DÜNYA BİZİ ALDATMASIN!
Allahu Zülcelâl ayeti kerimede şöyle buyuruyor “Ve şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. Ve elbette ki, çalışmasını yakında görecektir.” (Necm; 39-40)
İnsanlar ve cinler yeryüzünde ne yapacaklar ise, ister günah olsun ister sevap olsun; ne yaparlarsa o vardır onlar için. Bu dünyada insan ister hayır olsun ister günah her ne yapmışsa hepsini kıyamet gününde mizanda, terazide görecektir. Eğer mümin ise sevap kazanmışsa ferahlanacak, eğer kâfirse münafıksa ya da günah işlemiş tevbe etmemiş fasık olarak ahirete intikal etmişse yaptıklarıyla mahzun olacaktır.
Bahusus çok mühim bir olay vardır önümüzde. Mahşer günü bütün insanlar hazır; Peygamberler, evliyalar, tanıdığın, tanımadığın insanlar… Aralarından çağıracaklar seni! Diyecekler; “Filan kişinin falan oğlu mizana gelsin!”
İnsan, mizanın başına geldiğinde melekler onun amellerini okuyacaklar. Şimdi düşünün! Peygamberler, evliyalar, dost ahbap tanıdığın ve tanımadığın ne kadar insan varsa hepsi orda hazırlar ve melekler senin dünyada yaptığın iyi ve kötü ne kadar amelin varsa hiç noksan bırakmadan tamamını tek tek okuyacaklar böyle…
Deniliyor ki; “Amelleri tartılırken insan, hep salih ameller, hayırlar yapmıştır, ecir ve sevapları çoktur, hep Allahu Zülcelal’in razı olduğu şeyler kazanmıştır, o insan bunlarla karşılaştığı zaman, o kadar ferahlanır ki nimet olarak ona bu ferahlanması, sevinç ve mutluluğu cennete gitmeyecek olsaydı dahi yeterdi.”
Amma insan hep günah işlemişse… Mesela gayri meşru yollardan çocuğu olan kimseler, işledikleri cürümün çirkinliğinden; o kadar çirkin ve biçimsiz bir hata yapmışlar ki kendi çocuklarını dahi görmek istemiyorlar bu dünyada…
İşte mizanda ameller tartılırken, bütün peygamberlerin huzurunda, bütün kâinatın huzurunda yapılan günahlar okunacak bu sefer. İnsan o anda o kadar daralacak, öyle pişman olacak, öyle derin bir ızdırap yaşayacak ki onun içinde deniliyor, “Hiç cehenneme girmeyecek olsaydı dahi o anda yaşadığı meşakkat ve sıkıntı ona yeterdi. Öyle dehşetli bir gündür; öyle mahzun oluyor, pişman oluyor insan…
Peki, insanın amelleriyle karşılaşacağı o mahşer gününde kim istemez amel defterinde hep sevap yazılı olsun, Allah için yaptığı amellerle ve ecirlerle dolu olsun defteri… Kim istemez? Yaptığı salih amellerle ferahlansın orada… Herkes ister ama yalnız istemekle kalmak doğru değildir. Ahiret için hazırlık yapmak gerekir burada…
İnsanın kendi nefsini muhasebeye çekmesi, daima onunla hesap görmesi lazımdır. Çünkü insan günah yaptığı zaman zelildir, aziz değildir Allah katında. Taat yaptığı zaman ise azizdir, izzet sahibidir. Taat yaptığı zaman nurdur. Günah yaptığı zaman zulmettir. Bunu böyle bilelim. Kim izzet istiyorsa salih ameller yapsın, Allahu Zülcelal’in rızasına talip olsun…
Çabucak geçer ömür;
bir de bakmışsın ki bitmiş…
Şu dünya hayatındaki günlerimizin misali, bir idamlık mahkûmun hapishanedeki sayılı birkaç gününün misali gibidir. Suçu sabitleşmiş ve idam cezası almış; birkaç gün sonra infaz edilecektir. Şimdi düşünün! Bu mahkûmun önüne her gün envai çeşit güzel yemeklerle süslenmiş sofralar konulsa, “İstediğin gibi ye, iç” denilse keyif alır mı? Eğer tamamen aklını kaybetmiş değilse alamaz. Çünkü bilir ki kendisinin son günleridir, az bir zaman sonra ölecektir.
Bu dünyada ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, o yaşadığımız süre ne kadar çok olursa olsun ahiretin yanında bir akşam vakti kadardır. Allah-u Zülcelâl dünya hayatının ahiret karşısındaki durumunu şöyle tarif ediyor: “Kıyamet gününü gördüklerinde, (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (Nâziât; 46)
Akşam vakti ne kadar kısadır, bilirsiniz. İnsan ancak üstünü başını değiştirir, namazını kılar, yemeğini yer ve hemen yatsı vakti girer. Kuşluk vakti de böyle, sabahın işleriyle, telaş içinde geçen az bir zamandır. İşte ahiretin bir günü yanında dünyada geçen seneler böyle kısacık bir zaman gibi olacaktır.
Dünyada insan ne kadar güçlü kuvvetli, sıhhatli, akıllı, maharetli olsa da ahiret âleminde bunların bir faydasını görmez. Ancak bunlarla salih ameller yapıp, ahiret nimetini kazandıysa başka. Eğer elindeki nimetlerle bu dünyada şımarıyor ve kulluk vazifelerini ihmal ediyorsa da bilsin ki onların hepsi ahirette elinden alınmış olarak, aç, çıplak ve perişan bir halde haşrolacaktır.
Dünya hayatı çok kısa bir zamandır. Onun rahatına bakmamamız lazımdır. Nefsimiz, bu dünya hayatını bize öyle uzun gösteriyor ki, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bizi aldatıyor. Şimdi iki tane insan düşünelim. Biri dünyanın en iyi insanıdır, biri de dünyanın en kötü insanıdır. Ve bu kötü kişi tâ on beş yaşından yüz yaşına kadar her türlü günahı yapmış; diğeri de daima mağaralarda aç, susuz ve fakirlik içinde Allahu Zülcelal’e ibadet etmiş. Şu anda bu ikisini de buraya getirirsek ve onlara; “Sizin ömrünüz böyle geçti. Ondan ne anladınız” diye sorarsak, ikisi de diyeceklerdir ki: “Biz sanki hiçbir şey görmedik, geçti gitti!”
Peki, bizim durumumuzda böyle değil midir? Aynen böyledir. Siz ne derseniz deyin. Çünkü ben kendi ömrümü öyle görüyorum. Sizde benim gibi insansınız, siz de öyle görüyorsunuz. Zaman öyle hızlı geçiyor ki, insan sanki onu hiç görmüyor.
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Elbette Allah’tan korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır.” (En’am; 32)
Dikkat edelim, dünya hayatında bize verilen ömür, sıhhat, afiyet, mal ve nimetler, hep birer sermayedir. Bunları Allah yolunda kullanıp ahiret için hazırlık yapmamız lazımdır.
Dünya çığırtkanı simsarlara dikkat!
Dünya, gürültülü, şenlikli bir pazar yeri gibidir. Bu dünyada nefis, şeytan gibi birtakım hilekâr simsarlar vardır ki, elinde harçlığıyla pazara gelen acemileri kandırır, asıl alacağı şeyleri unutturup, kıymetsiz incik boncuklar satarak elindeki altın liraları kapıp alırlar. İşte böyle olmamak için, bize verilen nimetlerin hesabını hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Çünkü dünya hayatında hilekâr nefis ve şeytana aldananlar, ahiret hayatını görünce çok pişman olacaklardır.
Dünya imkânları elimizin altında olsun, onlardan ihtiyaç kadar istifade edelim ama daha çok ahiretimizi kazanmaya bakalım. Dünya sevgisini, endişesini, hırsını kalbimize koymayalım. Dünyaya muhabbet beslemek, insanın dünya kazancını artırmaz. Muhabbet, Allah-u Zülcelal’e layıktır. Dünyanın muhabbeti ise boştur, faydasızdır.
İnsanın çaresi, kendisini Allahu Zülcelal’e karşı sadık ve doğru yapmaktır. Allahu Zülcelal’e âşık olmaktır. İnsan, kalbinden dünyanın muhabbetini söküp attığı zaman, gece gündüz dünya ile meşgul olsa da, o dünya ona zarar vermez. Çünkü kalp Allahu Zülcelal’in zikri ile meşgul olacaktır. Ama kalp dünyaya bağlı olduğu zaman, dünya ile bir saniye dahi meşgul olsa, zarar görür. Kalp, Allah’ın nazargâhıdır. Onu Allahu Zülcelal’e bağlamak lazımdır.
Hakikatende insanın bu dünyada tattığı nimetler de, çektiği zahmetler de ahirete nazaran bir şey değildir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir gün buyurdular: “Cehennemliklerden olup, dünyada pek müreffeh hayat yaşayan bir kişi kıyamet gününde getirilip cehenneme bir kere daldırılır. Sonra:
– Ey âdemoğlu! Sen hayırlı bir gün gördün mü? Herhangi bir nimete nâil oldun mu? Denilir. O kişi:
– Hayır, vallahi Rabbim! Öyle bir şey görmedim, der. Cennetliklerden olup, dünyada insanların en yoksul olanı getirilir cennete bir kere daldırılır. Ona da:
– Ey âdemoğlu! Sen herhangi bir yoksulluk ve sıkıntı gördün mü? Hiç zorluk ve darlık çektin mi? Denilir. O kişi de:
– Hayır, vallahi Rabbim! Hiçbir yoksulluk ve sıkıntı görmedim, zorluk ve darlık çekmedim, der.”(Müslim)
Eğer insan, günde birkaç dakika veya bir saat kadar oturup Allah-u Zülcelal’in cenneti, cehennemi ve ahireti niçin yarattığını tefekkür etse; dünyayı ve sonunun ne olacağını iyice bir düşünse, Allah’ın zikrinden gafil olarak ve ahiret için çalışmayarak ne büyük bir yanlışın içinde olduğunu açık bir şekilde anlayacaktır.
Dünyaya yaklaştıkça
ahiretten uzaklaşırsın
Malik bin Dinar rahmetullahi aleyh demiştir ki: “Bir insanın kalbinde dünya merakı ne kadar yer alırsa, ahiretin merakı da o derece onun kalbinden çıkar.”
Bu söze biraz dikkat etmemiz lazımdır. Dünya ile ahiret tamamen birbirine zıttırlar. Bunu zahiri olarak ta görebiliriz. Kalpte ahiretin merakı olduğu zaman insan namaz kılar, zikir yapar, Kur’an okur, cemaate gelir. Böyle olan bir kimsenin kalbinde Allahu Zülcelal’in rızasının merakı var demektir. Ama bu ibadetlerin üzerinde gevşek davranıyorsa, adi olan dünyanın muhabbeti, merakı kalbine girmiş, ahiretin merakı ise kalbinden çıkmış demektir.
Nasıl insan bir evi terk ettiği zaman, birkaç sene sonra o ev harabeye dönüyorsa; insanın kalbi de Allah’ın rızasının merakı ondan çıktığı yada ibadet yapmadığı zaman, zikir yapmadığı zaman, cemaati kaçırdığı zaman, gece namazına kalkmadığı zaman bir merak, bir hüzün onda peydah olmazsa; aynı boş kaldığı zaman bir süre sonra harap olan ev gibi kalpte harap olur öyle…
Bizim için ilaçtır. Üzerimize bir gevşeklik geldiği zaman: “Aman ben mahvoldum. Benim kalbim elden gidiyor. İmanım da gidebilir ve cehennem ateşine müstehak olabilirim” diye ateşten kaçar gibi bu halimizden kaçmamız lazımdır. Ve daima Allahu Zülcelal’e yalvarmak suretiyle O’nun rahmetine sığınmamız lazımdır. “Ya Rabbi! Ben nefsimden, vücudumdan, hatalarımdan ve amellerimden sıyrıldım. Kendimi Senin rahmetine teslim ediyorum” diye Allahu Zülcelal’e yalvarmamız lazımdır. O’nun rahmeti olmazsa, insanın ameli onu kurtaramaz.
Sehl İbnu Sa’d radıyallahu anh anlatıyor: “Biz (Hac sırasında) Zülhuleyfe’de Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile beraberdik. Birden şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir davar (koyun yada keçi) ölüsüyle karşılaştık. Bunun üzerine: “Şu lâşenin, sahibine ne kadar değersiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, şu dünya, Allah yanında, bunun sahibi yanındaki değersizliğinden daha değersizdir. Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan ebediyen tek damla su içirmezdi” buyurdular.” (Tirmizî, Zühd 13)
Kaab ibnu Malik Hz’lerinden nakledilen bir başka hadisi şerifte ise Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dinine verdiği zarardan daha fazla değildir.” (Tirmizi)
İmamı Şafii
Hazretlerinin nasihati
Cüneyd Bağdâdî kuddise sirruhu anlatmıştır: “İmam Şâfii dünyada hakkı konuşan bir zat idi. Bir gün bir âlim kardeşine öğüt verirken şöyle nasihat etti: “Ey kardeşim, dünya hayatı kaygan bir yer gibidir. Orada ayak sâbit kalamaz. Dünya ne kadar imar edilse sonu harap olmaktır. Onda yaşayanların en son ziyaretgâhları kabirdir. Sonu sevdiklerinden ayrılmaktır. Dünya zenginliğinin sonu fakirliktir. Mal servet toplamak güçtür. Ey kardeşim Allah’tan kork. Onun helâlinden verdiği rızka razı ol. Gayrı meşru kazanç yollarına sapma. Yetişemeyeceğin, yetişeceğini bilmediğin günler için, önceden uzun emellere dalma. Çünkü senin ömrün geçici bir gölge gibidir. Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gibidir. Güzel amellerini çoğalt, uzun emellerini azalt.”
Bu nasihat hepimizedir. İmamı Şafi rahmetullahi aleyh bu nasihati hepimize yapmıştır. Dünyaya aldanıp ahiretten mahrum kalmayalım. Allah için olalım ve Allahu Zülcelal’in rızasını talep edelim.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin…