Ecdâdın Vakıf Ve Hizmet Anlayışı
Ahiret merkezli bakıştan dünyaya
Dîni, dolayısıyla ahiret odaklı bir yaşam tarzını cemiyet hayatında, yok saymaya ötelemeye çalıştığınızda beraberinde yüzlerce yıllık binlerce geleneği, göreneği de saf dışı bırakmış oluyorsunuz. Tanzimatla belirginleşen, cumhuriyetle devam eden, günümüzde ise had safhaya ulaşan sözde modernleşme-körü körüne batı taklitçiliği birçok geleneğimizi, göreneğimizi hayatımızdan birer birer çıkardı. Kapitalist yaşam tarzı-normları bizleri sürekli dönüştürüyor. Artık bizler de materyalist bakış açısıyla yorumluyoruz dünyayı. Ben merkezli, menfaat odaklı ve dünya ile sınırlı bir mefkûre yapısı…
Modern şehir tasavvurunda artık ahiret hayatına da pek yer yok. Varlığı maalesef âdeta sorgulanırcasına dışlanır oldu. Dün, ‘Allahu Zülcelal’in sevgisi, âhiret bilinci oluşsun’ diye câmi-mezarlık yakınındaki taş mekteplere (sıbyan mekteplerine) gönderilen çocuklarımız bugün gözlerini AVM’lerde (alışveriş ve eğlence merkezlerinde) hayata açıyor.
Bizim medeniyetimiz dili olan bir medeniyettir. Bu dil esas itibarıyla vahiy merkezlidir. Beşikten mezara kadar, hayatın bütün alanlarını ve hatta ahiret hayatını ihata eder. Her duruma, olgu ve olaya dair söyleyeceği mutlaka bir şey vardır. Eski mimarimize bir göz attığımızda çeşme, câmi, medrese, türbe, tekke, şifahane, imarethane, kütüphane, çarşı ve benzeri yapıların uygun bir yerinde, işleviyle ilgili kitabelere rastlarız. Mesela tarihî çeşmeleri incelediğimizde aşağıda zikredeceğimiz iki âyet-i kerîmeden birini veya ikisini birlikte sıkça görürüz: ”Hayatı olan her şeyi sudan yarattık.” (Enbiyâ; 30) “Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir.” (İnsan; 21).
Kütüphanelerimizin giriş kapısında da “O sahifelerde dosdoğru hükümler vardır.” (Beyyine; 3) ayeti kerimesi vardır. Yine birçok câmimizin ana giriş kapısında esenlik veren bir ayeti: “Oraya güven içinde, esenlikle girin.” (Hicr; 46) ayeti kerimesi vardır.
Elbette bu medeniyet dilinden târihî mezarlıklarımızda fazlasıyla nasîbini almıştır. Nasıl almasın ki? Mademki öldükten sonra dirileceğimize iman etmişiz, bu dünya hayatı bizim için kısa bir konaklama, bir gölgelikten ibarettir; gayet tabiîdir ki ebedî bir hayat için bu dilin söyleyeceği çok şey olmalı. Fakat bunu da dedelerimiz “Huvel-Baki” ile özetlemiş. Ebedi olan ancak Rabbimizdir… Ayeti kerimede mealen şöyle buyuruluyor: “Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak.” (Rahman; 27)
Cihan Devletinde insana hizmet anlayışı
Bütün insanlığın iyiliği düşünülerek üretilen ortak değerlerin öncüsü olan Osmanlı; insanı son derece önemli sevgi ve saygı odağı haline getirmiş, bunun olumlu yansımaları olarak da, kültür, tefekkür ve medeniyet tarihine yeni usul, vasıta kurum ve kuruluşlar armağan etmiştir. Asırlar boyunca Balkanlar’dan Anadolu’ya, İstanbul’dan Kudüs’e kadar hâkim oldukları coğrafyalarda hangi dil, din, ırk ve meşrepten olursa olsun yönetimi altındaki insanlara bir arada, barış içinde, mutlu ve mes’ud günler yaşatmıştır.
Bugün yeni devletlerin oluştuğu eski Osmanlı ülkelerine gittiğimizde bu kapsayıcı, kucaklayıcı medeniyetin yüzlerce şahidini görmekteyiz. Osmanlı ülkesini ziyaret eden birçok insaf ehli yabancı gezgin buralarda insana verilen değeri ve hoşgörüyü ülkelerine döndükleri zaman övgü ile dile getirmişlerdir. Öyle ki İstanbul muhasarası sırasında Katolik ve Ortodoks Kiliselerinin birleştirilmesi dahi düşünülmüştü. Ancak, Ortodoks Kilisesi liderlerinden Gennadias ile Başvekil Notares, bu birleşmeye karşı idiler. Hatta iki lider şöyle diyorlardı: “İstanbul’un içinde Latin Serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmek evladır.”
Bırakın gündelik yaşamdaki ahenk ve coşkuyu, dedelerimiz sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın en güzel örneklerini sergileyerek birbirinden anlamlı ve zarif eserlerle bir vakıf medeniyeti oluşturmuştur. Devlet-millet eliyle yapılan Cami, çeşme, han, hamam, şifahane, darülaceze, imarethane gibi mücessem eserlerin yanında halk tarafından çeşitli vakıflar aracılığı ile insanların istifade edecekleri binek taşları, mola taşları ve kuş evleri gibi insanı hayrete düşüren ve düşündüren hayır eserleri de kazandırmışlardır.
‘Vakıf Medeniyeti’ denilmesi boşuna değil!
Osmanlı döneminde tespit edilebildiği kadarıyla yirmi altı binden fazla vakfın kurulmuş olması, ecdadımızın bu husustaki gayretini ve faziletini göstermesi bakımından oldukça manidardır. O kadar çok vakıf kurulmuştur ve o kadar çok sahada hizmet edilmiştir ki artık tali hususlar için bile bir vakıf kurulur olmuştur: İşte bu vakıflardan birkaç örnek; Yoksul kızlara çeyiz almak için kurulmuş vakıf, İstanbul sokaklarında insanlar rahatsız olmasın diye yerlerdeki tükürüklerin üzerini kül ve benzer şeylerle örtmek için kurulan vakıf, bebeğinin süt ihtiyacını karşılayamayan annelere sütannesi bulunması için kurulan vakıf, insanların yatsı veya sabah namazlarına aydınlık içinde gidip gelmelerini sağlayan yol güzergâhını mum veya benzeri şeylerle aydınlatmak için inşa edilen vakıf, insanların hayvanlara rahatlıkla binmelerini kolaylaştıran binek taşları için kurulan vakıf, sırtlarında yük taşıyanların yorulduklarında dinlenmelerine imkân sağlayan konaklama (mola taşı) taşlarının tedariki için kurulan vakıf, ihtiyaç sahiplerinin gerektiğinde faydalandıkları, sadakayı alanında, vereninde başkaları tarafından bilinmediği, şehrin muhtelif yerlerine dikilen evrensel iyilik abidesi sadaka taşlarının tedariki için kurulan vakıf….
Mesela bu vakıflar içinde Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın Şam’da kurduğu vakıf oldukça dikkat çekicidir. Söz konusu vakıf, hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya zarar verdikleri eşyaları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin ediyordu. O dönemlerde beraber yaşadığı toplumu düşünme olgunluk ve hassasiyeti öyle yüksek bir nezaket, zarafet ve inceliğe vesile olmuştu ki bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine “Kırmızı bir çiçek” konur, satıcılar ve hatta mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı.
Yine o dönemde ceddimizin güzel ananelerinden biri olarak, hali vakti yerinde olan aileler ramazanda fakirleri evine davet eder, yedirir içirir, zekâtını, fitresini verir, yemekten sonra davet ettikleri misafirleri uğurlarken hem fakire dua eder, hem de ayrıca “Diş kirası” adı altında bir miktar para veya kıymetli eşyayı hediye ettikleri nakledilmektedir. İmaret, kervansaray ve misafirhanelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi, giderken de şayet ayakkabıları eski ise yenisi verilirdi. 18. yüzyılda ülkemizi ziyarete gelen M. D’Ohsson İstanbul imarethanelerinde her gün 30.000’den daha fazla kişinin bedelsiz yemek yediğini gezi notlarında dile getirmiştir.
İnfakta ihlas ve ‘Zimem Defteri’
Dedelerimizin ulaştığı ahlaki zirveyi gösteren delillerden biri de sadaka taşlarının benzer uygulaması olan Zimem defteridir. O güzel insanların hali vakti yerinde olanları ramazan günlerinde hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav vb. dükkânlarına girer, onlardan Zimem defterini, yani veresiye defterini çıkarmalarını isterdi. Baştan, sondan ve ortadan rastgele sayfaların yekûnunu yaptırıp, “silin borçlarını… Allah kabul etsin” der, çeker giderdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezdi.
Hiç tanımadığınız bir mahallenin hiç tanımadığınız bir bakkalına gidip hiç tanımadığınız birinin borcumu ödemek…
Zenginler hapishaneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı. Sırf Allah rızası için harikulade bir din kardeşliği yaşanırdı. İşte bu kardeşlik şuurunun bir mahsulü olarak Osmanlı’da vakıf müesseseleri toplumu bir şefkat ağı halinde örmüştür. Bugün dahi Anadolu köylerini gezdiğinizde yol üzerindeki meyve ağaçlarının yolculara vakfedildiğini kolayca görebilirsiniz. Yani arazi sahibinin bu ağaçların meyvelerini yoldan geçenlerin istifadesine tahsis etmiştir. Bu meyve ağaçlarından ne kendisinin ne de ailesinin yararlandığını göremezsiniz.
Kurdun kuşun hakkı gözetilirdi
Osmanlı yüzyılları boyunca bütün gezginlerin ittifakla yazdıkları konulardan biri de ceddimizin çevreyi ve doğal hayatı koruma hassasiyetidir. Çünkü onlar, bırakınız bahçelerindeki bir ağacı kesmeyi, kamuya ait yerlerdeki ağaçlara da kimseyi dokundurtmazlarmış. Hayvanlara da sevgi vardı; Bizim medeniyetimizde kurdun kuşun hakkı gözetilmiştir. Rahmet Peygamberimiz, susuzluktan kavrulan bir köpeğe su verdiği için cenneti kazanmış olan faziletli bir kişiyi büyük bir mutlulukla ümmetine örnek göstermiştir. Bu sebeple ecdadımız, cami mimarisinde kuşları bile düşünmüş; sokakta kalmış hayvanlar, yaralı veya hasta göçmen kuşların bakım ve tedavi hizmeti için vakıflar kurmuştur. Kuş evleri, milletimizin hayvanata, özellikle kuşlara verdikleri değer ve önemin simgesi olmuştur.
Bir binanın güneş duvarında bir kuş evi varsa kimse buna şaşırmaz; çünkü dedelerimiz kuşları, köpekleri, kedileri pek severdi. Sokak hayvanlarına barınak, kuşlar için kuş evleri, bunların su içebilmeleri için sulaklar yapılırdı. Soğuk kış günlerinde dağda bayırda bulunan kuşların, yabani hayvanların dahi gıda ve su ihtiyaçlarının karşılanması için kurulan vakıflar bulunuyordu. Bu ne asil, bu ne yüce bir anlayış, kavrayış ve hayatı yorumlama biçimidir…
Bir medeniyetin ihtişamı, derinliği ve fazileti göklere yükselen devasa binaları veya kişi başına düşen yüz binlerce dolarlık milli geliri ile ölçülemez. Bir yanda fakir halkın, diğer yanda trilyonları olanların bulunduğu millet, pek talihsiz bir millettir. Dün sadaka taşlarının yer aldığı köşelere bugün kan emici bankamatikler kuruldu. Bakkalların camekânlarını “Veresiyemiz yoktur. Lütfen teklif etmeyiniz. Bana da mı? He, sana da!..” Yazıları süslüyor!
Olumlu gelişmeler de yaşanıyor
“Kapitalist sistemin sorunlarını ben mi çözeceğim?”, “Kendi düşen ağlamaz”, “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” vb. tarzı yaklaşımlar bir mümine yakışan yaklaşımlar olamaz. Hayatın her alanında Müslümanca yaşamanın yollarını aramak, uygulamak en yakınından başlayarak kardeşleriyle bunları paylaşmak bizim şiarımız olmalıdır. Sıfırı Müslümanlar icad etti deyip o kocaman “0”’ın içine oturup öğünmek bize bir şey kazandırmaz. O sıfırın önüne 1 koyma vaktidir “10” olsun diye şimdi. Sonra bir daha “110”, bir daha, bir daha…
Bereket versin bu minvalde son yıllarda bazı olumlu gelişmelere de şahid oluyoruz. Bazı fırınlarımızın başarı ile sürdürdüğü “Askıda ekmek” hizmeti, esnafımızın işyeri girişlerinin “Su Sebili” ile süslenmesi, çeşitli Belediye, okul ve Kaymakamlıklarca geliştirilen “Sosyal Market” hizmeti, yine çeşitli kamu ve sivil kuruşların “Kitap Kumbara” adıyla kitap toplama ve dağıtım noktalarının oluşturulması bu uygulamalardan bazıları.
Bu uygulamaların içerisinde beni ziyadesiyle etkileyen bir uygulama daha var. “Askıda çorap”. Bir mahalle camisinin girişinde rafta sıralanmış çeşit çeşit çoraplar. Yanında okunabilecek büyüklükte bir yazı:” Ayağı çıplak olan misafir, yolcu, çalışan cemaatimiz; lütfen çorap giyelim. Çoraplarımız ücretsizdir. Ücret bırakmayınız.”
Ecdadımızın “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır” düsturunca geliştirdiği hayır amaçlı hizmetlerini ihya etmek, üzerine bir şeyler katmak, çoğaltmak ve zenginleştirmek bizim vefa borcumuz olmalıdır diye düşünüyorum…