Irkçılık Milliyetçilik Değildir!
Millet gerçekte ne demektir?
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır.” (Hucurat; 13)
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır rahmetullahi aleyh tefsirinde, burada geçen “şuub” kelimesini, şöyle açıklıyor: “Şa’bın çoğuludur… Bir babanın sulbünden dallanan çok bir topluluğa kabile denildiği gibi kabileleri toplayan ve hepsi bir asla mensup olan, büyük cemiyete de re’s veya şa’b denilir.”
Şa’b kelimesi bugün modern Arapça’da ,”Halk, ulus” manasında da kullanılıyor. Mesela; “Şa’b’ul Irak” deniliyor. Aslında hatalı bir kullanımdır; şa’b çünkü etnik olarak tek bir kökten gelen topluluğu ifade eder. Halbuki hemen hemen hiçbir İslam ülkesi, tamamen tek bir etnik kökenden gelen bir halktan oluşmuyor.
Kelimeler zaman içinde asıl manalarından farklı yerlerde kullanılıyor. Bizde de hatalı bir şekilde, “Türk milleti” deniliyor. İran’da da “Millet-i İran” deniliyor. Oysa “Millet” kelimesi, “Bir tolumun dini, tuttuğu yol” demektir.
Din ile millet arasındaki fark; din deyince, bir ferdin dini de anlaşılabilir ama millet deyince bir toplumun dini, dininden dolayı benimsediği hukuk, ahlak, örf adet gibi bütün kültür unsurları anlaşılır.
Kur’an-ı Kerim’de millet kelimesi; “Bir topluluğun dini, tuttuğu yol” manasında kullanılır. (bkz: Sad, 7; Araf, 88)
Millet-i İbrahim
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, Allah’ın indirdiği, “Hak dini” benimsemiş toplumların yoluna, “İbrahim milleti” ismini vermiştir.
“İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o’nu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.” (Bakara,130; Ayrıca bakınız: Hacc, 78; Nisâ, 125; Nahl, 123)
Rabbimiz Müslümanlara, kendi hak dinlerinden, bu dinin emir, hüküm ve adetlerinden başkasına uymamaları; başka toplumların “milletine” yani din ve kültürüne meyletmemelerini tembih etmiştir: “Ve sen onların milletlerine (dinlerine) uymadıkça Yahudiler ve Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz Allah’ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir.’ Ve eğer ilimden sana ulaşan şeyden sonra bunların hevâlarına (arzularına) uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir veli olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz.” (Bakara; 120)
İslam dini, bütün Müslümanların kardeş olduğunu, aralarındaki soy, sop, etnisite, ırk gibi farkların bir üstünlük konusu olamayacağını açıkça beyan etmiştir. Bu konuda en ufak bir taviz dahi yoktur.
Takva olan üstündür!
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Allah indinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva iledir.” (Cem’u’l-Fevâid, 1; 510, No: 3632; Ahmedb.Hanbel, Müsned, V,411)
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin doğup büyüdüğü cemiyette, soy sop asalet anlayışı hakimdi. İnsanlar kabileleriyle övünür, kendilerini üstün sayardı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem çok sert ifadelerle bunu yasaklamıştır: “Aziz ve Celîl olan Allah, sizden câhiliyyet devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takva sahibidir. Kâfir olan ise, şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bir kısım erkekler, bir kavimle (kâfir olarak ölmüş atalarıyla) övünmeyi terk etsinler. Çünkü onlar, cehennem kömüründen bir kömürdürler yahut onlar, Allah indinde, burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (EbûDâvud, Edeb, 5116; Tirmizî, Menâkıb, 4212-4213)
Kendi kabilesi bir başka kabileyle savaştığı zaman haklı da olsa haksız da olsa onlarla birlikte çarpışırdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi veselleme soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.” (Ahmed bin Hanbel, 4; İbnMâce, Fiten 7)
Elbette insanın kendi ailesine, ecdadına, ait olduğu topluma karşı muhabbet ve bağlılık duyması tabii bir haldir. Ayrıca atası ve ecdadı İslam’a hizmet etmekle şeref kazanmış ise, onların kıymetini bilmesi, bu nimete layık olmak için onların yoluna bağlılık duyması güzel bir duygudur.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, içinde Peygamberlerin yetiştiği bazı aileleri sayarak onları tafdil ettiğini bildiriyor: “Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçip (kendi zamanlarında) âlemlere üstün kıldı.” (Âl-i İmrân; 33)
İşte bu şekilde olursa, insan soyunu ve ecdadını sevebilir ve hatta sevmelidir. Ama bu kuru kuruya bir övünme olmamalıdır. Çünkü hiç kimse içinde doğduğu aileyi kendisi seçmiyor veya hak etmiyor. Böyle bir nimetle avantajlı olarak dünyaya gelmiş olmaktan dolayı kişi, kendini daha fazla sorumlu hissetmeli; onlara layık evlat olmanın gayreti içinde olmalıdır. Yoksa soy sop insana ahirette bir şey kazandırmayacaktır. Allah Resulü aleyhisselatu vesselam buyuruyor ki: “Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandırmaz.” (Müslim, Zikr 38; İbnMâce, Mukaddime 225; EbûDâvud, İlm, 3643; Dârimî, Mukaddime 351)
İslam dini insanda tabiî olarak bulunan sevgileri terbiye edip yüksek bir hissiyata basamak haline getirir. Ecdada ve kavmine duyulan bağlılık hissini de onlara yakışan, onlara layık bir evlat olma hissine çevirir. Nitekim Elmalılı Merhum, yukarıda geçen ayetin izahında şöyle diyor: “Netice olarak bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp dağılmak ve döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip, korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan kavmin soyundan olmak değildir. “Sûra üfürülünce artık aralarında neseb yoktur.” (Müminûn, 23/101) Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.”
Kavmiyetçiliğin fikirleşmesi
ve bir fitne olarak yayılması
İslam dini nasıl ki duyguları terbiye edip yüceltiyorsa, şeytanın oyuncağı olmuş batı kültürü de tam tersine her duyguyu yozlaştırıp, zulüm ve fesada alet eder. Kavmiyetçilik ideolojisinin doğuşu da böyle olmuştur.
Avrupa’da Roma İmparatorluğu dağıldıktan sonra yerini krallıklar ve cumhuriyetler aldı. Bunlar kendi halklarına birlik duygusu aşılamak için, din esası yerine koyacak başka bir birleştirici güç arıyorlardı. İnsanlarda fıtri olarak bulunan, kendine benzeyen, kendi soyundan olan, aynı dili konuşan kişilere karşı hissedilen sevgi abartılıp ideoloji haline getirildi. “Nasyonalizm” adı verilen bu cereyan, Osmanlı yurdunda bir arada yaşayan şubelere yani etnik gruplara da sirayet etti.
Osmanlıda iki milletli bir yapı bulunuyordu. Asli unsur olan “Millet-i İslam”; hangi etnik kökenden gelirse gelsin Sünni Müslüman olan herkesi kapsıyordu. Bunlar yönetim işlerini üstlenme konusunda asıl hak sahibiydiler. Hıristiyan ve Yahudi azınlıklar da “Zimmet ehli” konumundaydı; din ve vicdan özgürlüğüne sahip olarak kendi cemaat yapılarını sürdürüyor, eğitim faaliyetlerinde de devletten bağımsız hareket edebiliyorlardı. O zamana kadar etnik kökene dayalı bir “Şuubiyet” anlayışı da, vatandaşlık kimliğine dayalı “Kavmiyet” anlayışı da yoktu.
Osmanlı eyaletlerinde her Müslüman boy ve topluluk da kendi beylerinin idaresi altında, kendi dil ve kültürlerine göre yaşardı. Osmanlı coğrafyasının her yanına yayılmış olan medrese, dergah ve vakıflar; Dini- tasavvufi eğitim, yaşantı ve yardımlaşma faaliyetlerini düzenlerdi. Her toplum kendi içlerinden yetişmiş alimlere saygı duyardı. Devlet daha çok asayişin temini ve cihad için umumi bir çatı mahiyetindeydi, halkına dayattığı bir ideolojisi yoktu. Osmanlı hanedanı Türklerin kayı boyundan bir soy idi ama devletin işleyişinde Türklerin diğer unsurlara tercih edilmesi gibi bir durum yoktu. Bu sebeple İslamî esaslara dayalı bir yönetimin uygulandığı dönem boyunca kendi iç dinamikleriyle teşekkül eden bir şuubi hareket ortaya çıkmamıştı.
İşin doğrusu İslam tarihinde şuubiyye hareketi Hulefâ-yi Râşidîn döneminden sonra, mevâlîyi yani Arap olmayan Müslümanları hakir görme eğilimine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Fetihler sonucunda Farslar, Berberîler ve Türkmenler gibi farklı kökenden toplumlar müslüman olunca, Araplar’la eşit sayılmadılar. Bu da bilhassa İslam’a zorla boyun eğmiş olan İran asıllı mevâlînin asabiyet duygularını harekete geçirdi ve için için besledikleri husumeti daha güçlü bir hale getirdi.
Türkler ise İslam’a, ülkeleri işgal edilerek, zorla boyun eğdirilerek girmemişti. İslamiyeti siyasi bir baskı altında değil, kendi aralarından çıkan dervişlerin sevgi ve maneviyat telkin edici hikmetleriyle tanıdılar. Bu sebeple Arapçılık- şuubiyye kavgası ve bunun da etkisiyle şekillenen Şia-Selefilik gerilimleri Anadolu Müslümanlığını doğrudan etkilemedi.
Osmanlı unsurları arasında kavmiyetçi ayrılıkçılık cereyanları yaygınlaşmaya başlayınca, âlimler ve İslam kültürünü benimsemiş münevverler bu anlayışın ümmetin birliğini bozacağını görmekte gecikmediler. Ayrıca batının hususi bir gayretle, başta gayr-i müslim azınlıklar, ardından Müslüman unsurlar arasında fitne ve tefrika tohumları serptiği de aşikardı. Bunlar kendiliğinden meydana gelmiyordu.
Osmanlı ne kadar dirense de ayrılıkçı fikirlerin yayılmasını engelleyemedi. Öte yandan, biraz da bu olup bitenlere tepki olarak, “Artık imparatorlukların sonu geldi. Ümmetçilik fikrinde ısrar etmenin manası yok” fikriyatı temel buldu.
Aslında bu bir sebepten çok sonuçtu. Genel olarak İslam’a bağlılık zayıfladığı için, İslam kardeşliği duyguları da zayıflıyordu. Yüzyıllarca haçlı seferlerinin önünde göğsünü siper edip İslam aleminimüdaafa etmek üzere ve İ’layıKelimetullah için Avrupa içlerine kadar sefer eden alperenlerin torunları arasında özenti fikirler yayılıyordu. Öte yandan İslami siyaset ve ümmetin birliği fikrinin de taraftarları vardı. Ancak asıl keskin kopuş bilindiği gibi I. Dünya savaşından sonra dünyaya nizamat verenlerin elleriyle gerçekleşecekti.
Milliyetçilik kavmiyetçilik değil;
birbirine zıt kavramlar…
Bilindiği gibi, I. Dünya savaşı Mondros ateşkes anlaşmasıyla bittiği zaman, İtilaf devletleri Osmanlı’nın elinde kalan son İslam yurdunu parçalayıp müstemleke haline getirmek için adeta üzerimize çullandı. Anadolu halkı uzun zamandan beri gerikalmışlık, yoksulluk ve cehalet içindeydi.
O devrin şartları içinde başımızdaki belayı def etmek için, Amerikan Başkanı Wilson’ın adıyla anılan prensiplerden faydalanmak oldukça makul görünüyordu. Wilson İlkeleri’nin bizimle ilgili maddesi: “Osmanlı Devleti’nde Türklerin yoğunlukta olduğu bölgelerin egemenlikleri sağlanacak, diğer bölgelerdeki uluslara da kendi kendini yönetme hakkı tanınacaktır” diyordu. O zamandan itibaren, “Ümmetçilikten ve İslam’dan vazgeçelim de kendi başımızı kurtaralım” fikri yaygınlık kazandı. Bahanesi de hazırdı; zaten yanımızda duran da yoktu.
Bundan sonra kurulan yeni devlette toplumu bir arada tutan asıl unsur din değil, “ulus kimliği” olarak planlandı. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” gibi söylemler gelişti. Laiklik ve ulusalcılık en katı şekliyle uygulandı.
Milliyetçilik adı altında telkin edilen, “kavmiyetçilik” farklı safhalardan geçti. Bazı dönemlerde dinine bağlı kişiler arasında da taraftar buldu. Çünkü soğuk savaş döneminde Sovyetlerin gençler arasında yaydığı komünist fikirlere ve anarşi olaylarına karşı, “Milliyetçi muhafazakar siyaset” gelişti. Çünkü Rus emperyalizmi, komünizm ideolojisini ihraç edebilmek için, “Bütün toplumların emekçi sınıfını birleştirme” adı altında, toplumların din ve maneviyat bağlarını yok etmeye çalışıyordu. Bu dönemde gençlerin kendi öz kültürlerini muhafaza bilinci kazanması için ecdadına karşı sevgi ve bağlılık duygularının canlandırılması yoluna gidildi.
Esasen böyle bir gayrete ihtiyaç vardı. Çünkü yeni devleti kuranlar, geçmişi körü körüne kötülüyorlar, düşmanla birlik olmuş, bu halkın tarihine, ecdadına dil uzatıyorlardı. Batı özentisine kapılmış, kendi özünden habersiz bir gençlik yetişiyordu. Bu gençlik her türlü ideoloji empozesine açık vaziyetteydi.
Biz, ancak İslam
kardeşliği ile yükseliriz
Bir toplumda kavmiyetçiliğin tırmanmasına sebep olan önemli bir sebep de, ‘Dış tehditlerin sürekliliği’dir. Üzerinde devamlı oyunlar oynanan bir coğrafyada yaşamak, toplumda bölücü fikirlerin kasten ve en kötü şekilde tahrik edilmesi, hükümetlerin de çözüm sunmak yerine bastırma yoluna gitmeleri, bitmeyen terör olayları, yurdun her köşesinde şehit ailelerinin evinden yükselen ağıtlar hep kavmiyetçi milliyetçiliğin değirmenine su taşıdı.
Hepimizin bildiği gibi 2002’den bu yana hükümet, bütün bu oyunları bozmak için çalıştı. Ümmetin birliği fikrine yakın duran, İslami bir siyaset ekolünün temsilcisi olmaya elinden geldiği kadar gayret etti. Çözüm süreciyle iç meselelerimizi çözmeye çalıştı, İslam coğrafyasıyla sıcak ilişkiler kurmaya çaba sarfetti. Fakat bu yolda gerek dış mihrakların tahrik ettiği fitneler, gerekse ümmetin birikmiş iç meseleleri yüzünden bu hiç de kolay olmadı, olmuyor.
Ancak yılmamamız gerekiyor. Eğer düşman bizim gittiğimiz yoldan razı değilse doğru yoldayız demektir. Bu sebeple birlik beraberlik kardeşlik inancımızdan hiçbir zaman vazgeçmememiz gerekiyor.
Bir söz vardır, “Yiğit düştüğü yerden kalkar” derler. Osmanlı, mecburen bir ricat hareketi yapmış, bu topraklara çekilmiştir. Yaralı bir aslanın iyileşip güç kuvvet toplamak için kendi sahasına çekilmesi gibi…
Artık yeniden ayağa kalkmanın zamanı gelmiştir. Biz kardeşliğe inanmaya ısrarla devam edelim. Gerçekten ecdadımızı seviyorsak onların yolundan gidelim. Yoksa onlarla övünmekten bir fayda gelmeyeceğini unutmayalım.
Yolumuzda sebat edelim, tutarlı ve kararlı olalım. Biz sebat edersek Allah’ın yardımı yetişecektir. Eğer kararsızlığa düşer, zikzaklar çizersek, yeniden kavmiyetçi reflekslere dönersek, talip olduğumuz lider ülke rolüne uygun hareket etmiş olmayız. Bu tuzağa düşmemek için kardeşliğe inanmaktan vazgeçmemeliyiz.
Zaten biz ne düşünürsek düşünelim, kader bizi çağırıyor. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki ya İslam’ın emrettiği gibi kardeşler olacağız, İslam’ı yüceltmek için omuz omuza vereceğiz; ya da aramıza serpilen fitnelere kapılıp yok olacağız.