Güzel Ahlakın Zirve Noktası “Hilm”
“Rableri katında onların mükâfatı, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat Rablerine derin saygı duyanlara mahsustur.” (Beyyine; 8)
Allah-u Zülcelâl, kıyamet gününde kendi kullarına karşı nasıl davranacağını daha dünyadayken bize bildiriyor. Salih amel işleyip iyi işler yapanları mükâfatlandıracağını, hata yapıp günah işleyenleri cezalandıracağını haber veriyor.
Bakın! İnsan biraz amel yaptığında, Allah-u Zülcelâl kendi fazlı ve rahmetinden o insana karşılık olarak kıyamet gününde ne güzel mükâfatlar veriyor, dikkat edin.
İnsanı, Allah-u Zülcelâl’in rızasına müstahak eden ecirler, vesileler ve sevaplar çoktur.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadisi şerifinde buyuruyor: “Ben size haber vereyim mi? Kim cehennem ateşinin üzerine haramdır veyahut cehennem ateşi onun üzerine haramdır.” (İkisinin manası aynıdır, ya onun vücudu cehennem ateşi üzerine haram oluyor ya da cehennem ateşi onun vücudunun üzerine haram oluyor.) Ateş her garibin, heynin, leylin, sehlin üzerine haramdır.” (Ahmed ibn Hanbel; 1. 415)
Kimdir onlar? “A’lâ kulli garibin, heynin, leylin, sehlin)” dört kişidir.
Garip olan yani insanlara cana yakın olan, arkadaşlarına karşı daima yakınlık gösteren kişidir. Heynin yumuşak huylu olan, leynin şefkatli, sehlin ise arkadaşına daima kolaylık gösteren kimsedir.
Dikkat ederseniz yeryüzünde böyle insanlarda var, tam bunların zıttı da var. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, hem bu dünyada hem de ahirette rahat etmemiz için bunu bize beyan ediyor.
Görüyorum bazı insanlar müslümandır, namaz da kılıyor, zikir de yapıyor fakat arkadaşlarına karşı daima “dikenli bir ağaç” gibidir. Arkadaşı ona yaklaşamıyor. Yaklaşsa zarar görecek.
Bakın garibin, heynin, leylin, sehlin olduğu zaman o kişi için, Allah cehennem ateşine diyor ki, “Sen bu kulumun, ruhunun ve vücudunun üzerine haramsın, ona yaklaşma.”
Kabirde de sırat köprüsünden geçerken de bu dört kişi için, bu şekilde emrediyor, seni o ateşin üzerinde haram kılıyor. Allah-u Zülcelâl, “Namazını kıl, orucunu tut, zekâtını ver, haccını yap bir de arkadaşına karşı yakınlık göster, şefkatli ol, merhametli ol, her şeyde ona kolaylık göster, zorluk çıkarma” diye emrediyor. Bböyle yaptığın zaman hem sen rahat ediyorsun, hem o arkadaşın rahat ediyor.
Allahu Zülcelâl’den isteyelim
Allah-u Zülcelâl’in rızasını kazanmak için daima Allah-u Zülcelâl’in emrettiği şeyleri yapmak lazımdır. Bir kutsi hadiste Allah-u Zülcelâl şöyle buyuruyor: “Kulum bana kendisine farz kıldığım şeyden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana nafilelerle kendisini sevinceye kadar yaklaşmaya devam eder, ben onu sevince işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum, eğer benden istese muhakkak ona veririm, bana sığınsa onu korurum.” (Buhârî, Rikak 38)
Onların üzerinde farz kıldığım şeyler; namaz, hac, zekât, haramdan kaçmak gibi şeylerdir. Bunlarla bana çok yakın oluyorlar. Bunu yaptıktan sonra nafilelerle, müstehap olan şeylerle bana öyle yakın oluyor ki, tâ ki ben onu severim.
Bunları daima huzurlu yapmak suretiyle Allah-u Zülcelâl kendi muhabbetini, sevgisini bize nasip edecek, bizi günahlardan muhafaza edecek, bize ibadeti nasip edecektir inşallah.
Bakın, Allah-u Zülcelâl gizli ve gizliden daha incesini biliyor. Allah, insanın hiç görmediği şeyleri hatta geçmiş ve gelecekte başına neler geldiğini ve geleceğini, kalbine ne hataralar geleceğini, nefsinin ne halde olacağını dahi biliyor. Kul Rabbinin kendine böyle muttali olduğunu idrak edecek ve bu yakin ve iman üzerinde olacak. Böyle olduğu zaman insan, hiç günah yapamaz.
İnsanın Allahu Zülcelâl’in kudret ve azametini idrak etmesi gerekir. Daima Allah’la huzurlu olmak, Allah’la beraber olmak lazımdır. “Allah daima benimle beraberdir” dersen, “Allah beni görüyor, benim bütün hallerime, kalbime ve ruhuma muttalidir” diye düşünüp, bu yakîn üzere olursak o zaman Allah-u Zülcelâl’e karşı edepli olacağız. Bu edeple O’ndan isteyelim inşaallah. O zaman bizi geri çevirmeyecektir.
Titreyerek ve Allah’a yalvararak “Bana ölünceye kadar senin razı olacağın niyetleri nasip et” diye dua etmeli ve Allah’a yalvarmalıyız.
Dünyanın hakikati ve misali
Dünyanın bir zahiri bir de batını vardır. Dünyaya baktığımızda zahirini görüyoruz. Bir de gözle görülmeyen hakikati vardır. Allah kıyamet gününde dünyayı pis kokulu, kabih ve ihtiyar bir kadın suretinde haşir meydanına getirecek. İnsanlar onu görünce nefret edip, kaçacaklar.
Dünya o zaman, “Siz dininizi benim için feda ediyordunuz, şimdi neden kaçıyorsunuz” diyecektir. İşte dünyanın hakikati budur. Hiç olmazsa aklımızla böyle düşünerek, nefsimizin dünyaya meyledip aldanmasına engel olalım. Bahusus Azrail aleyhisselam insanın göğsünün üzerine geldiği zaman bütün dünya onun olsa, kadınlar onun cariyesi, erkekler de onun kölesi olsa ölüm anında ona bir faydası olmayacaktır.
Dünyaya meyleden insanın misali şöyledir; bir adamın kendine ait harabe bir binası var. Yalnız bu adam harabe binanın yanında içi döşenmiş, temiz, süslü bir evde kirasını vererek oturuyor. Kendisine bir ay sonra oturduğu bu evden çıkması gerektiği söyleniyor. Bu adam bu kiralık evi süslemeye, güzelleştirmeye devam etse. İnsanlar da ona “Seni bu evden çıkaracaklar. Bu yandaki sana ait olan binayı tamir etsen, temizlesen, süslesen senin için daha iyidir. Hem ölünceye kadar orada rahat rahat kalabilirsin” deseler. O adam bu sözleri dinlemese de kulak arkası etse, tabi ki akılsızlık etmiş olur.
İşte dünyanın hali de böyledir. Dünyaya dair bizim, çok emelimiz var. Hatta bütün dünya bizim olsa dahi sonunda bitecek ve sanki görmemiş gibi olacağız. Bunu böyle tefekkür edelim. Dünya muhabbetine kalbimiz bağlanmasın inşaallah. Allah, Süleyman Peygamber aleyhisselam’ı tüm dünyanın sahibi yapmıştı, böyle olduğu halde dünyaya hiç muhabbeti yoktu. Hz. Süleyman aleyhisselam diyordu ki, “Bir ‘Subhanallah’ın sevabı Süleyman Peygamberin saltanatından daha hayırlıdır. Çünkü bu fanidir fakat ‘Subhanallah’ın sevabı bakidir.” İşte Süleyman aleyhisselam bu kadar zengin olduğu halde dünyaya hiç değer vermiyordu. Fakat bir fakir, bir kuruşunu dahi severse bu ona zarardır.
İnsanın nefsiyle hesaplaşması lazımdır
İnsanın nefsi, aynen çocuk gibidir. Nasıl ki çocuk yarın ne olacak diye hiç düşünmez, nefiste aynen öyledir. Nefis o an ne hoşuna gidiyorsa zararını veya faydasını düşünmeksizin onu yapmak istiyor. Ama akıl bir cevherdir, menfaatli ve zararlı olan şeyleri birbirinden ayırıyor. İşte insan nefsini dinlediği zaman akla galip oluyor, yanlış olduğunu bile bile hatalı işler yapıyor.
Onun için insan biraz nefsine baskı yapmalı, ona karşılık vererek onunla hesap görmelidir. İnsan ortağı ile nasıl hesap yapıyorsa ve yanlış yaptığında onu ikaz ediyorsa nefisimize de böyle davranmamız lazımdır. Namaz kılmamak, Allah’ın zikrini yapmamak çok yanlıştır. Hatta müminlerin sadece kışın değil yaz mevsiminde de kısaca her zaman teheccüd namazını kılmaları lazımdır. Çünkü seher vakitleri Allah’ın rahmetinin bol bol yağdığı bir zamandır. Allah-u Zülcelâl, kendine asi olan fasık kullarına gazaba geliyor. Ama camileri imar edenler ve imsaktan az önce seher vakitlerinde, “Estağfirullah” diyenler oldukça gazabı duruyor.
Hz. Abdullah radıyallahu anh, nöbetçi bırakarak imsak vakti girene kadar kadar, ‘Estağfirullah’ demeye devam ediyordu. Çünkü Allah seher zamanında istiğfarda bulunanları methetmiştir.
İşte insan böyle düşünecek ve baki olanı, fani olanın üzerine tercih edecek. İnsan günahlarla yükünü ağır ederse hedefine zor gider.
Bizden önceki insanlar (Allah onlardan razı olsun) kendilerine doktor idiler. Bazıları gündüz hata yaptığında veya gaflete dalıp ibadetlerinde eksiklik yaptığında kendi nefsine hitaben parmağını mumun üzerine tutarak: “Ey nefsim; sen daha bu mumun ateşine dayanamıyorsun, Allah’ın azabına nasıl dayanacaksın” diyerek ikaz ediyorlardı. Nefislerini yola getirmek, ona cehennemin dehşetini hatırlatıp, uyarmak için böyle vesilelere başvuruyorlardı. Bir Müslüman böyle yaptığı zaman ibadetlerini yapacak ve günahlardan da kendini muhafaza edecektir.
Daha önemli olan
Diyorlar ki ben filan adamı, gittiğimde Hac’ta gördüm. Hâlbuki o Türkiye’de idi. Buna tayy-ı mekân deniliyor. İnsanlar buna şaşırıyor oysa bu büyük bir şey değildir. Şimdi uçakla uzun mesafeler kısa zamanda alınıyor. Asıl tayy-ı mekân, dünyada iken kendini ahirette görebilmektir. Haşri, mahşeri, sıratı, kıyamet gününü görür gibi yaşamak ve sürekli onun tefekkürüyle meşgul olup hazırlık yapmak. Budur önemli olan. Çünkü insan böyle olduğunda ahiretin manzarasına bakarak kendini haşirde, terazi önünde ve sırat köprüsünde görürse menfaatli olur. İnsan bu hale geldiği zaman ameli salih yapacak ve kendisini günahlardan da muhafaza edecektir. Önemli olan budur.
Bir sabah mescide giren Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) orada derin bir düşünceye dalmış olan Haris bin Malik’i gördü. Yanına varıp Haris’e:
– Başını kaldır, buyurdu. Haris:
-Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulü! Buyurun emriniz nedir? Dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Haris’e:
– Ey Haris! Nasıl sabahladın? Diye sorunca, Haris şöyle cevap verdi:
– Hak mü’min olarak sabahladım. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Ey Haris! Her sözün bir hakikati vardır. Senin imanının hakikati nedir? Diye sorunca, Haris:
– Ya Resulallah! Sanki ben cennet ehline bakıyorum. Onlar birbirlerini ziyaret ediyorlar. Cehennem ehline bakıyorum. Onlar da bağıra bağıra ağlıyorlar ve Rabbimin Arşına bakıyorum, sanki önümde durmaktadır.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
– Sen hakikati öğrenmişsin. Bundan ayrılma. (Ahmed bin Hanbel)
Başka bir rivayette, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Hazreti Haris radıyallahu anh hakkında, “Haris bin Malik hak bir mümindir, kim kalbini münevver yapmak istiyorsa Haris bin Malik’e baksın” (İbn-i Asakir) buyurmuşlardır.
Ariflerin alameti
Seyyid Ahmet er-Rıfai kuddise sirruha: “Allah’ı ve kendini tanıyan şahsın alameti nedir?” diye sormuşlar. Onlara şöyle cevap vermiş: “Onların kelamı, konuşması daima nezaketlidir, yumuşaktır, kimseyi incitmezler.”
Allah’ı ve kendini tanıyan şahıs insanlara güler yüzlü olup, kin ve kıskançlık beslemez. Herkese karşı şefkatli ve merhametli olur, kimseye iftirada bulunmaz. Bunların hepsi Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin tabiatıdır.
Allahu Zülcelâl, “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âli İmrân; 31) buyuruyor. Bu ahlakların hepsi Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in ahlakıdır, yaparsak Allahu Zülcelâl de bizi sevecektir inşallah.
İbrahim bin Ethem’le bir kişi arkadaşlık yapmış, ayrılacakları zaman arkadaşı ona, “Allah razı olsun bende bir hata gördüysen bana söyle de ben onu düzelteyim” deyince İbrahim bin Ethem: “Ben hep kendi hatalarımı düzeltmekle meşgul olduğum için senin hatalarını hiç görmedim.” buyurmuş.
Şeyh Ahmet er Rıfai kuddise sirruhu diyor ki: “Hata yapmış bir insanın özür dilediği zaman özrünü kabul etmek Allah-u Zülcelâl’in razı olacağı bir ahlaktır.”
Bütün mahlûkatın üzerinde şefkatli olmak gerekir. İbrahim bin Ethem kuddise sirruhu bir gün cemaatle beraber otururlarken sarhoşun biri yanlarında yere düşmüş ve yüzü, gözü toz olmuş. İbrahim bin Ethem kuddise sirruhu, mendilini çıkarıp sarhoşun yüzünü silmiş ve gitmiş. Daha sonra sarhoşa arkadaşları yüzünü temizleyenin İbrahim bin Ethem olduğunu söyleyince arkasından koşarak ona yetişmiş. Sonra tevbe ederek İbrahim bin Ethem’den bir daha hiç ayrılmayarak, büyük evliyalardan olmuş. Bakın iyilik, şefkat ve merhamet insanı nasıl yapıyor.
Niçin tevbe ediyoruz?
Allah’ın rahmeti olmasa kimse kendini kurtaramaz. Allahu Zülcelal’in razı olacağı salih amelleri yaparsak Allah-u Zülcelâl kıyamet gününde kendi rahmeti ile bizlere muamele edecektir inşaallah. Tevbeyi de Allah’ın rahmetine müstahak olmak için yapıyoruz, ondan özür diliyoruz.
Allah-u Zülcelâl merhametle bize karşılık veriyor inşaallah, o günahlarımızı affediyor ve onları sevaba çeviriyor, o sevaplarla bizi cennetine koyuyor.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir gün ashabı kirama:
– İnsan günahla cennete giriyor, buyurmuş. Ashabı kiramlar şaşırarak:
– Ya Resulallah, günahla nasıl cennete girilir, diye sorduklarında Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
– Bir mümin, işlediği günahı hatırladıkça üzülürse, Cenab-ı Allah, daha namaz veya oruç gibi günahına kefaret olacak bir amel işlemeden bile onu affeder.” (İbni Asakir) buyurmuştur.
Allahu Zülcelâl, bu tevbeyi bize nasip ettiği için kıymetini bilmemiz lazımdır. Allahu Zülcelâl kuluna bir hali veriyor ve bakıyor eğer kıymetini bilip şükrünü eda ederse nimetini arttırıyor, kıymetini bilmezse ondan alıyor.
Hz. Ömer radiyallahu anh: “Ömer koyunların çobanı idi, şimdi emirel müminin olmuş, ben Allah’a nasıl şükredeceğim, ne yaparsam Allahu Zülcelal’e şükretmiş olurum” diyerek, şükrün yollarını araştırıyordu.
Davud aleyhisselam, “Yarabbi ben ne yapıyorsam baktım ki yine senin nimetindir, sen bana bir nimet veriyorsun şükrediyorum, o şükür de senin bir nimetindir, dilimi çeviren sensin, şükür yapmayı kalbime ilham eden sensin. Bunların hepsi yine senin nimetindir. Ben sana nasıl şükredeceğimi şaşırdım.” deyince Allah-u Zülcelâl: “Şimdi bana şükrettin ya Davud “ diye nida etmiş. Böyledir, hepsi Allah’ın nimetidir. Ne yaparsak Allah yaptırıyor.
Bizim ne malımız ne mülkümüz vardır. Hepsi Allah-u Zülcelâl’indir. Hakikatte böyledir. Sokakta, çarşıda, nerede olursak olalım, “Allah-u Zülcelâl beni görüyor” diye düşünelim. Bu halde olursak Allah-u Zülcelâl bizi çok hatalardan muhafaza edecek, ondan sonra sevapları da bize nasip edecektir inşaallah.
Allah-u Zülcelâl hepimizi razı olacağı Salih amellerle meşgul etsin, nefsimize teslim etmesin. Bizi hayırlarda kullansın inşaallah. (Âmin)