiret haberini bize getiren sayısız Peygamberler de bir yalan üzerine sözleşmesi mümkün olmayan ve bu haberden bir menfaat elde etmeyen şahıslar. Tam tersine çok büyük tehlikeleri göze alarak ve fedakarlıklara katlanarak fani hayatlarını bu vazifeleri uğruna feda etmiş. Her birinin üstün ahlak ve şahsiyete sahip zatlar olduğu sağlam senetlerle nakledilmiş…
Düşünelim ki, çöllerin arasında kurulu bir şehirde, yetim olarak dünyaya gözlerini açmış bir genç. Zekasıyla, yüksek ahlakıyla büyük itibar kazanmış. İyi bir aileye mensup ve talihli bir evlilik yapmış, hatırı sayılır bir tüccar olmuş. Neden durduk yere bu dünya refahını ve itibarını tehlikeye atsın?
“Ben şairim, çok güzel şiir yazıyorum,” diye ortaya çıksa herkes onu alkışlardı ama insanların zoruna gidecek şeyler getirdi.
Haris el- Muhasibi’nin er-Riaye eserinde naklettiğine göre cahiliye devrinde insanlar eğilmekten hiç hoşlanmazdı. Hatta ayakkabısının bağı kopan biri eğilip almaktansa orada bırakırdı. Bu yüzden rükû ve secde etmeyi nefislerine kabul ettirmeleri pek zor olmuştu. Sadece namaz için eğilmek bile böyle zor gelirken infak, oruç, hicret, cihad ve asabiyeti bırakıp kardeş olmak gibi nice nefse zor gelen hükümleri tebliğ ve talim ettirmek hiç kolay değildi. Hangi insan kendi uydurduğu bir haber uğruna bu kadar çileye katlanır?
Bunları düşünen bir insanın, vahiy ve nübüvvet hakkında şüphe duymaması tam bir imanla inanması gerekir. İnanmıyorsa bu sağlıksız ve yersiz bir şüphedir.
Şüphe etmediği halde ilgi göstermiyorsa, bu kadar büyük bir habere ilgi göstermemek de akıllı insana yakışır bir hal değildir.
Şimdi tekrar düşünelim, akıl, bilim, ilerilik çağı mı yoksa şeytanın yeni süslerle süslediği eski cahiliye çağı mı?
Ölüm Gelmeden Önce…
Bilgi çağı denilen bu cahiliye çağında insanoğlu en sağlam, faydalı ve lüzumlu bilgi kaynağına sırt çevirmiş, kimisi lüzumsuz, kimisi yanıltıcı, çoğu kuru gürültü bir sürü malumat arasında bocalayıp duruyor. Halbuki böyle ömür çürütürken kaçınılmaz son olan yakîn yani ölüm gelip çatacak.
Kur’ân-ı Kerim’de yakîn kelimesi aynı zamanda ölüm için de kullanılıyor. Çünkü ölümle birlikte artık inanmaya gerek kalmıyor, zaten aynel yakîn yani gözle görmek suretiyle hakikat bilinecek. Rabbimiz;
“Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz).” (Kıyâme, 1-2) buyuruyor.
O gün her nefis sahibi kendini kınayacak. “Yazıklar olsun bana ki bu konuda bir şeyler konuşuluyordu, kulağıma gelmişti ama nefsime hoş gelmedi diye sırt çevirdim, ilgilenmedim. Şimdi ise çok geç kaldım.”
İşte Rabbimiz bunun için uyarıyor. “Araştırın bulun,” demiyor, uygulamaya hazır, eksiksiz, sağlam, tutarlı bilgi veriyor.
Vicdanlarımız da şahittir ki fıtratımıza uygun olan, uygulanması imkânsız olmayan, en üstün tatbikatı yaşanmış olan bir yol bize kurtuluş yolu olarak önümüze çizilmiş. Yol belli, Rehberleri önümüzde, yol arkadaşları mevcut. Artık bahanemiz ne?
Lüzumsuz enformasyonların işgali altındaki ruhlarımıza bir tefekkür vesilesi olması temennisiyle…