İnternet’ten İlmü Ledün Satanlar
Gerçek âlimler ve aldatanlar
‘Ledün’den pay sahibiyim’ edebiyatı
“Modern çağın en büyük eksiği nedir?” denilse bu fakirin cevabı ilk olarak “âlim” olacaktır. Çünkü Tabakat kitaplarında gördüğümüz âlim portreleri ile bugünküleri kıyasladığımızda, bariz farklar var. Geçmiş ulemamız ile portresi çakışanlar ise zaten kibrit-i ahmer hükmünde; azın da azı.
Âlim dediğimiz zaman; varis olduğu Peygamber mirası “ilmi hakiki”nin gerçekten kıymetini bilen, temsil ettiği ve mensup olduğu hakikatlerin şuurunda yaşayan ve bu şuuru insanlara saçan kâmil zatlardan bahsediyoruz.
Âlim pozu takınanlar ise hemen fark ediliyor. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin; “Allah ilmi (verdikten sonra), insanların (kalbinden) zorla söküp almaz. Fakat ilmi, ulemayı kabz etmek suretiyle alır. Ulema kabzedilir, öyle ki tek bir âlim kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur, onlar da ilme dayanmaksızın (kendi reyleriyle) fetva verirler, böylece hem kendilerini hem de başkalarını dalâlete atarlar.” (1) hadisi de bu kanaatimizi doğrulamaktadır.
Kanaatimiz odur ki hadisin bahsettiği devre bugünleri yansıtmaktadır. En basit şekilde ifade edersek; ilm’ü ledün okyanusuna dalan ve bir kâmil şeyhten icazetli Hoca efendiler ve şeyh efendiler, selefleri gibi ilm-i batına yönelik konuşmamayı tercih ederken, hatta konuşulmasını ayıp sayarken; maalesef ilimden nasipsiz olanlar, ipe sapa gelmez cümleleri, ‘sohbet’ diye muhibbanın (sevenlerinin) önüne saçmakta, hem kendileri hem de etrafındakileri ateşe sürüklemektedir.
En çetrefilli meseleler, geçmiş âlimlerimiz tarafından çözülmüş ve kütüphanelerin tozlu sayfalarında yok olmaya terk edilmişken, bugün bizler, maalesef meselelerin en sahih çözümlerini oradan alıp günümüze nakledecek âlimlerden yoksunuz. Hiç mi yok? Elbette var ama yeterli sayıda değil!
Kalplerinde eğrilik olan fitnebâzlar
Günümüzde hadisin de işaret ettiği gibi pek çok ilmi mesele -hatta Kuran’ın müteşabih ayetleri dahi- fütursuzca televizyon ekranlarında tartışılmakta. Hâlbuki ne müzakere edenlerin ne de bu tartışmayı seyredenlerin ilmi seviyeleri, bu meseleleri idrak edebilmeye yeterlidir. Hele de müteşabih (manası bilinmeyen) ayetler konusunda…(!)
“O mabûd-i kadimdir ki, senin üzerine Kur’an’ı indirdi. Ondan bir kısmı muhkem ayetlerdir ki onlar o kitabın aslıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbih ayetlerdir. Artık kalplerinde eğrilik bulunan kimseler, fitne aramak ve onu te’vil arzusunda bulunmak için o kitaptan müteşâbih olanına ittiba ederler. Hâlbuki onun te’vilini Allah Teâlâ’dan başkası bilemez. İlimde rüsuh sahibi olanlar ise ‘Biz ona iman ettik, hepsi de Rabbimizin cânibindendir’ derler. (Bunları) Tam akıllı zatlardan başkası tezekkür edemez.” (Ali İmran, 7 )
Kur’an’ın manası ve mefhumu açık ayetlerine ‘muhkem ayetler’ denilir. Muhkem ayetlerin mefhumlarına ve anlamlarına da iman etmek zaruridir. Muhkem ayetlerin tevil edilecek bir yönü yoktur. Muhkem ayetlerine herkesin anlayacağı bir misal verecek olursak; İhlâs suresi yeterli olacaktır. İhlâs suresinin anlamında, mefhumunda müzakereye, tevile açık bir yön yoktur.
Elmalılı Hamdi Yazır Efendi’nin beyan buyurduğu üzere, müteşabih ayetler ise çeşitli manalara, mefhumlara ihtimali olan ayetler. Ayette işaret edilen mefhum ve mananın hangisi olduğu, hatta manaların tamamının mı yoksa bir tanesinin mi murad edildiği seçilemez.
Elmalılı Hamdi Efendi’ye göre müteşabih ayetlerin çerçevesine; Kur’an’ın ahkâmı, fasılaları, güzelliği, dokusu gibi pek çok mesele dâhil edilir. Allah-u Teâlâ’nın da beyan buyurduğu üzere, bu tür müteşabih ayetlerin tevili, ancak O’na mahsustur ve maksadı fitne çıkarmak, İslam Ümmetini paramparça etmek niyetinde olanlar, bu ayetlerin tevili ile uğraşırlar.
Amacı fitne olanların kalp âlemi ise acınacak bir durumdadır. Ayetin de izhar ettiği gibi müteşabih ayetlerin üzerinde ileri geri konuşanların kalplerinde eğrilik vardır. Kendi fikirleri oturmamıştır. Hâlbuki kalp ikliminin sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi, insanın bir ayağını pergelin sabit bacağı gibi Ehl-i Sünnet’te karar kıldıktan sonra, diğer ayağının pergelin daire çizen bacağı gibi yetmiş iki milleti kucaklamasını, kapsamasını ister.
Ayet bize bir prototip çizmektedir. Prototipimize uyan şahıslar, kalpleri vesvese ve evham girdaplarından kurtulamamış, şeytanın desise ve hile anaforlarında boğulan insanlardır. Fetih Suresi’nde beyan edildiği üzere, ruhları; imanlarının artması için Rahman’ın indirdiği ‘sekine’den mahrum; dünyevi endişeler ve gaileler okyanusunda fırtınaya tutulmuş küçücük bir kayık hükmündedir.
Öyleyse bizler; kendi kalbi âleminde İslam ahkâmını hâkim kılamamış bu zevattan uzak durmak zorundayız. Kendi kalplerindeki pisliği bizlere bulaştırma ihtimali var ve bu ihtimal pek de uzak değil!
‘Rasihun âlimler’ kimlerdir?
İmam-ı Nevevi’nin naklettiği üzere, “Kişi arkadaşının dini üzeredir.” (Hadisi şerif)
Peki, takip edeceğimiz âlimler kimlerdir? Kimlerle beraber olacağız?
Kur’an-ı Kerim’in, burada bize verdiği çok önemli bir ölçü var: “Rasih Âlimler.” Ehl-i Sünnet’in kimin âlim olduğu kiminse sadece bilgi/malumat sahibi olduğu noktasındaki mihenk noktalarından birisi amel, yani takvadır.
“Kendilerine Tevrat yükletilipte sonra onu taşımayan (amel etmeyen) kişilerin meseli, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin haline benzer.” (Cuma, 5) ayetinde de belirtildiği üzere, bildiği ile amel etmeyenler; kitap yüklü merkeplere benzetilmişlerdir ki “rasihun âlimler”den kasıt, sadece bilenler değil; bildiklerini hayata geçiren âlimlerdir.
Biz âlim dediğimiz zaman; kalbini, dimağını, gönlünü İslam rüzgârına açmış, kalbinden çıkan rahmet esintileri düşmanlarına dahi ulaşan, alnı secdeli, eli tespihli, ağzı dualı zatları kastediyoruz.
“Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar (Fatır; 28)” ayeti de meselenin bir diğer boyutunu özetlemektedir.
Allah’tan korkmayı sadece kendi ferdi hayatlarında ikame etmekten bahsetmiyoruz. İnsanlara verdikleri tavsiye ve nasihatlerde, verdikleri fetvalarda; yazdıkları eserlerde de Allah korkusunun hâkim olması gereklidir. Çünkü bile bile hakkı saklayanlar, gizleyenler hakkında varid olmuş muazzam tehditler, bir insanı korkutmuyorsa akıbet endişesine sevk etmiyorsa o şahsın âlim sınıfına girmeye hakkı yoktur. Bunu en başta kendisinin hayal bile etmemesi gereklidir.
Ancak Rasih âlimler, hem ferdi hem de içtimai hayatlarında hakkın hatırını âli tutmuş, her hakikati söndürülemez bir volkan gibi muhataplarına haykırmışlardır.
Hakikatin nakli esnasında muhataplarının tavrını, durumunu ve halet-i ruhiyesini esas almışlar; gâh Said Nursi merhum gibi “Bu sarık ancak bu başla çıkar” şeklinde eşi menendi olmayan bir duruş sergilemişler gâh Ahıskalı Ali Haydar Efendi merhum gibi “Ben namaz kılmayana dua etmem” diyerek; muhataplarının ahiretlerini karartmasına engel olma gayreti içinde olmuşlardır.
Rasih âlimler ilimde derinleşmiş, eğilmez, eğrilikten hoşlanmayan, bildiğini bilmediğini birbirinden ayırt edebilen, bildiklerini esas alarak, bilmediklerini mümkün mertebe çözebilen, ince kavrayışlı ilim erbabı olarak da tavsif edilmiştir.(2) İmam-ı Taberi ise rasihun âlimleri; kalpleri hak yol üzere bulunan, harama el uzatmayan âlimler olarak anlatmaktadır.(3)
İkinci bin yılın müceddidi, Nakşî Tarikatının güneşi İmam-ı Rabbani Hazretleri ise ‘rasihun ulema’dan kastın, nefsin mutmainne mertebesine erdikten sonra, Kemalat-ı Nübüvvet dairesinden hisse almak olduğunu zikreder.(4)
Kemalat-ı Nübüvvet dairesi, İmam-ı Rabbani’nin ifadesiyle, ötelerin ötesinde olan ve pek az kimsenin pay sahibi olduğu bir kemalat dairesidir. Peygamber varisi olmaları hasebiyle de bu âlimlerin şer-i şerifin hakikatiyle bezendiklerini vurgulayan İmam-ı Rabbani’nin tefsiri, ayetin de ruhunu yansıtmaktadır. Çünkü kalbinde eğrilik olmayan rasihun ulema, müteşabih ayetlerin teviline gitmez. Yine belirtmeden geçmeyelim ki İmam-ı Rabbani aynı mektubunda, her âlimin rasihun ulemadan sayılmadığını özellikle ifade etmektedir.
Âlimler akıbetlerinden korkarlar!
“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin. Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez.” (Al-î İmrân; 8-9)
Elmalılı Hamdi Efendi merhum; bu ayetlerdeki dua sahiplerinin “ulema-i rasihun” olduğunu belirtir. İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri ise “Ruhul Beyan” tefsirinde, Allah’ın rahmetini istemenin âlimler yanında en değerli şey olduğunu nakleder.
İlim de derinleşmiş âlimler, son nefeslerinde imansız gitmekten bunca korkuyorlarsa bizim nasıl endişe etmemiz gereklidir?…
“Hiçbir kalp yoktur ki Rahman’ın iki parmağının arasında olmasın. Onu doğrultmayı dilerse doğrultur ve isterse de saptırır.” (5) “Allahumme ya musebbitel kulûb, sebbit kulubena ala dînike” (Allah’ım! Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dininde sabit kıl.)(6) duasını Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin de yaptığını düşünürsek, acaba bizim ne yapmamız gereklidir?…
“Âlimler peygamberlerin varisleridir, peygamberler geriye ne dinar ne de dirhem bırakırlar. Onlar geriye ancak ilim bırakırlar. Kim bu ilmi alırsa büyük bir pay almış olur.”(7) Efendimizin âlimlere yüklediği mesuliyetin ciddiyetini anlatmak için daha başka bir söze hacet yoktur.
Âlim; Peygamber varisi olması hasebiyle; sadece Efendimizin şerh ettiği zahiri ilimlerde değil, batini âlemlerde de varis-i Nebi olmak zorundadır. Çünkü Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bize sadece fıkhı, hadisi değil kalbimizi mamur, ruhumuzu mesrur etmemize yarayan tasavvuf ilmini de bırakmıştır.
İster adına Selef-i Salihin devrinde olduğu gibi “fıkh-ı batın” deyin, ister “zühd” isterse “irfan mektebi” deyin; âlim, tasavvuf berzahından veya diğer bir ifade ile nefis terbiyesinden geçmek zorundadır. Çünkü İmam-ı Gazali rahimehullahın da işaret buyurdukları üzere, kalp ikliminde Şer-i Şerif’i hâkim kılmak çok zor iştir.
Evet, bunca kafa karıştırıcı görüşün rağbet gördüğü günümüzde, dikkate almamız gereken, tasavvuf ehlinin tavrı olmalıdır. Her nefeslerinde “İlahi ente maksudi ve ridake matlubi” düsturu ile hareket eden mutasavvıflar; azimet ile amel edip ruhsatlardan kaçınmayı; takvayı hayatın merkezine yerleştirip fetvayı avama bırakmayı tercih etmekle en doğru hükmü vermişlerdir.
Zülcenaheyn âlimler
Varis-i Nebi olmak sadece bilmekle değil, kalbini, ahlakını her yönüyle Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme benzetmek demektir ki mutasavvıflar bu hali, Efendimizin ‘hem zahirine hem de batınına mirasçı olmak’la anlatırlar. Onların dilinde böyle âlimlere “Zülcenaheyn” ismi verilir. Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri, Efendimiz (sav)’in hem zahiri ilmine hem de batınına mirasçı olmuş alimlerimizden birisidir ve künyesi Zülcenaheyn (iki kanatlı)’dır.
Zülcenaheyn sıfatına haiz âlimlerimizin ortak özelliklerinden birisi de müteşabihat meselelerden uzak durmalarıdır. İmam-ı Azam’dan İmam-ı Ahmed bin Hanbel’e, İmam-ı Rabbani’den Mevlana Halid-i Bağdadi’ye kadar hemen hepsi tartışmalı meselelere, ancak lüzumu kadar girmiş; Sünnet-i Seniyye’ye sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır.
Mesela; bu âlimlerimizin hiçbirisi kendi kerametlerini kendi ağızlarından anlatmamışlardır. Hatta Seyyid Abdulhakim Arvasi’nin ifadesi ile keramet göstermekten, bakire kızın hayız kanını göstermesi kadar imtina etmişler, hayâ etmişlerdir.
Günümüzde ise kendini rasihun ulemadan sayan, ‘şeyh taslakları’ bizzat kendi kerametlerini kendileri anlatmaktadır. Bu tür bir tavır ise tekâmülün değil, hamlığın alametidir. Çünkü Ehl-i Sünnet’e göre evliyaullahın kerameti, bağlı bulunduğu Nebinin mucizesidir.
Meseleyi biraz daha açarsak; Velinin gösterdiği keramet; bağlı olduğu Nebi’ye müntesipliğindendir. Rasih âlimlerimiz kerametlerini kendilerinden, kendi nefislerinden bilmemişler; bunu ikram-ı ilahi ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin apaçık bir mucizesi olarak telakki etmişlerdir. Kendilerine verdikleri bu acziyyet ve mahviyet ile daha da yükselmişlerdir.
Onlar böyle iken, günümüzde, TV ekranlarında ve internet sitelerinde, keramet ve ilmi ledün satanların kıymetini varın siz ölçün…
Dipnotlar: 1- Buhari, İlim. 34. 2- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, 1044. 3- Taberî, Câmiul-Beyan, c. 3, 184. 4- Mektubat, İmam-ı Rabbani, c. 2, 54. Mektub. 5- İbn-i Mace, 195. 6- Tirmizi 3750; İbni Mace 195. 7- Ebu Davûd, 3641.